29 Temmuz 2013

Kaf Dağı'nın ardına kaçsa bile...*


Sen uzun zamandır şarkı söylemiyorsun, ben de ellerime bakmıyorum.

Gözlerimden uzattığım yolları iyice karartmıyorum ki, zamanı gelecek. 
Gözümü karartıp toplayacağım çok cümlem var, arafımdan kaçışta gerekecek kadar da çok siyahım..

Saçlarımdan yıkayıp da atmadım aşkla bağlandığım, bir baykuşa ya da bir gezegen masalına değinebilecek renkleri; kestim.

Hayallerden ya da masallardan vazgeçmek için değildi inan, gerçekliğimin yeteri kadar farkına varmayışımdan belki..

Gerçek dediğimiz şeyin bir rengi olacaksa o illa ki kestane olmalı gibi bir iddiam yok bunca gökkuşağının arasında, bana kalırsa bulutların mavi olduğu bir yerde yaşıyoruz.

Ama bu mevsim, ellerimden, saçlarımdan, gözlerimden, takınacak şeylere değen her yerimden çıkarttım sevdiğim renkleri.

Cezalandırmak için değil, inan.

Kendime alışmaya ihtiyacım olduğundan belki.

Kendimle yaşamaya alışmak için ya da.

Boynuma doladığım desen desen çizgi çizgi şallar, bileklerime dizdiğim yaz boncukları, serin havalarda parmaklarımdan sıkılıp kendini yer çekimine bırakan halkalar, birini doldursam ötekinin hatrı kalır diye diye iğne- delik doldurduğum bütün taşlar; bu yaz hepsinden soyundum.

Başka bir şeylerle/biriyle tamamlanabilme ihtimalime inandığımdan belki.

Bir bütün oluştururken öyle yalın kalmanın da güzelliğini öğrendiğimden ya da.

Öğrettiğinden..

Şimdi sen, penceresinde yavrulayacak bir güvercinin karşısında uyumak üzere olan bir masalsan,

evinin o pastellenmiş yeşil duvarlarından benim kırmızı, son derece kırmızı sözcüklerim de dökülüyorsa, 

bir zamanlar bir meyvenin kabuğuyla sonsuzluğu kazandırdığın o prenses de olmuşsam, 

dünyanın en güzel yerine geliş biletim de senin denizlerine çıkacaksa,

bu soyunmuş halim, gerçek yapmaz mı bir şeyleri..?

28 Temmuz 2013

XXVI - II.


O kadar uzun yol geldik ki seninle
Şimdi, sen ayrı ben ayrı olan o yolu
Nasıl yürüyeceğiz?

(Biz seninle o yoldayken
yanımızdan ovalar, ağaçlar; titreşen
rüzgârlar akmıştı. Bir yolumuz olduğunu, 
yol kazalarını, yol yorgunluğunu
o zamanlar biliyor muyduk?)

Birhan Keskin

26 Temmuz 2013

-e bilmek


Bu son yazlar hep zamana kelepçeli.
Her bir günün ağırlığını, saat saat, dakika dakika aldığım nefeste hissediyorum.
Bunca az zaman varken, bunca çok zamanı bir şeylere mecbur geçirmek çok yaşlandırıyor her şeyi.
Bir yerlerde sadece bir tebessümü için var olmak istediğim birileri varken, başka bir yerde gözlerim yerleri süpürüyor. İstemediğim her şeyin kıyısında bile değil, en derinindeyim. Vurgun tanımına kurulan örnek cümleden ismimi geçirebilirsiniz.
Beklentileri biriktirip, biriktirip kalbin odacıklarından taşırınca, işte böyle sönmüş balon gibi; renksiz, sevimsiz, umutsuz, plastik kokulu...
Eşdeğerliklere bakıyorum, kimse şu düşmeden durmaya çalıştığım yerde değil, sonsuz bir yalnızlık çiziyor bu parmak uçlarıma. Gel diyen var, git diyen yok, gidesim var, kalasım yok, ama en kötüsü; hiçbir şey yapacak kudretim yok. 
Paraya inanmıyorum ama bir özgürlük var.

14 Temmuz 2013

Yaz nöbeti


Gözlerimi sıkıyorum sıkıyorum sıkıyorum, yok oluyorlar. İçine kaçmak daha doğru bir tabir ya da, bilemiyorum. Gözlerimin rengi içime akıp da organlarımın arasına sızınca, kanımın dahi dolu dolu bir kırmızılıkta akamayacağını düşünüyorum.
 Burnumdan aldığım nefesi ağzımdan bırakamıyorum, gözümden likit bir şekilde fışkırıyor. 

