30 Haziran 2009

Kadırga


Senelerce, senelerce evveldi;
Bir deniz ülkesinde... ve belki de
birbirine aktardığım defterlerin hepsinde
bu şiir vardı:
Senelerce,senelerce evveldi;
Biz seninle orada, o deniz ülkesinde tanıştık

uzak denizler, uzak yakınlıklar içinde
bir Kadırgada iki korsan
tarih, yarın, ütopya dolu sandıklar arasında
birbirimizi yaralarından tanıdık
dışı korsan, içi iç denizlerde yaşayan çocuklardık
konuşamadıklarımız bir bulut kalınlığında
duruyordu aramızda
oysa konuşsak, ya da dokunsak birbirimize
çekip gidecekti içimizdeki o korkunç noksanlık
batık gemilerin deniz diplerini saran
umutsuzluğu vurmuştu yüzümüze
birbirimizden ve aşkın keşfedilmemiş gizlerinden
ürküyorduk
bir definenin ikiye paylaştırılmış haritasında
bilmeden
birbirimize doğru ilerliyorduk

kara görünmüyordu yokluğumuzda
kara çok uzakta
sahiller millerce
uzaktaydı birbirimizin yokluğunda
neyimiz vardı öfkeli bir gençlikten
mağrur inceliklerimizden
ve geceler boyu kısık yıldızlar altında anlatılan
ihanetlerin kara bilgisinden başka
biliyorduk geldiğimiz yer Atlantis
o yitik ütopya
gittiğimiz yer de ora
Senelerce, senelerce evveldi;
sen yoktun
ben de yoktum
bu aşk başladığında

bizi yola çıkaran ne varsa
yol üzerindedir,
öyledir sanıyorduk geleceği seçmeye çalışıyordu kısılmış gözlerimiz
adasız denizlerin ufkunda
Bilge ve hırsız. Çocuk ve katil. Ölüm ve oğul
oluyorduk. Denizler, meydanlar, kavgalar ortasında
fırtına bilgisi yoklarken
çözülmemiş zamanların altın bilmecelerini
bir daha hiç çıkamadık daldığımız karanlıktan
kara ruhların büyük bayramlarından sonra

kaç kıyıdan toplanmış taşlarla
batıyordu dibe
şarap fıçılarıyla, zeytin dallarıyla
yarım kalmış bir gravürde
yelkenleri sönen kadırga
batıyordu
sarışın hurmalar, gümüş paralar
uzak otlar, ipek topları, amber kokularıyla
çıkmamak üzere bir daha
bir başka mürekkebin kıyılarına

daldığımız solgun gravürden
birbirimize baktığımızda
diriliyordu deniz diplerinde
boğulmuş beyaz kentlerden
geçilen yolculuk
aynı takım yıldızların altında
dünyaya gelen aşkların benzerliği gibi
başka çağları haber verir kimi denizler
yoksa nerden çıkardı bu rüzgâr
bu zeytin dalları, baş döndüren şarabın kokusu
ağzımızdaki bu hurma tadı
ipeğine uzandığım bu amber nerden

yüreğimdeki dövme çok eski bir gravürden

buluşurdu sessizliğimiz
okuduğumuz sayfaların derinliğinde
ne zaman sussak
aramızdan geçerdi hayalet gemileri
karşılıklı kıyılarda
aynı denize bakan
iki koltuk, iki lamba, iki ay
aynı pencerenin derinleştiği gecede
gemilerin ıslığını dinlerdik
tek bir söz bile etmeden konuşurduk saatlerce

kapkara hayalet gemileri geçerdi
geçmişten gelen

sessizliğin yarattığı sis içinde
kapkara hayalet gemileri
geçerdi gözlerimizin önünde
gecenin içinden
yeniden döndüğümüz sayfaların derinliklerinde
dilsiz kırılganlığıyla dip iklimi
yüzeydeki çalkantılarını unutturdu
gömüldüğümüz denizin
som bir bütünlük içindeydik
koltuk, lamba, kitap
sayfasını kapatırken
kahramanı olduğumuz şiirin
ay sönerdi penceremizde

