31 Aralık 2011

Kaçıncı son.

Ara sıra uğranılan bir dost evi oldu aile yanı.
Çocukluğumun sokaklarına bakmaya kıyamıyorum artık, bu "geçerken uğradım"larda.
Vapura binerken yanımda kız kardeşim olmayınca kumrunun da anlamı azaldı. İskelede boyoz yedim ben de.
Sahilde yürürken, küçüklüğümde ayda bir kez pazar günü çıktığımız yemekler geldi aklıma. Çarşının içinde, bir elimle babamın kocaman ve sıcacık elini tutarken, diğeriyle o ana göre belirlenen dürümü veya incir ezmesini kavrayışım...
Cami dibinde sevdiğim kediye de sinmiş midir karşıdaki ekmek fırınının sıcaklığı?
Esnafı özlemek, tatları özlemek, kışa düşen nergisleri özlemek...
Denize düşen serinliği, yüzüne sürmek istemek...
Başka bir şehirde, özlendiğini öğrenmek...
Birbiri içinde eriyor şehirlerin anlamlarını değiştirdiği kalpler.
Pasaport kahvelerinde oturan atkılı kadınlar ve Kordon'da çimlere devrilmiş liseli bira şişeleri...
Karşıyaka'dan havalanan güvercinler ve unutulmaya yüz tutmuş bir ilçenin kıyısından, yürek çarpıntısı dönüşleri...
Tanıdık yüzlerin izini düşürme çabasında bir bugün.
Şu şehrin sokaklarında yirmi iki yıl.
Yirmi iki yılın son gününde sadece birkaç kadeh şarap içip gideceğim.
Kaçıncı sevişmemizde sindi kokusu üzerime bu coğrafyanın, bilmiyorum. Geçmiyor.
Biraz daha kalırsam bağışlanmaktan korkuyorum. Aşk öyle bir şey.
Cinayetleri affedebildiğin tek meydan.
Bu yılın son gününde körfezi çalkala içimde, sonrası kar, sonrası kış...

27 Aralık 2011

estoy bien aqui.

İspanyolcayı unuttun.
Çamaşır iplerini dinlemek isteyen o kadını,
varlığına meydan okuyan kitapları anlatan adamı,

Diyarbakır'daki o kız çocuğunu,

Evini bile unuttun.
Sen her şeyi unuttun.

Şimdi neredeki ayna, sana seni gösterecek, hangi gözün merhametini dileneceksin.
Her şeyi unuttun.
Erguvanların Aşiyan'da açma mevsimini bile...


Mayıslardan,

kırmızı ulaşım araçlarından,

anısı varmış gibi topladığın şarkı sözlerinden,

kahvesi çok, sütü az fincanlardan,

kırık sokak taşlarından,

neon ışıklarına yaslandıkça başını döndüren otobüs duraklarından,

temmuz başlarından,

masaldan biçimlendirdiğin şehirlerden,
ve evinden...

Sen, her şeyden korktun.

Kaçmak, terk etmek, belki de aldatmak adı altında ismini bile soyunup fırlattığın o odanın beyazlığında sığındığın, koçanı koparılmamış biletler, bir dünyaya bedel sadakatinin en büyük yalanlayıcısı şimdi.

O güzel gözlü kadın hatırlatana kadar bilmiyor muydun tükettiğini ömrünü, adımladığın her coğrafyada tek yumurta ikizi gibi; adımlar, adımlar...

İllâ garları, illâ iskeleleri ve illâ insanları mı katmalıydın tükenişine...
İşlediğin cinayete tutulacak aynadan kaçıyorsun.

Ayakkabının toprağa bıraktığı izi yağmur yıkar diye bekledikçe, çorak için, kendi kahkahasında boğuluyor.

Hangi tarihi bekliyorsun çatlak dudağına o ruju sürüp,

hangi adamı,

hangi kenti,
hangi denizi,
hangi sen olmayan.....


Seviyorum dediğin bir kentin, bir dersliği- Saatlerden bin altı yüz kırk.

26 Aralık 2011

Yine, yeniden, eskidikçe..

Pazarlar cumartesileri sürükledikçe, tozu bulaşıyor sol yanımıza zamanın. Ağır, gri ve bulutlaşmış tozu büyümenin. Açık adreslerimizin kapı aralıklarından esen ürkek heyecanlar, pencerenin kucaklamayı bekleyen açılmış koynuna doğru hızlı adımlarla ilerlerken, gümbürtüsü var cereyanının minik de olsa başlangıçların. Kırgın cumartesilerin bağlandığı pazarların güneşi hep biraz gölge bırakıyor kirpiklere.
Yeni yılın eşiğinden değil, her uyandığımız, çoğunlukla uyumadan vardığımız yeni günün kıyısında dilenmiş, iki soluğun çarpışıp da ısıttığı yataklarda renkli kumaşlara yazılmış umutlar var yine de gelenekten de olsa.
Zamanın beklemediğine olan inancımın üzerine süpürdüğüm takvimler boyu başı boş rakamlar ve sayılar, hazır ola geçiyorlar yeniden.
Özeti yine kırgın 365 döngüsünün.
Kalbi zorlayan iklimleri giyindi, soyundu dört mevsim. Bir bir yırtıldı, söküldü, dikiş tutmadı yaralar.
Artık saymaktan vazgeçtiğimiz birler ve onlar basamağı kendi ardışıklığında mutlu mesut ilerlerken, aklımıza düşen dünlerden kış manzaraları en çok, gecelerde içimize yaslanan. Bütün ağırlığını bırakan üşümeleri tenlerin... Ten ısınıyor da, yıllar geçerken hangi denizin suyu kaç derece kestiremiyorum, burada eksile eksile mevsimin anormalliğinden bile çıkıyor bir deniz.
Bir zamanlar konuşulan dalgalar vardı, onlara varış biletlerini başka sulara verebildiğin. Mavi miyim, mor mu, yoksa gamzenin önüne düştüğü o turuncu mu. Ben hiç deniz oldum mu, dokunup da üşüdüğün, dokunup da serinlediğin, vurgun yediğin..
Bir film sahnesi var aklımda. Karadeniz'in kaşlarını çattığı, gökyüzünün denize, denizin gökyüzüne öfkesini karıştırıp o yalnızın adamın ömrünü dalga dalga tokatladığı... İskelenin ahşaplarının her dalgada, sevişemediğin o kadının kasıklarına dayanan hüznün ve zamansızlığın gerginliği gibi birbirine yakınlaşıp uzaklaştığı ama ayrılamadığı...
Bu yıl neredesin. Ve bir sonraki yılın bir anlamı var mı yollar bile yüzüne titrek bir gaz lambasının kederinden ötesini düşürmemeye başlamışken..
Bir teşekkür borçluyum geçtiğimiz yıla. İnançsızlığın kavimlerinde bir daha alabora olup da yeniden bir suya, küçük de olsa bir birikintiye varacak gücü verdiği için bana. Sesine eklenen kaleminin silmediği bir umudu, uykulardan vazgeçerek de olsa taşımama neden olduğu için. Bu acı için bir teşekkür borçluyum. Aynı o akşam üzeri, ben o kadar morken ve bir o kadar da turuncuyken gamzeni bile sakınarak dudağının kıyısından çıkan o cümle gibi: "Teşekkür ederim." ...
Daha fazlasına gerek duymadığın için, kendi dalgalarımın arasında boğulurken adımlayabileceğin o tek sokağın isminden ibaret olduğum için. Onu aşmamayı tercih ettiğin için.

