28 Nisan 2015

bu mevsimde..


Mayıs arifesi. Bir şeye ihtiyaç var. Çözülme, birleşme, erime, bir şey. Mayısın, tüm gidişatı bahara devşirme hareketi olmalı. Patlayan dallara eşlik edecek oluk oluk bir şeylere ihtiyaç. Bazı kapılar var, gün gelecek de çekinmeden parmak eklemlerimizi dokundurabilecek miyiz üstlerine. Belki mayıslar kilididir onların. Bu aralar kalbim de, o tek kilidi dönsün diye istiareye yatmış bekliyor. Sayıklaması iki hece, çok ses. Zihninin kıvrımlarına biletim olsun, sonra derinliklerin üzerinden geçelim istiyorum. Tekrarı olsun mesafesizliğin. Hayatın iznini. Duyu organlarım bütün işlevlerini eksiksiz yerine getirsin. Tam olmak arzusu. Tamam olmak. Tamamlamak. Tamamlanmak. Belki de dünkü yaraları bereleri, eksik kalmışlıkları tamamlana tamamlana öğrenmek veya hiç bilmeden yeni bir bahara yazılmak birlikte... Bugüne dek kelimeleri acıta acıta kullandığımız ne kadar şey varsa şimdi öpe öpe. Belki tarihe başka türlü bir şey yazılmalı bu kez.
Ömrüm, kalbim ve tenim.
Mayıs istiyor.
Artık.

22 Nisan 2015

sayıklamalar


Nefesimi kaçta bırakacağım. Kaçtan geriye saymaya başladım bu sonsuz sıkıcılıkta ayaklarımıza nasıl dolandığı muallak renkleri... Dün bir yerde bir kadın "En kötüsü de insan beklemekten vazgeçemiyor." dedi. Vazgeçmek. Bekleyişin tükenmesi. Hayatta neye dair, başka hangi hissimiz bu kadar deli kuvvetinde ve tükenmez bilmiyorum ama beklemek; nefesini bir ömürlük tutup beklemek, yaşamı konservelemek tuhaf... Hayal kırıklığı bilmeyen bir şey. Bilse de görmeyen. Belki bitişte varacağı yeri dahi yolda unuttuğun. Beklemek bir eylem. Beklemek bir durma biçimi. Beklemek bir pasif direniş. Sabır. Sessizce bir taşı oymak, yok etmek, yenisini yaratmak. Yüzyıllarca gözetlemek, sonucu olsun olmasın, bilmeden beklemek.

Aylardır iki saksı Afrika menekşesi başında kadife bir bekleyiş içindeyim. Beklemek değiştirir. Büyütür, geliştirir, değiştirir, azaltır, bazen öldürür, bazen yeniden doğurur. Çarpıntılı bir durağanlık ve gözyaşı boyu bir çaresizlik. Çaresizlik de ıslak bir şey işte, tuhaf. Bir bitiş rengi gelip bıraktı sanki içime tohumunu. Atmak istiyorum veya ikna etmek dönüşmesine. Ama tek başıma kuramadığım cümleler var. Sanki ardından hemen bir vazgeçiş sürükleyecek gibi. İkircikli bir duruma evrildiği anda uçurumun yolunu gösterecek gibi. Korkutuyor. Varlığından vazgeçebileceğini fısıldayıp duruyor. Varlığınla yokluğunun bir olması kırıcı. Olmasa keşke öyle. Kırgınlık çok ağlanası bir şey. Kimde durursa dursun öyle. Ne evrensel bir yas kıyafeti...

Beklemek aslında çok büyük bir elde ediş beklemiyor sonlanacağı yerde. Tek bir kelime. Ama doğru bir kelime. Tek bir bakış. Ama akan bir bakış. Tek bir dokunuş. Ama parmak uçlarındaki o sıcaklık. Minik ama yankılanan. Sahi. Bazen... Ne kadar susarsan sus. Ne kadar durdurursan durdur geceyi günde. Ne kadar tutarsan tut zaten sonsuzdaki nefesini. Olmuyor. Bazen olmuyor. Şimdi ne oluyor, onu da bilmiyorum. Bir hayat öylece durup beklerken, bir yaşayışın her anını beklerken, yaşatılmak için bir ışık beklerlen, sonsuz hareket ne görüyor kaldırımın karşısında? Bütün o hayata karışıklığın içinde durmuş bekleyen; kalbini yere düşürmemek için tek adım dahi atamayan o ete bürünmüş sureti görüyor mu. Görmeyi düşünüyor mu. İstiyor mu. Can çekiştiren bir haz. Paylaşılan bu. Durağanlığın içine sızan hareketle, hareketin kendisiyle paylaşılan bu. Belki de bir birleşmenin evreni yerinden oynatma gücünün de kaynağı bu. Hareket ve nefessizliğin birbirini içmesi. Ve o yutkunma anının sonsuzluğunda kalmak istemesi.

