29 Haziran 2011

Yaz..*

Sen bir karanfilsin, delisin
İçlisin de, bükersin hemen boynunu
Mendilimin içindeki kirazdır
Mendilin içi kiraz
Bilmem ki, ne desem, yaz mutluluğu.

Nasılız ay ışığındaki dostum
Bütün bir gecenin uykusuzluğu
Bak şimdi her şey bir dengeye uydu
Bir domates, birkaç domates hemen tartıldı
Bir sancı gibi yerleşti şuramıza özgürlük
Kirazlar kirazlar
Gözyaşları günbatımının
Karanfilin kokusu.

Demiştim, evet
Söz haziranın
Şurdan burdan bir vapura binildi
Gümüş kafesinde denizin
Bir sürü kuştan geçildi
Sevgilim, canım mendilim.

Bir karabatak sürüsü dadandı bordamıza
Dadansın iyi
De bana kim bulacak denizin kalbini
Yeşimden oyulmuş ağaçlar
Kıyılarda
Kim bulacak kıyıların kalbini
Hepsini anlat, hepsini.

Anlat ki,
Güneşli günler de sıkabilirmiş insanı
Bir rastlantı gibi gelen mutluluklar da
Susarsak susarmışız da, ölçemezmiş kimse derinliğini
Kim bulacak derinliğin kalbini
Sana kızar mıyım hiç
Bana bir gül ver.

Sevgilim, canım mendilim
Mendilim kiraz dolu
Anlatamıyorum galiba
Hüzün değil yaz mutluluğu.

Edip Cansever

20 Haziran 2011

ve yazlar hatıraya..*

Yazlar rüya mı gördürür, gündüzlerde üzerimize atılmış bulutsuzlukların altında..
Senden öğrendiğim bir şey bu; bulutlardan yaptığımız resimleri suluboyayla boyar gibi, sonra öyle avuçlarımızın içi güneş kokar gibi..
Bisiklet tekerinde dönen bir tekerlemenin son hecelerindeki gülüşmeli aksaklıklar ve sokak kedilerinin kalkık burunlarına değen pazartesi güneşi..
Her şeyin denize doğru koşarak soyunduğu bu mevsimde, öyle dikensiz, öyle kilitsiz; öyle siz öyle biz..
Masallardan kestiğim renklere değecek tene kurulu bahçeleri coğrafyanın, birden yakın ikiden uzak, üçü öptüğümüz yerde kalacak gökyüzü..
Bağışlanacak toplanmış saçlar, affedilecek gündelik telâşlar, biliyorsun; "..bir baş dönmesi gibi sürüyor hayat..."

11 Haziran 2011

zaman.sız-lar..

Bizim, üzerimizden akan yağmur yalnızlığımız var, taş sokakların kaldırım diplerinde çoğalan canla umut arttırışımız, çocuklara..
Bizim, gökkuşağından rujlarımız var, tadı portakal likörü. Çilek kokulu avuçlarımızla dokunduğumuz gecelikler var, ayın üstünden dökülen saten karanlıkta...
Yorgunluğun yemek ısınması bekleyişinde taşırdığımız kahve köpüğü heyecanları; birden ikiye, üçten sekize..
Şarkısız kalmayan resimler var, aradaki o misinamsı düğümde.
Düğümlenen bir şey var, tutam tutam tek seferde..
Düğümlendikçe denizlere halat atan..
Bir şey var; harfleri sessiz, yankısı avaz, aramızda, bizim...

9 Haziran 2011

dağınık yeşil.