Daha fazlası olamadım. Teşekkür ederim...

23 Aralık 2011

gece yarısından sonrası

Sevdiğim filmleri tekrar tekrar izleyip izlemediğimi sorduğun günden beri, hayatı sürekli başa sarıyorum.

19 Aralık 2011

hatırlarsın belki ismini..*

Bir sayfanın sonundan başına, yarıda kalmışlığın gözyaşı var.
Mürekkebi dağılan kaç bininci sayfa...
Başı,
sonu,
gözyaşı,
hep unutuldu.

16 Aralık 2011

Sabah 6.

Zamanın ötesine geçen yalnızlıkları, mekânlardan taşarak hisseden başka yalnızlıklar var. Birbirleriyle bir başınalığı paylaşmaya değil, kendi zerreleri dışında kalan o kocaman hayatın hareketine, anlamların yer değiştirdiğine ve benzeşiklik noktalarının birbirlerine çarparak soluk aldığına beraber şahit olmak için yan yana düşen var oluşlar...
Düzensiz olanın içine yerleşmiş nizamla birbirini bulan sözcükler, birbirlerini tutan imlâlar, birbirlerinden taşan bakışımların keşfi var.

Temmuzun orta yerinden açılıp da denize ve karaya dökülen iki çığlığın, tarihlerin tozuyla seslerini yitirip, göğüs kafesini sızlatarak biriken pusla birbirlerine yuvarlanışını görmek var. Sesi, birbirlerinin yitikliğinde yeniden anlamlandırmak... Belki de din gibi inandığın müziğin bir parçası olmak, kalplerin el tutuşlarıyla.
Çok uzaktaki yerlerin getirdiği, çok yazlar var sol yanımızda. Dokunmadığımız bir Akdeniz'in çocuğu olmak gibi bu. Ruhundaki o nemi hissedip, turunç reçeline batan çocuklukları, masaldan sahici bir kimlik ekine dönüştürmek...

Hep geç kalmışlıklar üzerine yazılan tesellilerin yanına düşen, doğru yer- doğru zaman düzenleri de vardır belki. Bir şehri özlemenin kemikleşen sızısını yitirmiş gibiyken, yere düşen bir çift mücevher yansımasıyla öze dönmek, onu içine katmak var.
Kaçış diye eyleme döktüğün bir şeyden geriye özet, kaçtığın yere özlem duyan birinin bu kadar içinde olmasıysa, belki de resim yapmalı insan. Kalemlerini dolaştırmalı birbirine, boyalarını, ve ojelerini.
Ne de olsa konuşulmadıkça büyüyen güzellikler hep aramızdaki o kadın kalan şeyde..

13 Aralık 2011

Savruk af..

Kirpiklerimin duman altı uyuşukluğuna battığı gecelerin ardından saat bileğime ağır geliyor.
Vücuduma batan kışa neyi saracağımı kestiremiyorum ve inanmak fiilinin içe her gün yeni bir kurt düşürdüğü maneviyatın boşlukları dolmadıkça, özgürlüğe atfettiğim ihtişam soyunuyor. Soyundukça, üzerinden bir bir attığı katlar dünkü kıskaçların bıraktığı bereleri düşürüyor.
Ne yeni bir ten, ne yeni bir ruh, ne de yeni bir ömür açılacak kabuklar attıkça. Her doğrumun en azından çift yalanla geri döndüğü hayat karnemde, imlâ yanlışlarına bile tahammül edemezken, kimin doğrusunu yaşama çabasındayım...
Sesim çıkmıyor bozkırda, uzakta bir yerde vapurların körfez üzerine bıraktığı isli nefesten ötesine geçirmiyor beni, iki kişi arasındaki sesler.
Ne kadar yokum, varlığımla... Ve ne kadar çokum, beklentisinde olduğum bir avuç hiç için hikâyelerin eşiğinde...
Susulan noktaların yan yana gelip kedere isim verdikleri yüksek masalarda, sehpa altlarında ve karanlığın örttüğü sokaklarda birbirine değer dirsekleri acının...
Alçalmayan suyun kıyılarımı dövdüğü yerde, önüm, arkam, sağım, solum yitik. Haritasız, pusulasız, Hansel'in ekmek kırıntılarını bile edinemeden yürüdüğüm bir hayatın hangi kırık kaldırımındayım; tüm anların bilekleri burkuluyor...
Yazık bir uyanış yarın, doğumundan neye ümit rengi biçtiğim belirsiz, yeknesak kalp atışları...
Göğüs kafesime saçılan sisin ortasından düşersem maviye diye, belki...