hayalet gemileri geçerdi

uykularımızın içinden

uzun denizlerde yorulmazdı gözlerimiz
birbirimizin güneşine baktıkça
en yeni yerlerimizi birbirimize borçlandık
çünkü âşıktık, kararlıydık, haklıydık
bir denize kaç dalga sığarsa

güz denizini ayıran halatlar
yaz denizinden geniş melankolisi
ıssız bir adaya düşecek olsan
hangi şiirleri alırdın yanına
hangi mevsimleri, ikindileri
çarşafını değiştir denizin sevgilim
tropikal yaprakların, ayın
yüzüne düşen perçemlerini kaldır
hafızandan bütün lekeleri sil
alışmak çürütür gövdenin derinliğini

hangi denizi seçtiysem o türlü
varlığın kıstırıldığı seyir defteri
yaz denizini güz denizinden
ayıran halatlar gibi
çözülür adaların dağınık belleğinden

savat gece
çakıllarda şarkısı
ay ışığıyla ayrılır denizin ipeği ikiye
yalınlığın vurgununda çözülen derinlik
gövdenin uykulu tarihi
aydınlanır karasına vurduğu sahilde
avucumda tenimin taç yaprakları
kalbimde kalabalık yeminler
vahşiyim, vahşiyiz
bu defne günlerinde

çıplaklığımızla
dağlıyoruz
birbirimizi
gökle karışıyor tenimiz
kumun zamanlarıyla
suyun yeniden elde edilmesi
bulutun dumanı
yağmurun kırbacı
yaprağın buharıyla
sevişmek için değil
yaşamak içindir çıplaklığın önemi
tanımlara zorlanmış itiraflardan
firar ediyor
gövdelerimiz

bir ejderha uyuyor ay ışığında
ay ışığında uyuyoruz ilk defa
kendiliğinden yolunu bulan
hayvanlar gibi
ateş, hava, su, toprak ve aşk
birbirimize çıkıyor her defasında
kendiliğinden yolunu bulan
birbirimizin kollarındaki
ejderha

gecenin bütün burçları

inmişti sahile ürperen kumların üzerinde
hiç görmedikleri bir sabah gibi
bakıyorladı yüzümüze

gecenin göğsümüzde unuttuğu
bir avuç ay ışığı
senin göğsünde bıraktığım
en derin uykumdu
orada kaldım
orada kaldı

......

solak defterlerde uğru
erkek denizlerde mitoloji
korsan haritalarında define kalbim
bir senden bir çok aşık edindi
Zamanı bizden ayrı parlayan bir şeydi
kanımda kımıldayan tutku
gecenin sözleşmesindeki mürekkep
her şeyi aşka ve ateşe dönüştüren
derin bir ayindi

......

ne kadar gitsen de uzağa
vücudumda dolaşıyor zincirin
kurduğun bütün tuzakları
tapınak bildim
tenim çöl tenim çöl tenim çöl
bedenimi lincine bırakıp
çekip giderim
çekip giderim
giderim
tenim çöl

aysberg tül
ne zaman dondu pusula
ne zaman geldik bu iklime
aramızdaki siste kaybolmuş
buzkıran gemiler
kaybolmuş kelimeler
sen yoksun
ben de yokum
kutuplar kadar yalnızız ikimizde

rüyamızı emanet etmedik
hiç uyumadık sığda
ölümün uykusuna güvenir gibi
bırakırdık kendimizi
birbirimizin düşlerinin yastığına
aşktı bu, beraberlikti
yol arkadaşlığıydı ve daha binlerce kelime

aşk bitmiyor bitmeden
denizi tükenmemiş Kadırga
bir çifte vav yokuşundan
doksan dokuz adımın
en güzeli sevgilim
yeniden bulmanın suları
denizi geçenlerin adımlarından sonra

taş kadar kör
taşbaskısı gravür
diri mürekkep
kör aşk, kör levha
büyük bir fırtınada
yıkanmış aydınlığıyla
iniyor hat
güvercin dönüyor
bir dal zeytinle
aşk bitmiyor bitmeden
tükenmemiş deniziyle
masalına dönüyor Kadırga

