28 Şubat 2012

"Eğer bizi sual eden olursa..."

Ayaklarımızla ezdiğimiz beyazlık bile affedecek çiğnenişi, baharları getirecek toprağı çatlatıp filiz veren büyüyüşle. Her şey kendisini bunca yenilerken o, kuytuda nazlanan kuru gül yaprağının rengi değişecek. Ciltli kitapların yaprakları arasında un ufak olana dek çırpınacak bir hatıra olarak kalabilmek için...
Rüzgârlar doluyor kış pencerelerinin aralıklarından, kuşsuz bir mevsim bu. Göç yollarının çoktan izini kaybettirdiği, gurbet olmuş bir gökyüzü dilimi.. Kanatlanan ne varsa turnalara özeniyor nehrin üzerinde.. Türkü türkü dökülüyor dönüş hikâyeleri kanatlarından. Çocukluğun dağlarında kıpkırmızı gelinciklerin açtığını duyunca, dallarına da bahar geleceğinin müjdesi var bu donda gelinlik giyen ağaçlarda.. İçimiz mevsim atarken üzerinden kat kat, bir yenisinin öpücüğünü bekleyen yanımız alev alev, ten hep yanıyor; soğuktan ve sıcaktan ve ıslanmaktan ve yaprak döküşlerden... Eski bir şarkıdaki, hazan sesli kadının artık yollara ağlamayacağını söylerkenki buğusu, turnaların kanatlarından ev yapıyor gibi, yollara ancak öyle ağlanmaz sanki... Her gün, temize çekiyor kendisini. Şehir, utangaç bir kız çocuğundan, cüretkâr bir kadına dönüşüyor turnaları beklerken. Üzerindeki fazlalıkları bahar yağmurlarıyla atıp, temmuzlarda bozkırıyla alevlenen kumsallarına uzanacak sere serpe. Yollara ağlanmayacak kuşlar artık üşümediğinde, göçün yolları eve çıkmaya başladıkça...
Turnaların kanadına takılmış bir yol masalında...

22.02.2012- ibf*

*resim: Audrey Kawasaki

18 Şubat 2012

mevsimin..

Bazı şeyler, hiç unutulmasınlar diye dokundukları yerde eriyip tene karışıyorlar. İz bırakan bu kimyanın ismi dudağının kenarından yükseldikçe, hangi belleği yitirelim...

11 Şubat 2012

"Araba dolusu bir tuhaf seven..."

Geride kalanlar ve ileride bekleyenlerin ortası yolculuktur.
Yolculuklar valiz valiz bu tercihi taşırken, yerleşiklik ve yolculuk arasındaki fark da rüyasız bir uykudur. Yarım bir uyku; üstü açık bırakan, yer yer kabuslu, yer yer ani bir gürültüyle kesilmiş, bazen de sonsuz bir sessizliğin uykudan dönüştüğü bir bilinç kapanma hali.
Büyümenin mevsimlerinden yaşlanmanınkilere geçiş belirgin değil. Sesi kalınlaşan bir nefesi var hep yarının. Sürekli bir basamak yukarıdan bakan bir hakimiyeti. Kavanozlarda biriktirdiğin renkli boncukları kara saçmadan ceket yakasına iliştiren. Reçellenen tadını heyecanın, mesai saatlerinin dosya aralıklarında tozlandıran. Sürekli arkandaki gölgenin ne zaman omzuna dokunacağını düşündüğün kocaman bir tedirginliği..
Bir yerden gitmek hep büyümüş kadınların ve adamların işi gibi.
Oysa bazen boynundaki incileri koparıp toprağa dağıtmaya, ayazı bağrına doldurup öksürük şurubunun lâl rengini, ellerini ısıtan birinden içmeye gidiyor insan, karda sevişmeye, engebeli yolları parmak ucunda salınarak düzeltmeye, bahara ne kaldı demeye..
Geride kalanlar el tutsalar, salıncakta sallanacak yarınlar belki de..
Büyümek, yaşlanmak olmayacak* o zaman, yolculuklar zalimleşmedikçe...
Şimdi en bildiğimiz yerden bir şarkı soruluyor muavin koltuklu manzara arifesinde, defterleri yine biletlerden ciltliyoruz..
"Ah yağmur dönerken kara, yine yol var falımda..."