Beklemek.
Bazen kavurucu acı.
Bazen ölümcül güzel.

17 Nisan 2015

"gökyüzü ne kadar güzel, buradan daha güzel..."


Pencerelerden belimi sarkıtmayı arzulayacağım mevsim geldi. Saç dağınıklığının üzülmüş kalpleri gıdıkladığı, yakası paçası dağılmış, uçarı renkli hafif kumaş buruşukluklarının gamsızlaştırdığı günler. Bir cumartesi duygusunun içimize çöreklenmesi birkaç kapı boyu. Yüzümüzü hafif bir esinti yalasa ömrün tatili havasına gireceğiz. Kollardaki saatler yeryüzündeki toplam ağırlığımızı dibe çekiyor. Sokaklar Kadıköy olup yürünmek, sular akşam güneşiyle nefessiz öpüşmek istiyor. Vapurlar her gün ama her gün aynı saatlerde yaptıkları seferlerine yeni masallar edinmenin peşindeler. Havada bir yeşil elma ısırığının ekşimsi tatlımsı yeşilimsi ama dudaktan kızarık tadı var.

Günler pazar tezgâhlarındaki renkli meyveler gibi saçılıyor sonsuz sıkıcılık üzerinden. Tüm günler aynı ve aynı olmamasını dilediğimiz her yeni gün çarşılardan bir umut illa ki alıp geçiriyor üzerine. Sokakta edebi bir şeyler oluyor ve ofis insanlarının bu mahrumiyetine kimse yeşil kart vermiyor. İki duble rakıyı genze,  yorgun ekran gözlerini boğaza bırakmanın mecburiyet olduğu akşam çıkışları, minibüs tekerlerine ve ocağı yalnızlıktan yanmayan mutfak diplerine sıkışıyor. Tüpü biten bir aşk ancak sulara bastırılıp yataklara götürülebiliyor. Oysa yataklar da konuşmak için...*  Dışarıdaki bahar, içeride günü devirmenin hırsıyla didişiyor. Belki de sadece saçlarını savurup hava atıyor. Güzel bir kadın saçlarını rüzgâra bırakmaktan başka bir şey yapmasa da olur. İstanbul... Güzel kadın, gerdanı açılmalı kadın. Öpmeden durmamalı kadın. Bakışı buğulu, adımı ıslak...

Bu sabah vapur düdükleri çalmadı. Dumanlı bir geceyse ve akşamdan kalmaysa şehir... Denizine dokundurtmadı. Oysa bazı kırgın haberler suyla buluşmadıkça yürek çarpıntısını soyunamıyor. Bir vapurla öpülecek ameliyat yaraları var. Bir de vapurlara sadece kalbi yük edip batıranlar var. Beklenenler, gelmeyenler. Uykusu yaralılar. Yara açan uykular... Bazı bekleyişler, yaralar ve uykular hep birbirine karışıyor. Ayrıştıramadığın yer, uçurumun. Dil yitimiyle, tek ayak üstünde beklediğin...

Hiçbir şeyin, homojen intiharını yüklenmediği yerde şehre nazlanıyorsun. Güzel kadınlar hep okşar gibi geliyor içini. Sonra çıktığın yeri anımsayıp kendini kandırmaktan vazgeçiyorsun. Kim okşasa içini...? Birkaç semt ötede yazmaya başladığın hikâyeye koşsan kavuşsan mesela, bahar da kavuşur mu yalınayak adımlarla, çırılçıplak yazdığın kelimelerle en içine, en içine, senin içine, onun içine... Artık bazı cevaplar "bilmiyorum"a varmamalı. Billdiğin, bilip de beklediğin, bekleyip de istediğin bütün o akşam şarkıları... 

Bir şiir, bir diğerine varmalı. Nisanın tavrı bu olmalı. Çok sessiz... Bu konuşkan tıpların dışı çok sessiz. Ünlem işareti yetmiyor. Bir öte sözcük bulup uzun uzun cümlelerde sabahlamayı çekiyor canım. Denize kadeh sallamak, tenimi yaslamak, fazlalığından arınmak içerinin. Bilmediğim ama çok seveceğim bir şarkının nakaratında dudaklarıma alev sürmek. Sonra bahar sabahlarından saçlarımın bulutları gıdıklamasını... Bulutların içimi gıdıklamasını... Sokağınkiyle yakışmasını kokumun.. Bir son değil, başlangıç duygusunun ikâmetini almak en derinime... Orada uzun uzun, iliklerime dolna kadar tanımak... Yeniden öğrenmek yollarını kendi evimin. Teslim ola ola...