bir türkü
Meyve bile dalına güvenir
Meyve kadar hükmüm yoğ imiş
bir dize
Denizim ben batık aşklarla dolu
bir fotoğraf
şiirde görünmüyor
ve görünmeyen nice ayrıntı
kim bilir ne zaman kendini yazmaya başlamış
başka şiirlere taşmış
taşırmış içindekileri
seyir defterinin kazalara uğradığı Kadırga
yeni dalgalarla yamıyor yarıldığı denizi

gönderinden ithafı kazıdığı tarihi
gönderme yaptığı başka denizler yarattı kendine
kimi zaman başka şiirlerin gövdelerinde
denize açılarak sürdürdü, sürdürüyor kendini
duruyor yürekteki define, korsanlar yaşlandı
deniz zamansız
ne sen, ne ben, ne şu mai deniz
ne de melâli anlamayan diğerleri
senelerce, senelerce evveldi
senelerce, senelerce evvel bir sonraki


1988-1992
Murathan MUNGAN

26 Haziran 2009

rüzgar..

Toz..
Her yer yıldız tozu..
Gök lacivertini açıp yırtıldı, bütün yıldızlar döküldü..
her yer gümüş..
Gözlerine al beni..
kelebek elbisemde kanat çırpışları, dudaklarıma konan ezgi..
biraz nefes ver..
sana yazdım, sana sustum..
..şelale..
hadi gel..
sana çözülecek dudaklarım..zümrüt suyunda..
Gel, vereceğim birkaç sözcük var eski bir dilden bikaç iz..
Tenimde kayıp kıvılcımlar,sen deli mavi, denizaltı şehirleri çiz..
turuncu gibi ölürüm sokak sokak,doğarım sonsuz gibi..
..kadife…
kapat gözlerini, ateş yok..
sana yosun kokusuyla üflüyorum, aşk..aşk..
..işte,Üç*
..Sen,rüzgar,ben..

24 Haziran 2009

Saçlarında kanat çırpmak...


Yüreklerimizin sürgününde biten gonca yağmuru, bu yaz akşamı...
Zamansız, apansız açılan kilitleri savurduğumuz gökyüzü bana yıldız, sana yıldızsız, aynı göğün altındayız.
Uykularından taşıyorum, avuçlarından akik, gerdanından inci akıtarak....
Boy veriyorum bilmediğim sularda, soluksuzluğum ilk yaz rengi, dudakların nar çiçeği...
Bugün oyun parkları boş... Deklanşöre basışın zihnimin labirentlerini dolduruyor. Düğmeye baskı uygulayan parmağından gitarının telleri dökülüyor, sarhoş...
Oraya gece nasıl iniyor, unuttum...
Bu mevsimde buraya uğramıyor... Sokaklar öksüz ve yetim, sevgilisinin koynuna bırakılmıyor...
Deniz.. Ve meneviş... Ve yakamoz... Ve gölgesi balıkların...
Lamia'da düğünler kuruluyor, gelin hiç gelincik öpmemiş...
Dalgınım bu aralar, ve dargın bu şehrin bitmeyen kalabalık müziğine...
Arabaların aynalarından saçındaki jöleyi yoklayan çocuğa ve apartman kapılarına şuh gülüşler bırakarak eteklerinin boyunu ölçen kızlara...
Park edecek yer bulamayıp kendini deniz manzaralı yeşile bırakan insanların, ulaşmayı diledikleri bu an için hırsla evlerinden yürümelerine...
Hazır ve tek tip uçurtmalarla, uçurtmacılara...
Ve bu şehri asla damsız bırakmayan bira şişelerine, alkol nefesine...
Benim özlediğim akşamın erken inip, geceye varılamayan orospu sokaklar mıydı, yoksa kanadındaki ufak beneğe dokunduğun kelebek düşleri mi?!...
İpek böcekleri arasından yalınayak geçiyorum şimdi, sağ elim, üzerimden akan bulutların eteğinde...Sana yürüyorum, bakir topraklara basarak, olgunlaşmamış, diri yeşiller arasından...
Ben seni özledim, turunç reçeli, savruk rüzgâr, ahşap salıncak...
Sadece....
Kelebeğin olmak istedim....

23 Haziran 2009

Protège moi..