6 Aralık 2011

"..Sen de beni, benim kadar...? "

Mücadele alanına dönüşülen ilişkilerin sarmalında susuyoruz ya, o zaman sessizliğin erdem olmaktan çıkıp göğüs kafesini zorlayan bir ağırlığa dönüştüğünü kabulleniyor varlık.
Bu kaçıncı tıp.
Bu kaçıncı unutuşum sözcükleri kullanmayı.
Üstelik bu kez, kalemin yazmadığı, yazsa da okunmadığı bir yerdeyim. Böyle değildi öncesi. Sesimi kaybetsem de ellerime inanan bir şeylerle yaşardım. Ellerimi tutarak, bütün kuvvetiyle sıkan ve ağrı dindiren süreçler.
Şimdi hissizleşen bir gün sayımı gibi. Sözcükler bu gün atımında bana yanaşmadıkça bütün sokaklarım kime doğru.
Kendime bile seslenmediğim yerdeyim. İçimden geçenlerin sıfatları, zamirleri yitik, cümle yapılarımın kamburluğundan kalbim sakatlanıyor.
Benim ellerim sevilirdi, ben sesleri severdim.
Acıyor sevgim.*
Yelkovan batıyor nefeslerimin aralığına. Asla susmayan tiktaklar asla uyutmuyorlar düşüncemi. Düşüncemin bir sesi yok, hayır; notalardan fa da değil.
Ben bileklerimin, şehirlerde yeniden kurulan masallara dayanmasıyla inanmıştım bir şeylere.
Şimdi bileklerim sadece ince. İnce bir çift bilek, kalemsiz; çıplak. Kalem tutuşunun bir şey ifade etmediği bir yerde, aşktan bilezikler takılmayı bekliyor.
Ne tuhaf, sanki buna inanabilecekmişim gibi. Sanki ihtimal varmış gibi.
Ellerimin sevildiği yerden, sesimin beklendiği yere geldim.
Sözcüklerin anlam bulduğu kalp sayfalarım çevrilmiyor, hepsi birbirinden ağır. Tozlu kapakları ne kaldırır.
Mektup beklemeyen bir zamanın ortasında, neye tutunur masal.
Evden sonra, evdeki son yaşanmışlıktan sonra nasıl boşlukta soluk alış.
Ellerim ağrısa, vapurlara binerken birileri tutup sıkmak istese ellerimi, birlikte yazmak, birlikte güzel şarkılarla...
Sesini özlediğim insanlar var.
Belki ellerimi özleyen...

2 Aralık 2011

Bu su...*

Omzumdaki narla dinleyeceğim bu gece seni.
Ömrümün her anına el koyabilen varlığını soluyacağım.
Henüz ben birileri için hayal dahi değilken, dinlenilen müziğinle bağlanan varlığımı düşüneceğim.
Sen, benim ninnilerim... Sen, benim ilk aşkıma imza, ilk sevişmeme sebep, ilk aldatılışıma tanık, ilk saplantıma sıfat...
Şimdi bak, yine başka bir şehirdeyim, yine sen varsın...
Tenimdeki izinle varsın.. Var oluşuma özet geçen sözcüklerin, içimde akan hayata karıştırdığın sesinle...
Anlamsın.
Ömürsün.
Her kapımı açan tek anahtarsın; zayıflığım ve tüm gücüm...
Sularıma dalga, derinliğime mavi, ismime güzelleme...
Ben sadece, seni bir başkasıyla paylaşmalarına kalbimi zorlayamıyorum.
Tek kıskançlığımsın...
Vermesinler, hediye etmesinler..
Adı aşksa, olmuşsa...
Lütfen, bir tek sen...

http://fizy.com/#s/1aimci

~öp.


"otobüs durağının müphemliği; benim seni her görüşümde ellerimi, kollarımı ve bilhassa avuç içlerimi nereye koyacağımı bilemememden kaynaklanıyor. nasıl bir merhaba’nın uygun olduğunu bilemediğim gibi, vedalaşırken kelimelerim arasında yapmam gereken seçimlere seni seven organlarımın üye tam sayısının beşte üçü bile katılmıyor. aklım ana muhalefeti kalbimin. aklımın iddaasına göre, vedalaşırken, ‘öpüyorum’ diyip öpmemek çok saçma. yine de, bilmeni isterim ki;

seni, izin verdiğin her yerinden / aşk’la, şiir’le öpüyorum."

M.

#oyle.

1 Aralık 2011

Çoğul ekinin tekil hali.

Beklediklerimiz, beklemeksizin bulduklarımız.
Yarattığımız bütün şanslar ve yaratılmayı beklemeden kendiliğinden kesişen birkaç şarkı, iki çift bakış.

Birbirimizden başka seyirciye ihtiyaç duymadığımız bu kaç perdelik oyunda, en çok; birken, çok olabilme ihtimalinin senaryolarını deniyoruz.
İsimler ve bedenlerden öteye geçen tortuları zamanın, zorluyor kalp atışlarındaki düzeni, göz pınarlarında biriken yorgunluğu.

Zamanın değil, ruhun ilaç olduğu yerden bakıyoruz bu aralar dünyaya. Çirkin dünyaya. Dünya sahiden çirkin bir yer. Gürültüsüyle, tozuyla, zalimliğiyle. Çocuklardan sakınılması gereken kadar çirkin bir yer. Kimsenin birbirini dinlemediği bir yerde, masal anlatma çabasındayız.
Yine de kelimeler var, gürültüden sapıp sessizliğin ihtişamıyla destanlar gibi dökülen. Gökyüzünün ve denizlerin ve toprağın bütün kudretleriyle dağlara yaslanan, yağmur olup dökülen, karın kapladığı gönlümüzde açıkta kalan parklardan renkler var...
İnancımızı, içimizi eze eze yok etmeye çabalayan bu karmaşa içinde, ikiden bir, birden iki olmaya; mevsimlerin ve coğrafyanın tanıklığında ruhlarımızı seviştirmeye çıkıyoruz.
Sol bileğimizde atan zamanın sesinden uzakta, çok uzakta...

30 Kasım 2011

Biliyorsun..;

"..Aşk bir dengesizlik işi
Sensiz olmaz
Dengeye dönüşen bir sevgi
Sensiz olmaz..."

28 Kasım 2011

Gidiş, kalış, dönüş.