8 Şubat 2012

Sende farklı mı zaman..? *

Bazen üstü örtülmüyor gecenin. Yıldızlar sağa sola kaçışırken, lacivert akmıyor tenin beyaza kesen serinliğine.
Bileklere kelepçe atan bir esareti var mesafenin, sızlayan elleri öpmeyen, kuş kanadında cumartesiler... Kaç cumartesinin narenciye renklerini doldurdum yastık kılıflarına; sen orada, ben burada...
Üzerime geçirdiğim hırkalardan şubat dökülüyor, boş terliklerin arasına. Pencereyi okşayan damlalarından yağmurun, isimler yıkıyorum ya; sel olup, sularıma karışıp yalnız bu coğrafyanın kıyılarını zorluyorlar çalkalanıp. Bozkırlara taşmak istediğim şu sahilde, sek-sek kutularından bile taşırmadığım adımlarım takılı kalıyor. Sanki, o cumartesiler de yokmuş gibi...
Her uykunun karanlığını yosun yeşili bir ses yırtıyor, saatleri etrafımdan uzak tuttuğum, metalde yankılanan ağlamasıyla gökyüzünün, yitiriyorum yorgan altı mayıs düşlerini.
Nicedir buruşmuyor kendimi bırakmaktan kaçındığım şu çarşaflar. Uykularımla birlikte, varlığımın o somut hissi de ufalanıyor gibi; yatak büyük, gece uzun, çarşaf soğuk ve bir söz bekler gibi; davetkâr çocukluk...
Ürperiyor göz kapaklarım, kapanmamak için direnirken geceye, pes ettikleri saatleri çıplak ayaklı özlemlerin yorgunluğuna bırakıyorlar.
Sol omzumdan buzları dökülüyor şu kimsesiz kışın. Sol elimin, sokaklar boyunca sıcaklığının eldivenini giyemeden çatladığı şu zaman, sanki hiç cumartesi uyanışlarında terlemeyecek gibi...
Vücudunun haritasındaki güneyi özlüyorum. Oraya bir türlü varamayışım, küstürüyor tenimi diğer yazlara da. Sanki hiç aralamayacaksın o iki adımı engin çarşafların ortasında da, sanki hiç mora düşmeyecek iç içe geçmiş yürüyüşümüz şu hayatta...
Tomurcuk patlatan fuşya, bahar çığlığı yeşil, alkolden fışkıran mavi dökülmeyecek sanki perdelerden birbirine yaklaşan iki çift bakışın, sevişerek beraber yansımasına...
Parmaklarım sanki sonsuzdan geri sayımda, şunun şurasında kaç devir kalmışken yollara... Kirpiklerinin ucu baharken o bozkırlarda, ve gecenin ayaklarıyla içimin sokaklarına adımladığın yaza şunun şurasında kaç yıldız düşürmek kalmışken...

6 Şubat 2012

kuzey defterleri*

"..kuzeyliydin...
sende kendini
dünyadan, benden, her şeyden geri çeken bir şey
vardı. ben sende akdenizden bir şeyler bulmaya
çalışıyordum. dağınık saçlarını, karmakarışık
sakallarını, disiplinsizliğini akdenizliliğe
yoruyordum. atina'lı değildin sen oysa...
grote markt'tin, ispirta'ydın.
atina'lı değildin sen.
felemenk yollarıydın, cafe falstaff'tın.
gent'te bir kanaldın, kanalda bir tekneydin...
atina'lı değildin sen..."

5 Şubat 2012

İkimiz'lerin ardışığı.

Gün tükeniyor, geceleri uyanık kalanların sayısı birer birer azalıyor. Ömrüme dolanan uykusuz kayıplarının kaçıncısı, saymıyorum. Gecenin üçünde birbirine değinen kalplerin üzerini karla örtüyor mevsim, baharda toprağa karışıp, gelinciklere yatak olacağız, ve temmuzlar boyu kavrulacağız ayrı zerreler halinde.
Birkaç semt uzağımda, benimle atan bir kalbe hazırladığım çift fincanlı kahveler şimdi kavanoz diplerinde kalıyor. Kimbilir kaç şehir oluyor, semtlerin kederi birike birike...
Evimin duvarlarına asılı adresler, bantlarını gevşetiyor yokluğumda, ömrümden demir alan bekleyişler gibi; biraz ısınmak yetecek genleşmesine duvarların, ve düşecek onlara giden yollar, benim gidişime nispet yapar gibi...
Oysa şarap kadehinin, ekran ışığıyla aydınlanacağı o odada, keşfine çıkılacak morlar taşıyordum, cümlelerine koyduğun gibi... Zeytin yeşili bir kadife koltukta, portakal kokan uykusuzluklarını düşünüyordum çocukluktan kalma yatak örtüsüne gülümseyerek... Uyuyabiliyor musun artık hikâyeleri ekrana koymadan, gözlüksüz...
Öyle gecelerin üç halini, bıraktık deniz sokak yokuşunda...
Birbirine dolanmış bir çift soru işaretinin kapıyı çalmasını beklediğimiz seneler bitti, büyümek dediğimiz ardışık kütlelerde sek sek oynarken gönülsüz.. Kapı çalındı, kaybettiğimizi sandığımız ömrün yarısı, şaşırtmayarak; sabahın ilk ışıklarında, öyle kendini temize çekerek geldi yeniden; aynı sessizlikle. Kendi sesimden yorulup, sıkıldığım o sonsuz suskunluğuna "buradayım artık..."ı ekleyerek... Gecenin üçüne karamel tadı çalarak... Uykusuzluğundan emin oluşumu, şefkât ihtiyacına sarmalayarak, varlığımdan şüphe etmeksizin, imlâ işaretleri arasında rüya görerek...
Neyi, nerede bıraktık, bırakabildik mi... Bir üçün bilinmezliğinde kalıp, kutsallaşan bir bekleyişe devam ederek...
Telefonların açılmadığı üçleri bıraktık hayal kırıklıklarından yap-boza dönmüş bir ömrün yalanında. Ne kırmızı kızardı bir daha öyle, ne de yatak çarşafları şahit oldu eskimesine gençliğin... Güveni soyunup da baş ucuna bırakarak gözyaşından adresleri, kapıyı çekip çıktık; utancımız üzerimizdeki her şeyi eğreti kumaşlara döndürürken...
Bak, gece üç oluyor, üçü geçiyor çokça. Köprücük kemiklerinden inci düşüren o kadın nerede yıkanıyor...
Şiirler hangi dizelerini ödünç veriyorlar üç hikâyelerine...
Arkada bırakmaya zorlandığım ne varsa, bir- iki- üç gözyaşı damlasıyla mürekkep dağıtıyor kâğıtlarda. Çok kırmızı, çok mavi, çok turuncu cümleler dağılıyor sayfa kenarlarında.. Söylenenler gölgede kalıyor söylenmemişin ağırlığıyla... Yaşanılanlara, ihtimaller ekleniyor rengini senelerce öğrenemediğim uykusuz bir hikâyede. İhtimaller, şehirlerden topluyor soru eklerini... Onlara rağmen, bütün üç insanları eksiltiyorlar dağınık düşüncelerini gecemden...
Bir yanım hep aynı kırık şarkıyı söylüyor. Sesime varamayan, içimde ezberini büyütüp duaya dönüşen o şarkı... Hep yarım kalan bir şeyler arasında, gecede üç kere kanatıp, üç kere öpen şarkı...
Yine uykusuzluğuna yaslanıp, gecesine inandığım o çocuğun hatılattığına dayıyorum kan revan içindeki yitirişleri; "güneş varken..."...
Geriye gecenin üçü hep kalıyor; öyle bâkir, öyle bozguna, vurguna temizlemiş kendini, öyle bir başına, öyle sen, öyle ben, öyle "üst üste üç kere deniz, üç kere çınarlar..."...