C'est le malaise du moment
L'épidémie qui s'étend...
La fete est finie on descend
Les pensées qui glacent la raison..
Paupières baissées, visage gris
Surgissent les fantomes de notre lit
On ouvre le loquet de la grille
Du taudit qu'on appelle maison..


..Protect me from what I want...


Sommes nous les jouets du destin
Souviens toi des moments divins..
Planants, éclatés au matin
Et maintenant nous sommes tout seuls
Perdus les reves de s'aimer
Les temps où on avait rien fait
Il nous reste toute une vie pour pleurer
Et maintenant nous sommes tout seuls
Protect me from what I want..
Protect me from what I want..
Protect me from what I want..

Protect me..
..Protect me

22 Haziran 2009

20 Haziran 2009








bulantı* boşluk*

elim kalem tutmuyor*
yokluk* hiçlik*
yalnız* yalnızım...*

Aydilge'den...


Kaleminin ucundaki düşlerle uyuduğum 7 öykünden…
Teşekkürler…


“…Ah şu tatminsizliğim, hiçbir işten zevk almayışım, kısa sürede sıkılmalarım öldürüyor beni. Öyle acı dolu bir hayatı yutmuşum ki, artık neyin tadına bakarsam bakayım, o acı tat geçmiyor. Bin bir çeşit şeyi de denesem nafile. Hiçbirinin tadı tuzu yok. Sadece o korkunç acının, dilimle beraber tüm organlarımı yaktığını hissediyorum. Ve ben bu ağır yemeği hazmedemiyorum…”

*Çocuksu Heyecanlar

“…Ela, yere serilmiş gülüşüne bakıyor. Bütün gücüyle, pis bir böcek ezercesine, pabuçlarının ucuna basarak eziyor gülüşünü. Uzun siyah saçlarını yoluyor, duvara vuruyor başını, bir daha bir daha vuruyor, tırnaklarını geçiriyor yüzüne. Darbelerine dayanamayıp çatlıyor duvar. İlk önce kan fışkırıyor ağzından. Sonra elleri ayakları kopuyor; başı çatlıyor. Bir iki dakika sonra, tozlu sahnenin üzerinde parçalanmış bir şekilde yatıyor Ela…”

“Gözlerinde yanan ateşler karanlığın dumanında,
Tatlı bir fısıltı gibi esti bütün saçlarımda
Uçuşan mavi pırıltılar
Kendime gelmem için öptüler gözbebeklerimi
Duymadım ve görmedim sanki hiç
Senin mavi gözlerini.
Hastalıklı vücutlar gibi eridi bedenim
Sensizliğin yalnızlık gölüne dolarken
Ve senin gözlerin yaktı bütün benliğimi
Eflatun bulutlar dudaklarımdan geçerken
Yeşil mavi arası mutluluklar, pembe gülüşlerle birleşince
Arayıp durur oldum seni
Ve senliliğe haram oldum, sensizliğe düşman olduğum gibi.”

“…Emre üzgün bakışlarını hayırsızın birinden ayırıyor. Bir sigara yakıyor, parmaklarının ucunu yakıyor.
Felaketi oluyor.
Ağlayamıyor.
(Atilla İlhan’a ithafen) ”


*Üçüncü Şahıs


“…Ne yazık ki, haylaz kelimeler yanlış yerlere konmuştular. Yine de adamın bu saflığı, bayanın hoşuna gitmiş olacak ki, yüzünde kocaman bir gülümsemeyle ona karşılık verdi. Adam bundan cesaret alarak sohbeti koyulaştırdı. Sergi kapanana dek beraberdiler; sonra ayrılmak zorunda kaldılar ama fiziksel bir ayrılıktı bu; çünkü soylu bayan bütün eşyalarıyla beraber çoktan taşınmıştı adamın yüreğine…”

“…Adam mutluydu. Çılgınlar gibi ya da delicesine falan değil. Bu sade, katkısız bir mutluluktu…”

“…Bütün acılarından kurtulmuş, mutluluğa gömülmüştü. Yağmurda sırılsıklam ıslanıp, pislik içinde eve dönüp de, sıcak bir duş alınca kavuşulan huzur gibi bir kadındı o…”