Değişip dönüşen şeylerin ton farklarını yakalamanın derdindeyim. Raylar boyunca, incecik, kurumuş ağaçların çıplaklığına inat sallanan tek sarı yaprak.. Birkaç yüz metre sonrasında dolgun bir turuncu... Bulutların ağırlaşan yükünün gölgesiz bıraktığı renkler yıkanalı olmuş biraz, yine de toza meyletmiyorlar.
Bu coşkunluktan içimde yer seçen bir şey var. Karmakarışık olan gökkuşağı renklerini yeniden hizaya sokmaya çalışan bir şey.
Yazların ve güzlerin rengine iç akıtan bir ılıklıkken, çok mu üşüdük de titretiyor uykusuzlukların bir başınalığını kış başlangıçları?
Duymayı özlediğimiz kokular, dinlemeyi istediğimiz hikâyeler...
Zaman beklemiyor. Yirmi dört saatim dört mevsim. Zaman hiç beklemiyor.
Beklese, uzun uzun izlerken o manzaraya karışıp, gri ve cılız bir gövdeyle sarı tek bir yaprağa tutunmaya çabalayacağımı biliyor.
Bulutların ve dağların buzdan mavisini yırta
n bir gün batımı kızılını tutabilecekmişim gibi uzanıyor raylar. Yolda olmak. Bir serginin zamana yayılan insan manzaralarından dökülen konusuydu. İstanbul'daydık ve mutsuzduk ve yollara inançlı.
Yoldayım, sol yanımda gözlerimin hasret kaldığı bir mavi boy...
Mutsuz değilim, mutsuzluğun mevsimlerinden ayrıştırdığım sıcaklıkları değdiriyorum tenime. Kimisi ne umutlu. Kırık bir tarihten, coğrafyalara kurdele kesen bir yeni doğmuş tebessüme yürüyorum. Gemileri görebildiğim bir yerden, tren camlarının taşıdığı parmak izlerine dokunarak yazıyorum.
Yolda olmak, tüm bu zamanlara yayılmış kederin kabuğunu kaldırıp, yarayı yeniliyor gibi. Yaraları hatırlatan yolların pansumanı, parmak uçlarının kesiştiği bir nokta..
Doğanın, var oluşumu gelin yaptığı bir yol bu. İçimi deşe deşe,
özüme vardıran. Kim demiş ki soyunduğumuzda berelerimiz de akıp gidecek diye. Çelik zırhlarımız, keskin sözcüklerimiz, dokunulmazlığımız var üst üste geçirdiğimiz. Yavaşça sıyrılıyorsa bunlar beklemeyen bir zamanın eşliğinde, daha ne kadar hazır olacağız aynaya bakmaya... Beraber bakmaya.
Belki de benim yaram, sana bir sarı yaprak...

Ve kalp atışları.., onlar sahici olan şeylerle biçimlenen müzikler; duydukça...


23.11.2011- 16:26
Eskişehir- İstanbul

Başkent Ekspresi



Güzel uyanışları başka şehirlerde de devam ettirmek hayata dair önemli bir umut ışığı. Mesafenin başkalaşarak ılıklaşması. Sınav gibi değil bu. Yıldızın, bir diğer yıldıza öyle uzaktan bakması, ama bir arada göründükleri evrende ışıltı olarak gözlerimize yansımaları gibi...
Uykuların fonundaki gece ve uyanışların elini tutan manzaralar tuhaf. Bakışımlarla biçimleniyor gibi..
Kaç zaman sonra denizdeyim... Yüzeylerinden hikâyeler akan bu binalara suyun rengi çarpınca, güneş bile cüretkârlığını döküyor bu kış günü...

Gözler var; meraklı, kederli, umutlu... Gözleri ve onların bakışımlı dünyalarını taşıyan bir vapurda, şehirlerden taşanları düşünüyorum. Bu şehrin hikâyesini başlattığım zamanın ne kadar dışındayım. Ne zor unutuldu kimi şeyler, kimisi nasıl da köpüğünden sabunların..
Sokaklarındaki basamaklara kapanıp ağladığım şehirde bekleyişteyim şimdi, barışıklığı... Küsemeyeceğim kadar hikâye biriktirmişim, içinde olduğum arada zamanın.
Ve zaten, bazen herkes burada gibi..

Evimde kalamayan ne varsa, gönüllerine bu şehri yüklediler. Aynı şehrin sokaklarında yabancılaşmanın iç ezen halinden sonra, kollarını açar gibi yalnızca var oluşlarının bilgisinin tesellisi bile.
Unutmadığım otobüs durakları ve gümüşçüler arasından saman kağıdı defterler almaya gidiyorum. Bu şehre en çok yakışan sözcük bu; mektup...
Geçen kıştan bu kışa, hâlâ öpüyor heyecanları, martılarıyla, kalabalığın yalnız bıraktığı adımlarla...
Acıyan canıma su döküyor belki burada olduklarını bilmek... Birkaç gün soluduğumuz havanın değil de, adımlarımızın kesişme ihtimalinin oluşu..

Döneceğim yerin huzuru belki bu sefer...
Yer değiştiren anlamları coğrafyaların..

Ne kadar oldu denizde olmayalı...
"Hey koca dünya nasıl avucumuzdasın..."