3 Şubat 2012

Hareket yanılsaması.

Kederin renkleri ağır ve karanlık. Bir su kenarında, incecikten öten kuşun gagasına ulaştığında lâl bırakıyor onu...
Yorgunluğun kokusu yüklü. Dünü üzerinden sıyırıp, tertemiz bir yarın edinmek, her uyanışın rutini değil.
Dünyanın dönmekten usanmadığı bir ekseni varken, insan nasıl tükeniyor öyle kolay...
Bir şeylere inanmak ve tutunmak nasıl büyüyor ilmek ilmek de kalbe oturuyor çözülmeyi bekler halde..
Bir yerde kalmak, bir insanla eş zamanlı, eş sebepli gözyaşları taşımak, dönüş biletlerinin koçan sayısı, ayların birbirlerinden bağımsız hükümranlıkları, bir ufacık mutluluk zerresi görebilmek için dağ gibi efkârı oynatmak yerinden...
Gözlerimden akan siyah, ellerimden gitmeyen sızı, ısınmayan ayaklarım, dinmeyen özlemim, çok yıllık bekleyişin kutsallaşıp ömre dökülmesi, ismimden umut yolları, sıcak çikolata, her zaman yerimin hazır olduğu evler, hep kalan tarafken tekrarlanan "gitme sakın"lar, ironisi evrenin, kendini sevdirmeyen kediler, özlenmeyen bir şehir, özlenen başka bir şehir, mimarlar, mimarlar, mimarlar...
Birisine tutulan boyalar, değişmeyen posta adresleri, telefon numaraları, bekleyen çocuk itiraflar, fırınsız kurabiye pişirme olasılıkları, yaşanılanın yanına eklenilen ihtimaller cümleciği. Kartlar, zarflar, kâğıtlar. Frank Sinatra. On yıl önce verilememiş bir söz. On yıldır değişmeyenler. Yine de gözler. Yastığın boş kalan kısmına düşürülen koku. Ten sayıklaması. Ruh ağlaması. Tek Şubat. Çok mevsim. Aydın. Kim bilir, belki de Artvin. Uykusuz gece. Savaş okuması. SS. Daha 23 değilim. Paul Auster'in gelmeyişi. Yine, mor. Dudak çatlakları. Büyük yatak. Boşlukların dolmasına 8 gün. Ankara'sız kış. Kardeşsiz kaç mevsim. Gece hep uykusuz. Kadehte kırmızı ruj izi. Fransız kadınlar. Güzel sanatlar. Heykeltraş unutuşu. Çanakkale. Kırmızı defterin. Şiir okuyanın şiirsiz emrivâkisi. Bu sabah ne var İzmir'de. Bir kadın; dönüş biletli. Kolların. Beşiktaş. Şiir var öyle; mutsuzluğa davet eden. Mimarlar, mimarlar...

1 Şubat 2012

Song of Myself *

Sekste her şey vardır
Bedenler, ruhlar, anlamlar, kanıtlar, safiyet, zarafet, ilanlar...

Walt Whitman