Bakma. Yorgunum. Kendimi unutmaktan. Bir şeyleri bilmemekten. O yüzden bu heyecanım. Bir şeyleri bildiğimi emin olarak hissetmenin kanımı iteklemesinden... "İstiyorum" cümlesini kurabildiğimden. Ve bir dilek sonsuzdan geri sayılabilir gerçekleşmesi için, sahiden deli deli isteniyorsa...
İsteniyor. Bazı cesaretler vakur bir şekilde sabra dönüştürüyor kendini. Bahar geçmesin yeter. Ama bir bahar da zaten böyle geliyor. Onu unutmaktan da yorgunum bak. Dinlendirsene beni. Üzerime ağır gelen her şeyi bir kenara atıp sadece esintiye üfleyen güneşle, yüksek pencereler ardından, öylece ağırlıksız... Cümle yataklarına nefes saçarak...

Çünkü...
Çünkü bu bahar bana iyi gelen bir şeyler var.
Bütün o yıkıntılar arasından...

15 Nisan 2015

sessizlik içinde..*


Yazmak, herhangi birine söylenemeyecek şeyleri hem hiç kimseye söylememek hem de herkese söylemektir. Ya da daha doğrusu yazmak, söyleyebileceğin herhangi biri olmayan şeyleri belki okuyacak olan o hiç-kimseye söylemektir. Öyle ince, öyle kişisel, öyle bulanık şeyler ki, normal olarak en yakınlarıma bile söylemeyi düşünmediğim şeyler. Ne zaman yüksek sesle söylemeyi denesem dilimin pelteleştiği ya da yakınlarımın kulaklarının duyup anlamak için fazla kısa kaldığı şeyleri tamamen yabancı kişiler okusun diye yazabilirim. Söylenemeyenler, yazmanın sessizliği içinde yabancılara söylenebilir olur ve okumanın  yalnızlığı içinde işitilir. Yazmanın paylaşılan yalnızlığı mıdır bu acaba, ayrı ayrı hepimizin toplumdan, hatta iki kişinin oluşturduğu  bir toplumdan daha derin bir yerde bulunuyor olmamız mıdır? Neredeyse yüksek sesle söylenemeyecek kadar uzun ve ayrıntılı sesleri ifade ederken parmakların başardığını dilin becerememesi midir?
...
Yüksek sesle okumaya başladığımda, tanımakta güçlük çektiğim başka bir ses çıktı ağzımdan. Yazmak, hiç- kimseyle konuşmak olduğundan, belki daha rahat bir sesti.

Rebecca Solnit

8 Nisan 2015

.. yerden bul beni...*


"Sevdiğimi biliyorsun..."

Birinin bir şeyi sevdiğini bilmenin o doygun tadı gelip yerleşiyor damağıma. "Biliyorum"un tam "-li" hecesi. Üzerine pudra şekerini de serpecek dakikalar. Bu kez birinin bir şeyi sevdiğini blmenin lezzeti değil, birini bilmenin lezzeti. Bilmek için gönüllü olduğun o öğrenme yolunun ekmek kırıntılarından şeker evine çıkan yeri...

Sonra ellerime inanılmasının o utangaç ama güvenilir sıcaklığı örtecek üşüyen yerlerimi. Ellerimin kendini sevdirdiği yer bir yaz akşamı öpücüğünden başka neye yakınlaştırır karıncalanmalarımı..? Bunca sızı meydanı olan ellerim... Sızısını saklamakta usta ellerim. Yorgun ama kalemden başka tutacak bir şey bulamayan, bütün kışların buz bıraktığı ellerim. Ve çıkıp seviyorsun. Karıncalanmak da hafif sanki..? Bu beğeniye yanıtımı bir şarkıyla taşıyabilirim kalbine ama en ben, en engelsiz anıma bir yasağı eşlikçi seçmek ihanet gibi geliyor. Boş verelim şarkıyı, benim cümlelerim de var. Kısık sesli de olsa, hemen ardı sıra gelen sessizliklerde "Keşke öyle kurulmasaydılar, başka kelimeler giyinseydiler..." diyen cümlelerim. Ama yarım, ama tam. Gürültülü ve sus pus. Utangaçlığın da bir sesi var ve kreş gibi çınlıyor. Öyle böyle çarpıyor bir duygunluğa, naif bir ortalamayla tamamlıyor iki nokta arasındaki mesafeyi. Mesafesizliğin eriyikliğini göz kapakları konuşuyor. Göz kapakları bazı loşluklarda çok gevezeleşiyor. Bir çift gözü örtmenin yetinmezliğini yerleştiriyorlar bir diğer çifte. Onlar kapandıkça, içeride açılan başka gece bitkilerinin kokusu yayılıyor.