24.11.2011- 15:44
Kadıköy- Karaköy Vapuru



Karanlığın metale değişi, ürkek bir serinlik bırakıyor yol uykularına. Eksik olan şeyin garlarda bekleyişine yüklenen bir teselliyle alevleniyor sonra iç.
Pencerenin ardında, görünmeyen gövdelerindeki halkalar boyu sarsılan kül rengi ağaçlar, sonbahar yapraklarının, yumuşaklığına battığı bulutlarıyla gökyüzü uzanıyor... Mesafesiz olarak göremiyorum.
Bir ayın içindeki dörtlü gün dönümünde nasıl değişti doğa, gece bileyim istemiyor.
Oysa yan perondaki yolcusuz tren bile, dışının tıka basa graffitileriyle burada, bu ismini bilmediğim yerde bir şeyler olduğunu bağırıyor. İnsan elinin değdiği yerlerde ağaç olmak, topraklar boyunca uzanmak ve yalnızca geceye sığdırmak mahremiyeti... Sonra metal kesişmelerin gürültüsünde soyunmak korkuyu ve gün doğumuna, dallarını kucaklayarak göğe yükselen bir ağaç olabilmek yeniden... Körfeze değip de geçtik mi, bilmiyorum; karanlık. Ve benim siyasi harita mefhumum da bir o kadar karanlık.
İnsanlar tuşlara basıyorlar; ekran aydınlatan tuşlara. İçinden başka insanlar çıkan ekranlar. Karanlığı tek başına yüklenen birisi yok. Uykuyla birleşenler görmezden geliyorlar karanlığı, daha da karartarak bir şeyleri...
Tüm bu görünmez çıplaklığın ortasında bir adam pişmaniye satıyor. Bağırarak. Pişmaniye. Bahar gündüzlerinin birbirine karışan, şekerli bulutlara benzeyen bir helva.
Bu karanlıkta, bu soğukta, bu yalnızlığında ağaçların ve başlangıcında kışın; pişmaniye. Gözlerini kırpmadan.

27.11.2011- 19:41
İstanbul- Eskişehir
Sakarya Ekspresi

22 Kasım 2011

..diye değil*

"..sen nehirleri yataklarından ayırırdın da örterdin üstümü
hani yuvarlanıverirdi taşlar hani canları isterse
lunapark üzgünüm
diye değil
bu sefer mutsuzum ama keyfim yerinde
gel beraber
diye değil

karanlık, artık hurda bir eşyadır ve en güzel yerinde durur evin
hiç gitmemiş gibi ışıklar ama..."

21 Kasım 2011

dur-aksama.

Sonsuzluğu vaadederek gelenler... Gelenler...
Güzel şeylere kanmanın sözünü beraberleştirmeye gelenler.
Sonsuzluğa kefillik istemi.

Dün gelenler, bugün görünmezler. Bugün gelenlerin yarınına gökyüzü nasıl örtülür...
Sonsuzluğun şefkâtli bir şey olabileceğini hesaba katıp da mı başlasak yıldızlarla yıkanmaya..
Böyle kırağı damlasına giyinip de nasıl yaz gülleri dökülür yoksa...

http://fizy.com/#s/1ltyhy

19 Kasım 2011

Karşı gecende... •

durmadan taşırdım yanımda üç şeyi
iri çakıl tanelerini, çatlamış bir narı
bir öpüşün bıraktığı harlı lekeyi
ipekten
çalınmış
umutlarla taşırdım
ah sevgilim derdim, ölüm
ne kadar çoktu yaşadığımızda.

bize hep beyaz mendil
sallayan
ölüm ki,
iki kapısında
haki bir yalnızlık
dikilirdi.

ve hatırlatırdı
bize, güz kuşlarının
uçup gittiği denizleri.

bense, yulaf kokan
dağlı ellerinde
dolaşmak gibi kolaydır
sanırdım yaşamak ve sana kansız
bir gökyüzü
getirirdim
getirebilsem ah,
-avlusunda çocukların
korkmadan oynadığı-
lalelerle
donanmış simli bir gökyüzü.

bir öpüşün bıraktığı harlı lekeyi
çatlamış bir narı, unutmadım.

Behçet Aysan

17 Kasım 2011

"Açıklarımda batmış yüz binlerce gemi..."

Rüyasızlığımda uçuşup, bulutsuluğuyla kıyıma varan, karışmak için bekleyen; sahiden ihtiyatla bekleyen o soluğa, fırça darbesi değdirmeden portreler çizip boyadım. Evet fırçasız, hatsız.
Gözlerimi kapayarak bir dünyayı, boyumun bir hiç gibi kaldığı o dünyayı algılayabileceğimi, bir sene önce bir masal yazarken özümsedim. İnsan, göz kapaklarının ardındaki geceden kaç çeşit yıldız dökebiliyor biliyor musun..?
Ben biliyorum. Parmak uçlarımızın tanımak istediği* şeyin ruh; o tadı kavranamadıkça yoğunlaşan ılıklık olduğunu, sevişme arzumuzun, ruhlarımızı birbirine karıştırma isteğinden doğduğunu... Nefes aralıklarındaki sözcüksüz dilimlerde isminin ve ismine bağlanan anlamların yankısını duymayı ve mesafenin soluğunu tutup nabız ölçmeyi...
Birine isteyerek yenik düşmeye başladığım günden beri etraftaki şeyler, anlamlarını bir diğerine ödünç veriyor, ve sonra başka şeyler de ötekilere. Sabitleşemeyen bu anlamlar bütünü, sürekli bir devir teslim törenine katılıyorlar; hep yeni baştan.
Yedi senedir, ellerime çiçek düşüren sabahlar, mücadeleye şefkât katan parklar, gecenin sabaha karışmasına anason kokusu ekleyen filmler, şarkılar biriktirdim.
Sayısını bilmediğim kadar, sayfaları kabarmış ve mürekkebi dağılmış defter.
Sanatın öpücükleriyle kesişen yolların mucizeleri.
Tene ve tine mühür gibi bastırılan söz vermişlikler.
Olduğum ve olamadığım sıfatlar.
Yarım fiiller.
İkiyken bir kalmışlıklar.
Şimdi ben yolun neresindeyim, gölgem neresinde bilmek istemiyorum.
Bazı anlar; saniyelik anlar çok seviliyor, bir ömür seviliyor.
O anların, ihtimal dahilinde bile olmayan tekrarları için bir ömür bekleniyor.
Defterin birinde bir gözyaşı kabartısı olduğunu bilsen, yetiyor bir ömür.
Hafızanın unutmamaya direttiği o anlar için; o saniyelik anlar için seneler gözden çıkarılıyor.
Yitikliğin, bîtaplığın, eksilmişliğin bir kırık merhabayla, yerini sonsuz umuda bırakıyor; birkaç eski ve güzel sahnenin tekrar gösterimi olur belki diye..
Ne çaresiz bırakıyor insanı inanmak ve ne çok eksiltiyor hayal kırıklığı..
Bugün ayın on yedisi. Kıştan güze nasıl da yer değiştiriyor anlamlar.
Biz ne kadar...
"Umulmadık bir gün olabilir..."