*Clara


“…Sanki iyi bir tiyatro oyuncusuydu da, bir tek kendini iyi oynayamadığı için insanlar onu beğenmiyordu…”

“…Aslında Jane’e göre lokantanın yemekleri hiç de güzel değildi. Tek lokanta burası olduğu için buraya gelmekten başka şansı yoktu. Belki de aşçı değiştirilmeliydi ama bunu kimseye söylemeye gereksinim duymuyordu. Herkes gibi o da alışmıştı artık ve daha iyisini aramıyordu…”

*Jane'in Özrü


“…Yanlarından geçen bir adam: “İncecik bir kağıdın arkasını bile görmekten aciz gözleriniz mi sağlayacaktı düşünmenizi; duyum eşikleriniz arasında sıkışıp kalmış sesler mi anlatacaktı yoksa size bu yeri?...”


*Yolculuk


“…Sekiz yaşlarındaki bu küçük kızın göz kapakları her saniye daha ağırlaşıyordu. Bir yandan da kitapla hiç ilgisi olmayan düşünceler, okuduklarına karışıyordu. Bu yüzden aynı cümleyi çoğu kez dört beş defa tekrarlıyordu… “

“…Yanına aniden oturulmasına rağmen, oğlan gözünü bile kırpmamıştı. Sanki gölün mavi renginin kaynağı gözleriymişçesine onları açık tutuyordu.Gözlerini kapasa göl beyaz olur muydu acaba?...”

“…Zaman beton zamkla yapışmış gibi ilerlemek bilmiyordu. Heyecan ve korkunun istilasına uğrayan yüreğinin içinde “kalp atışları” adı altında, makineli tüfekler ve topların (ritmik olduğu kadar da gürültülü ve rahatsız edici) marşı çalıyordu…”

**Judy'nin Julien'i


“…Hemen notalara seslendim. “Alın” dedim, “Bu şiirimi ona götürün”…”

“…Sanki o, şiirlerimi okuyabilmek için onları kağıda aktarmama muhtaçmış gibi, sayfaları koymuştum aramıza….”
“…Ama, ben sonunda her şeyi mahfettim. Yetmedi bana yürekle görmek, yürekle dokunmak. Pat diye kapı çalsın, beni kollarına alsın, hemen yanı başımda olsun istedim….”

“…Ve de yaptım. İşte şu kaldırımın tam ortasında, eksik, bölük pörçük ve çarpık benliğiyle dikilen ben değil miydim? Geçekliğin içindeki bu duruşuyla yamuk bir heykele benzeyen? Müthiş bir değişim geçirip, normal ötesi bir duygusal deneyim yaşayacağımı sanan aklım ise yanılmıştı. Hiçbir şey göremiyordum ki! Dışarda gibi görünsem de içerdeydim çünkü; Julien'in aşkının içinde... Dışarının içinde, hayalin içinde, gerçeklikten uzak, Julien'e yakındım…”

“…Camdan miğferim çatladı. Paramparçaydım. Tanıdığınız bir uhu var mı acaba?...”

***Julien



…İyi geceler...




AYDİLGE SARP

KALEMİMİN UCUNDAKİ DÜŞLER
Toplumsal Dönüşüm Yayınları
Mayıs,1998

Öyküler : Clara, Jane’in Özrü, Yolculuk, Judy’nin Julien’i, Julien, Çocuksu Heyecanlar, Avuntu, Andre Gide, Bizim Patron, Kepesto Baba, Yazar, Mektup Arkadaşı, Uludağ Macerası,
"O", "Öteki" ve "Beriki"ler, Jennifer’ın Elmaları, Yan Komşum, Benden Bana, Keman, Mürekkep, Oyun, Beyaz Atlı Prenslerin Sonuncusu, Üçüncü Şahıs, Zindan.


ALTIN AŞK VURUŞU
Everest Yayınları
Mayıs, 2004
Bir bağımlılığın öyküsü…


“Görüyorum seni, düşüyor musun? Ölümle mi kaçacaksın? Seni terk etmeyeyim diye, benden önce sen mi terk edeceksin beni? Size söylüyorum, çekilin, rahat bırakın onu! Bitti mi, tüm bu korku ve kötürüm günler, piyano tuşlarının üzerine düşüyor kan damlaları. Burnundan dudaklarına doğru ince, kızıl bir ırmak süzülüyor. Yükselen müziği duyuyorum. Felaketin bestesi, birbirine âşık notaların bitmez tükenmez soluğu akıp gidiyor kanınla. Kendilerini bırakıveriyorlar. Beyaz tozlar sızıyor burnundan içeri, beynin beni götür, onları değil „.