Pencerem sanki yıllardır açıkmış ve kanadı bugüne kadar hiç kapanmamış gibi öyle duvara yandaş. Yaprak oynatmayan bir rüzgârsızlık var, oysa sahil sözcüğünü duyar duymaz esintisi de gelirdi beraberinde. Durgun yaz, çok beklenmiş yaz... Belki de bu kadar beklendiği için tuhaf bir renksizlikle tablolaştı pencerede. Öyle, beklenmeden, aniden tenimize düşüp de kavurmadı. Uzun yağmurları vardı bu kışın, baharın... Hep o yağmurlar altında gülümsemeye ve ağlamaya alıştık belki, güneşi unuttu bir yanımız. Şimdi baştan öğreniyor sanki ağaçlar doğuracakları meyvelerin renklerini, ağırlıklarını. Deli deli sallanmıyor hiçbir kiraz, zaten sevişen de yok dolu dolu.
Burada hayat tuhaf bir hızla, sanki kitap yaprağı çeviriyor gibi geçiyor. Okuduklarımız yanımıza kâr, hızla geçtiklerimiz hafif pişmaniye tadında. Sonrasında ağlatacağından emin olduğun bir şeyi neden yaparsın, onu bilmiyorum.
Ben sürekli bir bankta unutmak istiyorum kendimi, anısı olan her bankta ömrümü geçirmek istediğim gibi. Sonra üzerine başka anılar kazınan, belediye zevksizliğindeki banklar. Genelde yeşil, hiç olmadı sevdiğimiz ahşap renginde. Belki biraz gecenin denize karışan neminden sisli, puslu.
"Birkaç bankımız oldu." diyorum sık sık, en azından o kadar anı toplayabildik. Kestiremiyorum, ne kadar baktığımı gözlerinin ahşap tonuna. Ama sanki biraz daha baksam, ormanlar kıskanacaktı boyayacağım dünyayı. Mütevazilik olsun diye gitmediğini biliyorum, belki de ağaçlarımızın gövdelerine başka çalılar değdi, başka kuşların sesi yaslandı dallara. Bilmiyorum, sen söyle. Ya da yine bırak, ben söylemediğin kelimelerden en istediklerimi seçeyim.
Her gün yolumuzun düştüğü bir yerde, birisi bana yeşilliklerden söz etti. Ve senden. Hakkı yoktu senin renklerinden konuşmaya. Ben bile konuşacak vakti bulamamıştım. Neden öyle yaptı, doğru mu söyledi, söylemeseydi ben senin yeşilini nasıl tanımlardım bilmiyorum. Yani neden avucumla ağzını kapatmadım ya da kulaklarımı kapatmadım veya orayı terk etmedim, bilmiyorum. Senin bir renge değişinden bahsetti, ben de sustum. Zaten böyle anlarda ben hep susarım. Konuşmam gerektiğini hissettiğim her yerde şöyle bir durup, susarım. "Aferin!" derim sonra "Ne de güzel, her seferinde yeni baştan, ne de güzel pişman oluyorsun!"
Bir de konuştuklarım var, onlar yeşil değil, maviye çalıyor sanırım, kimi zaman kırmızı olsun istiyorum, en çok da gecede patlayan tomurcuk moru.
Bugünlerde neyi sevmesem karşıma çıkıyor, neyi sevmeye biraz meyillensem içimin kaktüs dikenleri inceden inceden birkaç terk ediliş öyküsü hatırlatıyor. Dost arası kahve fincanlarında kalabalıklar çıkıp, sokaklar boyu yalnız bırakıyor. Bir yanım gece bitkilerini severken ötekisi pencere önü çiçeklerinin tenhalığından dem vuruyor. Sonra senin sevdiğin şarkılardan yap- boz yapıyorum. Teknoloji bunu yapmama olanak tanıdığı için ürkütücü biraz. Sana ilk söylediğim şeylerden birini hatırlıyorum buna yenik düştüğümde, sonra yüzünün aldığı şekli anımsayıp tebessümümü ıslatıyorum. Belki yanından geçerken tutmasaydım o yağmurunu içimin, gözümün bebeğinde, sen de bu kadar insafsız olmazdın.
Her gün "belki bir dönemeçte" diye başladığım günler "nasıl olsa yok" dağınıklığını aldı. Aynaya bile bakasım yok, baksam da göreceğim bir renk yok. Belki de her gün yolumuzun öylesine düştüğü o yere gidip, güzel şeyler söylemeye çalışan birisinden seni dinlemeliyim. Ben hiç sormamıştım oysa seni, telefon defterlerimizdeki ortak düşen harflere bile, şimdi böyle, oluyor mu hiç, oluyor mu böyle.. Senin sesin bu kadar güzelken, başka seslere renk düşürmenin ne alemi vardı, aramızda bir gökyüzü kalacaktı kalsa kalsa, bunu bile bile ne gerek vardı...

5 Haziran 2011

'87

"..Eğer sonuna kadar yaşamak olmasaydı, tanımazdık birbirimizi..."

2 Haziran 2011

pelargonium..*

Her şey sen gittikten sonra tuhaflaştı. Ya da tuhaf olan ne varsa, senin gidişin yüzünden oldu. Başka bir şehirde, gözünü başka bir maviliğe değdirirken bile, tozundan sıyrılamadığım zaman, gökyüzünün deniz olduğunu düşündürtüyor. Her şey saçılsa da aramızda, gökyüzümüz değişmiyor.
O yüzden sana renk sormakta cimriyim belki bu kadar. Ya da hayallerinde yüzen balıkların yollarını, akvaryumlara çıkarmaktan korkuyorum çokça. Senin özgürlüğün... Hayır özgürlüğün değil, başkalarının iyelik eklerini tutkulaştıran özgürlük isteğin, bir bisikletle sonsuzluğa yuvarlanan bakışımlı dünyan... Öyle yakın ki güneşe, ürküyorum düşlerinin bileklerini tutmaya, hangi sözcük kaç nefesse...
Penceremin önündeki saksıları hiç değiştirmiyorum ve latince isimlerini fısıldamayı sevdiğim çiçeklerin, günü öpen renklerini yazların uykusuzluğuyla suluyorum.
Son zamanlarda hep, ilk okuduğun kitabı düşünüyorum. Seni bugüne yoğuran, dünde ıslatan hikâyeyi. Paralel kahramanlıklara hâlâ inanıp inanmadığını sormak istiyorum, sessiz ama. Kulağına üfleyerek.
Kelimelerimin böyle savruk ve fiili, yüklemi bol hallerinde kaybolduğumu hissetsem de, örülü bir tutam saç içim; düğüm- boğum- sicim.. Çözmek için, ellerin, en çok ellerin...
Sen, beni bu yaz da bağışla..
Terk eden her halkasıyla zincirin, sana varmaya çalışan bir yol boyamaya, sözler kesip, biçip, dikiyorum.
Avuçlarımda yaldızıyla izinin, kabuğundan taşıra taşıra, bir küçük salyangozla uyanıyorum..
Kulağımın ardında mürekkebin, soluğundan bir fazla, ama ellerin, yine de ellerin...