15 Kasım 2011

..geçer; ...*

Hayat... O, sahiden kalıyor değil mi Ortaçgil Amca?

12 Kasım 2011

Üzerinden...*

Kimse beni duyuyor mu? Duymasın. Sakın.
Yaprak yaprak dinginliği dökülüyor dudaklarımın kenarında kıvrımlanan sessizliklerin, dallar atıyor kendiliğinden... Sürüklendiğim taş sokaklardan çocukluğumun, ilklerin, teslimiyetlerin tozlarını toparladım; polenlerle saçacağım çiçekleri özleyen bir bahara. Erken kıyafet dikiyoruz bu kez nisana. Renklerine, aramızda akan, akmak için tutuşup eriyen bir şeyler karar veriyor.
Kışı atlayan bir tarihi bekliyoruz. Atlamayacağını bildiğimiz sıkıcı üşümelere ortak kazak örüyoruz. Atlayan sadece ilmek ilmek kırgınlık. Işıtacağız şubatları. Şubatları. Son şubatı ve bundan sonrakileri. Eksik günlerinin hikâyesini biz yazarız belki. Başka bir biz. Başka ülkeler konuşarak, atlasların üzerinde yuvarlanarak.

Güneş eriyor tenimin altında. Bileklerimde ağustosun flörtöz kokusu kışı yokluyor.
Çayların tadından arta kalanla resim yapılan bir yerde sonsuz moladayız. Yol ayrımlarından ressamlar bulup, şapka çıkartıyoruz sadece sahici güzelliklere.
Yorgunluğun koyulaştığı yazlar, kendisini evriltirken naif güze, karışımımızdan akacak tonu, görülecek, görülebilecek rüyalara ayırıyorum ben. Beraber uyudukça...
Baş dönmesi gibi geçiyor dünyanın gürültüsüne inat, fısıldayan kirpik çizikli geceler...
Boynumda yürüyen minik böceklerin tenimde döktükleri ateşin bir ismi varsa, onu yazdıralım yarın geceye ve sonraki karanlığa ve bir sonraki gökyüzüne..
Bu sefer bırakalım mı, "..yalnız ikimizin sözcükleri sarmaşdolaş.." kalsın..?

8 Kasım 2011

-ma..

Bilmiyorsun.
Cümlelerin sessiz sapaklarına bıraktığım valizler dolusu soluksuzluğum, ikiden üçe geçemeyen, geceler dolusu noktam var. Ağırlığı sol omzumda birikiyor ve uyuşmuş ellerimle kazamadığım o yollar hep başkalarının haritalarına göre biçimleniyor.
Bir dile eklemlenememek, yeni bir bakışın önünde kıyafetini fütursuzca atıp, bir yenisini teninmiş gibi üzerine geçirememek...
Başarısız olduğum nice cüret örneğine her gün bir yenisinin eklendiği bu savaş alanında avuçlarımı kulaklarıma bastırırken, çağırma beni ismim olmayan bir şeyle.
Ne çok sözcük, hepsi nasıl kurşundan... Hafifletemediğim geçmiş zaman eklerinden bir yeni, kütlesini gelir gelmez karanlığıyla göğüs kafesime bırakıp da bekleyen hikâyeye daha var mı sahiden gücüm...
Benim sularım yüzlerce kulaçlık bir mavilikmiş gibi, koşulması ve aşılması gereken dalga boylarındanmış gibi durmuyor aynada. Birer birer adım atmayı unutalı kaç yüzyıl...
Tarihimde değilim. Bugünün dünleşmesi ve yarına dönüşmemesi, zincirleme bir trafik kazası kalp atışlarımda. Nabzım fısıldamıyor öyle rüzgârsızlıkta koşmam için...
Soluk soluğa kalacağım durgunluklara acıktıkça, saatleri kırıyor gelenler. Takvimler yırtılıyor. Hiç varamadığım tarihler, aylar öncesinden yapraklarını düş rengini giyinmiş gibi döküyorlar. Ağlıyor o zaman suskunluğum.
Yorgunluğumun üzerini örtecek şefkate sözcükler biçilmesine gerek mi var..
Çağırma beni ismim olmayan bir şeyle...
Sözcükler duvar duvar...

5 Kasım 2011

... dördüncü mektup

..Yıllar geçmedi, yıllar eskidi
Dokunduğum yerde kalıyorum
Yaşlı bir kelebek gibi.
Yeni bir renk buldum bugün, suyun atkısı rengi
Oyuğumdan çıktım...

Edip Cansever

4 Kasım 2011

Şehrin Hatları

Gitmek, kalmak, dönmek... Şimdi bakmak ve dokunmak mevsimi.
Sahili gördükçe, titriyor bedenim, düşüncem.. Bir tarafıma yükleniyor mavilik, varlığımı sola çekiyor birkaç düzensiz adımla.
Deniz var. Kayboldukça tutunduğun su.. Gözlerinin en sisli puslu halinde bile çığlık çığlığa burada olduğunu bağıran mavi...

Ne uysal karşılama... Taranmış saçlarıyla, yeşilini beyazını kuşanıp hazırlanmış su.
Kedi kuyrukları, parmak uçlarımı uyuşturuyor; sıcak, yumuşak...

Değişmemiş şehrin akşam şarkıları. Aynı renkleri dizmiş gerdanına, teninden buram buram havalanan anason kokusu...
Bizi üzen ne varsa* sakladın mı ardına? Yoksa affetmene az mı var?
Böyle güzel olma, sana meylim yirmi iki yıllık...