BULIMIA SOKAĞI
Remzi Kitabevi
Ekim,2002


"..şimdi anlıyorum ki, esas kazancım zayıflamam değil, herhangi bir şeye bağımlı olarak yaşamanın nelere mal olabileceğini görmemdi. Yemeklere, alkole, uyuşturucuya, hatta karşı cinse tutsak olmaya hiç niyetim yok bugün!"

"

“….Ve şimdi bu aşktan kurtulmalıyım. Aşk mı? Yine kim dedi? Sözcükleri bitmiş olmalı. Rolümü oynuyorum. Ve aynalara ihtiyaç duymadan, provasız, ucuza… Her zamankinden iyiyim. Güvenli yerimde huzurla uyuyorum. Bir tek gülümsemeyi beceremedim. Çünkü O’na sahte gülüşler veremezdim.
Hayır, yazmıyorum.
Susmuyorum da.
Sana değil, O’na değil, ve benim değil.
Seni tam üç dakika öpmeye karar verdim. İlk ve son ve ıslak…Hayır, başımı döndürmeyeceksin.Hem bunda ne var ki?
Sevişmek mi?
Saçmalama…
“..Tıpkı bir masala yakışan sevişmeler gibi..” mi ?
Peki, saçmala…
Sevgili dostum,
Bu akşam sana neyin var diyemeyeceğim. Belki televizyon izlerim.
İyi geceler. ”

19 Haziran 2009

...*

Akar mum...
Bileklerime dolanan sarmaşık toprakta damla damla güneş olur. Nar çiçeği mevsimi gelir
....

Turunç gökyüzü rapunzeli...
Beyaz elbisemle çıktım sudan,nilüferlere yakışsın diye... Kıyıda uyudum..dileksiz ve titrek ateşböcekleriyle..Güneş tutuldu..sedefli hançerinden sözlerin,dizlerime değen alize...
Yelkovan düşer...Güneş saatlerinde üç dokuza varır...Gecenin rengi kızıl aytaşı durur
....

Çıplak ayaklı külkedisi...
Yıldız seyrinde ürperirken tanrıya inandım, çünkü beni çocuk bıraktı..Cebime sakladığı kehanetini bulup, sonuna seni yazdım. Pencere önü yatağımda sabah rüzgarı, gospel korosu.. senden habersiz ve sessiz..duvardan üç harf kazıdım
...


Şimdi her mavi bulut geçişinde ağlarım...Topla yıldızları...İthafsız şarkılar da söyler kuşlar...İşte sana bir sarhoşluk dansı..*
Kadehlerden baharlara, çiçeklere..

*

Umutsuzluk yarından da yakın Sabaha daha çok var Bir hayal kavgasıdır bu yaşanan Gerçekler uzak yolda...

Bir kadeh şarap gibi İçsem seni yudum yudum Damağımda bir tat olsan..

Sen benim avucum içindeki..baharın peşindeki..bir kelebek olsan da..dön hadi baharına dön hadi..çiçeğine dön nazlı kelebek

BARLAS, KELEBEK "" ..






16 Haziran 2009

yaz kokusu*

Her şey o kadar anlamsızdı ki, yaz
Bunu bir daha pekiştirdi
Avuçlarımı sıcak tutar, bulundururdum
Sevgisiz ve gereksiz kalmak için
Öyle, kendime yorgun hazırlamışlar beni.