Mesafesizlik daha dağılgan kokularda; dalga dalga dağılıp, göçebeliğe baş kaldıran bir varlıkla kuşanır durumda. Koku giyinmek. Bu, bir ömre zincirlenen bir soyunuş. Zincirlenecek. Ve onsuzluk, ihtimaliyle dahi can yakacak. Hikâye böyle devam ediyor. Büyük bir örgüsü var... Ellerini yıkamaktan çekindiğin bir günü diğerlerinin arasına sıkıştırma halinin eyvahlığı kırıyor dudak kıyını. Üzerinden akıtmak istemediğin dokunuşu nasıl da sanki bir gömleği kirli sepetine atarsın hissi. Seve seve vazgeçmek. Hayat bunu utanmazca hep yaptırıyor. Son derece ettirgen fiillerde sabahlatıp, içini üzüyor.


Bir sabaha gerinen tebessümün frezya okşayışı da rüyan oluyor mesela. Bunun "İyi ki..."lerini kucakladığın yer paldır küldür bahara dönüşüyor. Suluboyanmış erkeni sabahın, yorgunluktan daha başka, kadifemsi bir tamamlık duygusu donatıyor üstüne başına. Bir dal oluyorsun mevsiminde, kesme çiçek sapı, çiçek çiçek açılmayı bekleyen dudaklarında, perde arası gün kıpırtısı... İzi kalsın istediğin tutulamayan zaman parçalarına dize dize bırakıyorsun kendini. "Anlat" dendiğinde tarifini yemek kitaplarından bulamayacağın o nefesin rengine kelime uydurmaya çalışmıştın ya; dize değil, söz değil, kalemin darbe darbe kendini döktüğü bir şeyler. Her neyse, nasılsa, illa izi kalsın diye... Kendini çıplak görmenin kalbini pul pul dökmediği zamana dair...


Barışma, tanışma, karışma adresindesin hayatın. Sakınmadığın ne varsa yağıyor üzerine, merkeze düşen bir koordinata varıyorsun. Ortada kalmanın sarılmayla sarmalandığı bu varış söyletiyor işte sana...


Cümlen olmasını sevdiğin, o cümleyi çok sayıkladığın, ıslak karanlığın düştüğü caddelerde sesiyle yön bulduğun, kaybolduğun, kaybolup evini kurduğun, kendini duyduğun bir nabız.


Devrilmeden durma dünya.

2 Nisan 2015

bir ışık..*


Çok kelimem var aydan arta kalan, aylara yayılacağından kuşku duyulmayan..
Defter, kitap, fatura aralarından, çanta diplerinden, mont ceplerinden her gün buruşuk ve kurşunu dağınık müsveddeler topladığımız mevsimdeyiz.. 
Temize çektiklerim bile var, bir "dünya küçük" anı yakalarsak diye yanımdan ayırmadığım, temizinde de kat izlerinin yer edeceği..
Bazı sözcükler parlak ekranlar için değil ve bazı parmak uçları da.
Sarsaklaşıyor aşklar daktilosuzlukta ve mürekkep lekesinin unutuluşunda..
Kelimelerimi sevmeni dilediğim bir yerde ellerime kurşun kalemler doluyorum, ellerime inanılmasını önemsiyorum, ellerime inan istiyorum, dudaklarıma daha çok belki; sözüme, nefesimle sessizce söylediğime.
Çok fazla kelimem var ve bu kendi kelimelerimde boğulma halini ne kadar zaman sonra yeniden hatırlıyorum..
Hatırlayamıyorum bile belki. Her şeyin yaşlandığı ve kaldırdığı tozunu indirmeksizin kendine kattığı bir yerden geldim. Orada cümleler nasıl kuruluyordu kestiremiyorum..
Şimdi sana bakıp kendimle çarpıştığım bu yerde, kelimelerin birbirini bulduğu, cümle olduğu, üç noktalardan şehirler kurduğu bu yerde..;
bir şey var.

Söylenmeyi bekliyor..