02.11.2011- 17.46/ Karşıyaka- Alsancak Vapuru

30 Ekim 2011

Akıntıya karşı..*

İçimden sokağa taşan bir şey var.
Boyumun yetmediği pencereleri ardına dek açıp kışın habercisi göç yollarını yokluyorum parmak uçlarımla..
Eski bir şarkının kapısını çalıyor kuru dudaklarım. Çağlayanlar karşılıyor beni hudutlarında kanatlı heyecanların. Dağlar yeşile boyanıyorlar gelin olmadan önce.
Her zaman inandığım yollar, bu kez tozlarını daha gelişigüzel, daha güzel, daha onunla güzel saçıyorlar.
Güzler boyunca sancı taşıyan içimiz kasım yağmurlarına giyiniyor. Dökülecekler, koyu günbatımı renkleriyle. Avuçlarımızın içi alev alıyor gecelerin telâşında. Martı ürkekliği; vapurların metallerine takılı kalmış... Ve içimize çöreklenmiş kedi sıcaklığı, kestane kokusuna karışan...
Soyutluğun mevsimlerini boyuyorum yalın saatlerle. Fırça; susuşlar... Resim yapmayı öğrenir gibi avucumuza alıyoruz, birbirimizin acemi elini; kayıyor zaman, akıyor renkler. Düzensiz çizgilerden ormanlar kuruluyor; kendi şarkılarıyla bizi uzaktan, dehşetle izleyen güzel hayvanlara.
Karışıyoruz ay ışığına, pul pul dökülüyoruz denizlere, meneviş rengini ver bana... Ellerime yaşamak bulaşıyor, varlığıma nefes alabilen bir diğer var oluş.. İçimdeki ölüleri soyunuyorum bozkırda. Denizden haber var. Özledik birbirimizi. Özledik maviliklerini, düş kurabilenlerin.
Hikâyeler düzdüğümüz bir iskeleye çarpan sularımız var şimdi; aydınlık; koyu bir aydınlık...
Yarından haber var...

http://fizy.com/#s/1aitwg

28 Ekim 2011

ağıt

Çılgın!.. Bir dağdan gelen ses!..
Kimliği karışık. Bir ölünün içindeyiz.
Ellerim tükenirse ne güzel!..
Kıyı adamlarına içki götürüyorum.

"Bir köpeğe bir ağıt
Bir kadına bir ağıt
Bir kıyıya bir ağıt
Bir doğu kentine bir ağıt
Bir batı kentine bir ağıt
Bir kantine bir ağıt."

Coşkun süreç bütün bağışlanmazlığını almış gidiyor.
Su hazır.
Herkes kendi azlığını almış gidiyor.
O trenler, uzun şeylerin aldandığı,
Bir boşluğu betimleyen ey en güzel resim.
Akşamımız kıyı alışverişlerinin en gözde malı.
Bir çöl bitkisinin gövdesinde rahat buluyorum sırtımı
Ölüme temiz değilim.

"Bir gün bir şeyler aranırsa
Bu benim korktuğumdur."

Ah sonsuz düzen
Nasıl da varsın..

"Toprak kara ıslaktı. Yakardık.
Açılan çukuru gördük. Derindi.
Tabutu tuttuk. Tahtaları koydular.
Tabutu indirdik. Ağladık.
Toprağı ellerimizle attık. Ağladık.
Ölüyü gömdük."

Turgut Uyar

23 Ekim 2011

Hesaba yaz, sonken bahar..

Ömrün, kendisini asla yenemediği bir karşılaşma gibi. Süreci tezahüratsız. Ve sessizlikle sınanan. Fısıltılarının, varlığının duvarlarında yankılandığı... Tarihlerle kendini avuttuğun bir doğum çığlığısın sadece. Yankısı dağılıyor senelere.

Hayata giren ne varsa çıkıyor. Tutarlı ve bir o kadar da göçebe ve iskelesiz hayatına adresler vermek ne kolay. Sokakların çıkmazında, boyunu aşan duvarların dibine gömülmek ne...
Her seferinde aynayla imtihan edilmen ne sefil.
Göz kapaklarını kaldırıp, yüzünü güneşe dönmek için birkaç fiilsiz de olsa cümle kırıntısına sabahlamaların...
Takvimleri yitik kısır döngülerde dönen başını yaslayamadıkça "iyi" diye ayırdığın anılara...

Beklemek ne anlama geliyor ortak coğrafyalarda? Kimi zaman otuz kere, kimi zamansa otuz bir kere ölen günlerin bile eksilmişlikten intihar edenleri var.
Sahi, şubata ne kaldı?

21 Ekim 2011

Ve yakın...

"..Beynimizde bir simyacı grubu var; durmadan çalışıyor, hayal üretiyor. Yakınlıkları gelip geçen kokulara, sıcaklığa; bir temastan, bir öpüşten geriye kalan neyse ona çeviriyorlar... Eğer içimdeyseniz hep öyle kalma isteğine, içimden henüz çıkmışsanız içimde olmanız isteğine ve uzaktaysanız yine içimde olmanız isteğine..."

17 Ekim 2011

Dağılgan*

Bu şehrin sesini bilmiyorum. Akasya kokan baharları taşıdığını belli edercesine ferah kokuyor sızlayan güzü bile ve dokusu, gecelerden akan mor satenler giymiş tenlere benziyor.
Bulutlarını henüz tadamadım, davetkâr ve her gün başka bir kıyafet giyen gökyüzünün. Zamanı var soyunmak için ve çıplak bırakmak için benim de parmak uçlarımı...
Sesini kestiremiyorum, soluğunu... Bir radyo frekansına yakıştıramıyorum henüz sohbetlerinin fısıltılı tonlarını. Bu, nereden bakarsan nefesinin buğusu yüzüne çarpmayan bir sevgili gibi...
Hikâyelerini anlatmasını bekliyorum; sokaklarını varlığıma açarak. Hikâyelerini, notalarıyla anlatmasını...
Şehrin sesini tenimde duymak istiyorum. Titreyen dalgaların kulağıma değip, sıcak, çok sıcak içimi ürpertmesini, gözlerimi kapatmasını...
Bir sarılışın şarkısını arıyorum. Gecenin koynunda, açıkta kalan adressizliğimi cüretkâr bulup, beni kavrasın istiyorum soluğu. Sesinin ayrımlarındaki esleri üzerime saçmasını, nefesini baş dönmelerimden toplamasını arzuluyorum.
Ben en çok, sesinde eridiklerimi var ediyorum.
Turuncular gitmeden şarkını söyle...
Seni çok istiyorum. Bu şehri, çok...