Şehir ki aydınlıktan görünmeyen birini
Açılmış iskambiller gibi bilerken
Orada, içimde şimdi
Dört güneş bir arada
Gözlerimde hiç bitmeyen bir deli

E.C.

yanımda uzağımda, yarınımda bilmediğim, yaşanmış sayfalarda...sen varsın..*


Akşam suskun kapar kapılarını, parmakların ağırlığıyla, mor kederlere gebe kalır aralıklardan...
Sütunların ardına gizlenen esir kadından miras bir şerbet, dudağımın kenarında dolunay...
Boynumdan akan bileklerime uzanan varlığım ve eksik gözbebekleriyle.. eğiliyorum, haşmetli dağların etekleri bekaretini vermiyor gündüz heyecanıma...
Çakıl taşları avuçlarımda mazi yarası. Mavi etekler özgürlük pençesinde, taş duvar...
Yutkunamadığım kızıl çehrenden badem gözlerini ayırıp, bileklerimi boyadım.. Mevsimsiz yağmurlarda gözyaşların; saçlarım sırılsıklam...
Benim ıslanınca saçlarım dalgalanır ve bütün aşklarım bu noktada başlar...
Soyunduğum aşkından tenime kalan renk iklim iklim...
Eflâtun kıvılcımlarla çakıyorum yalnızlığı, yeşim rüzgârları affetmiyor yeşerik yalanları.. Kasıklarında sızlayan gül.. İzmir çıkartması...
Adsız ırmaklardan dökülen yüzüme, martı çığlıkları ekliyorum...
Garlardan taşan hasret boğum boğum...
Yolcusuz vagonlar gibi, kanıma karışan aşk kokuları...
Cerrahı coğrafyamın, bitki hırsızı...
Lavanta saçılı çarşaf, eklenen bakışların avucumda buruşan biletlere...
Perdeleri ağır bir başınalığın ve tozlandı dudaklarımın değdiği saman sarısı yaşanmışlık...
Tersaneye uzanan hovarda dokunuşlar, çarşı izinlerine eğlence...
Sancıyan diriliğim, dehşetengiz bulut karanlığı...
Bekçi diktim insomnia harabelerimi... Asil bir ölüm bu, sakat ruh akıtması...
Yitirilen ahşap kokusundan göğü delene ağıt...
Tutsak zamanın kölesi harem duası...
Cebi delik, şiirsiz şair gibi uyuşan tutkun sarmaşık...
Bozgun var kelimelerimin bakir gölgelerinde...
Saniyesiz geçen kışlarda kelebek uçururduk, turkuazlığıyla suların...
Sen yine de sev...
Var oluşumu titreten serin sancılara basılan deklanşör ve yangın yeri dizlerimden taşan yokluk...
Yollarda doğar, sana batarım...
Mevsim yaz, düşlerin kiraz, kanım beyaz, sen yine de bana beni yaz...

15 Haziran 2009

an..

"seni bir gün en yakının eLe verirse eğer
öğren susmasını ve ağLamamasını..
bir kavanozun içinde mavi bir güL yetiştir her gün daha çok yaşayan...
bir masaLın ağzını kapat ve yat geniş odaLarda...
bir oksijen çadırında...
ona kötü bir şey oLsun istedim. bana aşıK oLsun istedim..."
LM""




"bana yaşadığın şehri kapısını aç..
sana diyeceklerim söylemekle bitmez.
yıllardır yaşamamdan çaldığım zamanlar
adına düğümlendi..
bana yaşadığın şehrin kapılarını aç..
başka şehirleri özleyelim orada seninle.
bu evler,bu sokaklar,bu meydanlar
ikimize yetmez.."

özdemir asaf ""


sen hala, güneşimin portakal kokusu.. turuncu...*

gül.. düş bahçelerimde solmaya yüz tutan bir çift bale ayakkabısı gibi sabah.. yanaklarımdan sular çekildi, şeftalim sende kaldı...
gül.. gözyaşını aşağı düşürdüm balkondan..
kalemsiz yazmak zor, büyüm yitik, kara kitap ağır, boynum tutuk...

gül.. kırmızı da kızardı, sen haklısın..
ölsem duyulur mu ordan ağıdım yıldızları çalınmış gökyüzü, yağmuru duyulmayan şehir..
gül.. uykularından taşsa koku koku portakal...
duysan, biraz duysan.. sevsen demiyorum sadece duysan mırıltılarını pişman kestane şekerlerinin..

gül.. dalgalanmıyor saçlarım dudaklarını görmeden..