14 Ekim 2011

Ekimi.

içindeki sessiz parlaklık
elini kestiğin bir yerlerden görünür
sözgelimi bir tırnak kenarında
kalbini anlatırken kalbinde
bir şiiri okurken şiirden sızan kanda

öyle ki
gözlerin maviyse de pembeyle bakarsın bana
kalır aklımda

çünkü o
ekim günleriyle aralıksız boyanan

bir ırmağın durgun sesidir
iyi ya, ekimdir işte, kasıma ne kalmıştır şurada
yani bir çay ocağının başında

bir adam şekerlere çocukluğunu sevdirir.


nereden nereye

dün akşam evinin önünden geçtim
nedense uğramadım sana

sanki dünyaları kapsayan bir uğultu
azala azala
yol boyunca yapraklarda oluştu

boğaziçi iskelelerinden birinde

sarı bir elmayı dişledi bir iskele memuru

iyi biliyorum günlerden perşembeydi ve akşam
o kadar da akşam değildi
hafifçe yanmış bir simit yenebilirdi
okumayı bilsem köşedeki eski çeşmenin
saçları örgülü çeşmenin
alnı armalı çeşmenin

yazıları rahatça
okunabilirdi.


göksu deresinin orada

köhne ahşap bir bina

üstünde bir yazı: brasserie
sanırım işgal zamanlarından kalma

kıyıya çekmiş motorunu ahmet abi

şimdilerde dikiş dikiyor gecekondusunda

nicedir gördüğüm de yok

yüzyıllardır geçmiş sanki aradan
gerçekte zaman da ne ki

o olmasaydı, onlar olmasaydı
gelecekte insan gibi yaşamanın onuru
elbette gecikirdi
yeri gelmişken saygıyla, içten

merhaba ahmet abi.

saat yirmi on beş'de bir vapur var köprü'ye

çay ocağının karşısında oturacağım
demli çay, mavi gözlerin
gözlerin neden mavi
aklıma geldi birden

istanbul'da doğup büyüyen
herkes

masmavi düşünür kendini bir mozayık gibi
mavi bir dünyadan gelir en önce

mavilerle yaşlanır

koyu mavi bir toprakla örtülür üstü

geçelim

daha pek düşünmek istemiyorum ölümü
yeter ki eksilmesin öfkem

yeter ki aklım gücüm yerinde

ve sonuna kadar direnmede


adımı unutup

bir kaya gibi sert ve görkemli kalmayı bileyim
elbette umutsuzluğa düşerim bazan

elbette umutluyum her zaman

neden yazılır bir şiir

çünkü nasıl aşılabilir başkaca

insanın karmaşıklığı.

evet

dün akşam evinin önünden geçtim
içim hem kimsesizdi hem kalabalık
bu demektir ki sevgisiz düşünemiyorum sevdayı
bana söz ver yarın akşam

göze al her şeyi yeni baştan konuşmayı.

Edip Cansever


*fotoğraf: Charles Cushman

13 Ekim 2011

sessiz- Se.

"Ekim falan da gider bu gidişle..." demiştim, yaslanarak acılarına şairin. Sonsuz bir sessizlik uzatmıştı cevap diye. Serin ve sessiz. Her haftanın çarşamba akşamları gibi; çok konuşup da, daha çok sustuğunu hissettirdiği şu akşamlar.
Uzun zaman oldu. Ölçülerin arasında kalan boşluğun esnekliğini mevsimler belirliyor benim rakamlarımda. Bu yüzden, iki yaz, bir kış ve bahar, bir buçuk da güz dolduruyorum kavanozlarına, biriktirdiğimiz çakıl taşı kelimelerin.
Son birkaç günde içten içe ve belki de yakın durduğumuz soluklarla karşılıklı oturup düşündüğümüz, başlangıç ve bitiş noktalarını avuçladım. Hiçbir şeyin bitmediği ve her şeyin başladığı soyut fırça darbelerini.
Çok sokak ismi geçirmedim bu hikâyeden, belki de "bu sokaklar, bu meydanlar ikimize yetmez..." diye.
Girizgâh ustası demeliyim belki sana. Sana herkes bir şey diyor ya, bu farklı. Dolaylı olmayı dilediğin sebep ve sonuçlarda, hiç fark etmediğin o başrolün repliklerini saklıyorum ben yastığımın altında. Son vurgunumun altına imzanı atmadığın ve bizi ayrı şehirlerde ayrı hikâyelere savurmuşken, bir çarşamba akşamından bile esirgediğin için.
Kim bilir, şarabımın rengini öğrensen kaç dağınıklığın düzelmeyen kırışıklıklarını ütülüyor olacaktım uykusuzluklarımla...
Şimdi ne söylemeliyim sana? "İyi oldu gelmediğin..." mi?
Ondan ve benden daha fazlasını biliyorsun bizle ilgili. Bizim çatallı seslerimizi, cümleler arasındaki titrek boşluklarımızı düzelten ve dolduran, hem şiirli hem ölçülü sözcüklerin var.
Kimse söylemedi, ama sen ve ben hep bildik. Şimdi, beni saldığın o hikâyenin paramparça halinde debeleniyorum, ama sen doğaçlama yaşıyorsun hayatı. Biz zorlama uyanışlarla sessizlik giyinip, kelimelere acıkırken, sen ikimizi de bırakıp rüzgârlar gibi esiyorsun.
Yakında kış gelecek ve biz, ayrı ayrı; o ve ben, seni arayacağız. Birbirimizden -özel olarak- habersiz. Unutmuş gibi yapacağız, reçellenmiş gibi birlikte oturduğumuz sofralar... Yine içkili, çaylı sözler vereceğiz başka şehirlerde buluşulacak, başka isimlere tabak koyulacak yanımızda. Tekmişiz gibi üç olacağız, üçmüşüz gibi çok...
Birleştirdin mi, parçaladın mı sen denizleri çocuk?
Ben bu hikâyeyi hiç öğrenemeyeceğimi bile bile, hep bildiğim o şeye sığınıyorum; bunu sen yaptın, biz sana hep katıldık. Kendi ayrılığımızda bile.
İyi mi oldu gelmediğin?*