içimde ağır sular bulantı yapıyor, deniz tutması değil bu...
gül... muhtaç olmasam kabrim hazır ol
urdu..
ya da savurur atardım küllerimi soluğunun yaladığı her noktaya..

gül... rüzgâr bile dağıtmıyor kederle inen şafak vaktini..
n'o
lur ki rüyalarında deniz dibi kum, deniz örtüsü meneviş olsam..
gül.. sevda masallarına inanırsın ve mucizelerine mevsimlerin..

renklerime sarıldığım gökkuşaklarından koş, çiyler damlasın buğday akıtmalarına..
gül.. titreyen parmaklarım kalem tutmuyor..
bileklerinden öptüğün seherleri düşlesen, yakamoz taşırır çalkantılarım yolları sana gebe.. gül.. n'olur gül...
gerdanına yediveren yazıları iliştirip, yıldızımdan sürgün vererek sana..

gül..
muhtacım peri kızı...

14 Haziran 2009

kokusu metalden doğan
























İsmini çivilemedim ve nefesini bilemedim metal nöbetlerle.. Kilit vurduğum ruh aralıkların hece ölçülerinden sıyrıldı.

Bacağımdan kayan parmaklarının arasından tadını yokladım.
Gözlerin kapalı, boynun açık, sırtın sıcak...
Teninde filiz süren dişlerim damarında soyunanla sevişiyor.
Tuzundan geçilmiyor. Deniz ben, tuz... Beden,tuz...
Kelepçeledim düşlerini, zangırdayan karyola tayfunlara dilenci..
Kölelerin sıra bekliyor gün doğumlarında, sehersiz inen ışıkla gelirim ben...
Yağmurla dolan anı, denizin koynuna atar, bir tatmin öyküsü yazarım, ucuz tükenmez kalemlerle...
Eteğimin altından zamansız imzanla ayı koynuma alır, güneşle aldatır, yıldızla perçinlerim.
Kırarım teker teker şişelerini, boy boy camlarını, paramparça vaatlerinle hem öksüz hem yetim bırakırım, arnavut kaldırımlarını doldurarak.
Kaldırımlardan taşarım, dumanına pustuğum izmaritler bileklerde söner...
Dudağından midene yol alan tatta cenazen düzülür, bohçasız gelecekler gibi...
Sahnelerini hatırlamadığım filmlerden bakışlar çalar, pusu kurarım avucundan, pantolon cebi derinliklerine..
Sustuğun şehvetengiz kalıbına akıtırım saçlarımı, kırmızı ruju tuzunla dağıtırım...
Cakalı renklerinden doğururum kendime yediveren, nefsine metal halkalar geçiririm..
Kudretinle titremez ellerim, köle kızıllarım sahibin olur, yeniden yaratılırsın şafak vakitlerinde...
İsmini unut şimdi, metal kokunu midene katıp, zeytinsiz gecelere ak, ve yitir anlamını nefeslerin.. Kuyusuz, susuz, taş, duvar, sağır nöbetlere muhtaç kal...
Zevkli bir oyun bu.
Hadi oyna.

....

Masa…
siyah kadife örtülü..
kırık kadehlerin üzerine uzanışım..
acı şarap kızılı sırtıma batarken gözlerime geldin..
öldüresiye baktık, galip çıkan olmadı…
tutamadım boynundan.. bir görünüp bir kayboldu kırmızı tırnak izleri…

ahşap kapıyı kapattı siyah rugan topuğum..
Yakaladım soluğumu çığlık olmadan.. birkaç kelimene bıçak biledim.
.....Noktaları kestim.. de yine kıyamadım,erteledim vahşeti....
boşverdim oyuncak kelimeleri..
saçların kalbimin üstüne dökülsün diye…
sıcak bile uykuya dalar sev…sen yine nöbetleri..öpüşlerin işte..
göz kapaklarımı indiren anestezi..
koyu şubatları çoğalttım takvimlerde..
ucuz bir şairden de mecalsiz yazım..
yaZ’ı özledim sarı saçlı..
Yağmur zümrüt bakışlarını sulandırıyor parklarda sessiz…
Aruz hüzün.. Nesil uykusunda…
..gecenin kıvrılma saati...
..Perde 9, savunma aşk..kederi çözüldü, karar düş..