Temmuzlara inandığım kadar inanmam ağustoslara, ağır aksak bir yürüyüşün darmadağınık çizimlerini getirir gözlerimin önüne, yoksun bir sarı, küflenmiş bir yaz. Eylülün cüretkâr hüznüne geçebilmek için önce ölmek gerekir sanki. Böceklerin boğazları yırtılırcasına bağırmalarından başka ağustosun hayat vaadeden renklerinin hep benden sakınıldığını düşünüyorum. Herkes valizlerine askılar dolusu ananas renklerinde yaz sonları tıkıyor ve çekip gidiyorlar gibi.

Bu evde anneannemi hatırlayışımın sıkıntısı sıvı bir halde doluyor içime. Hayattaki en büyük kaybımın, her yaz uzun, çok uzun bir yas nöbetiyle hatırlatılması varlığımın hiçbir zerresine iyi gelmiyor. İçinde oturduğum çam ağacı bile yeni çıkan dallarına hastalığını taşıyor. Beş komşu olduğumuz şu evler sırasında, dört hanenin mezarları var. Burası da dahil. Yazları kendini sıfırlamaya programlanmış insanların buraya gelip de yaşam enerjisi edineceklerini düşünmüyorum, umarsızca şezlonglara yatıp güneşi içebileceklerine de ya da iki metreyi geçkin pembe zakkumlara bakıp beş çaylarını yudumlayabileceklerine. Ben yapamıyorum. 

Burası yirmi dört yıllık ömrümün en mutlu olduğum yeri ve yirmi dört yıllık ömrümün en büyük mutluluğunun öldüğünü gösteren bir sürü şeyle dolu şimdi. Gidemediğim, kalamadığım, kaldıkça yok sayamadığım, kurum gibi bir şey birikiyor burada içime. Gömme dolapların kıyısında sıkışmış el örgüsü şallara kokusu siniyor yılların. Çocuklukta üflenilen tüm mumlara, tüm pastalara ayrılmış olan masanın üzerinde şimdi aylık dergi yığınlarının beş para etmez reklam dolu sayfaları sürünüyor, aralarından kumlar döküle döküle.

Bundan yirmi dört sene önce dünyaya gelişimden etraftakileri haberdar eden sıvı bu evde annemden sızdı. İki il arası bir saat olmasa buraya mühürlenirdim belki. Ama olmadı. Üstelik hiçbiri; ne buraya, ne oraya, ne de nüfusumda yazan yere mühürlenebildim. Aslında yazların benim yerleşikliğime elverişli olmadığı doğum anımdan belliydi, yirmi dört yıl inat etmemin bir anlamı yoktu. Yine de ettim. Pek çok yaz. Ağustos sonunun eylüle bağlanmasını bekleyerek geçen pek çok yaz. İçinden temmuzlar geçen ve "bir umut" diye diye itip kaktığım yazlar... 

Bak yine bekliyorum. İçimden atamadığım bir sıkıntıyla, kumların yüreklerinin kalkarak kafasını ve dolayısıyla rengini, huyunu değiştirdikleri bir denizin durulmasını, ölümün çalkantılı acısını değil de, gün doğumu renklerine karışacak bir uçukluğuna kavuşturmasını renklerini, okşamasını sabahları.. Çaresiz istiyorum.. 

O gideli on beş sene oldu, on beş yıldır hiçbir yere varmayan zamanın, yas nöbetindeyim. 

Yarın.. 
Beraber, yeniden doğalım mı?

12 Temmuz 2013

livorno*


"Yanağıma koy bahçeni
beş parmaklı bahçeni
yanağıma koy
bir başka şehirde."

Sonsuz bir zaman geçiyor. Saymıyorum. Senin saymadığını da biliyorum içten içe. 
Yaşamı bir bütüne tamamlayan anlar toplamına nüfuz eden bir şey var bu gelip giden, ama yerleşikliğine deprem uğramayan tarihsizlikte.
Kelimelerle çözmekte ustalaşamadığımız, ama mevsimlerine inandığımız toprağın gövdeye yürüyüşünden hoşlanıyoruz. Ayrı ayrı, birlikte, bir ben eksik, bir sen fazla, bir ben fazla, sen eksik olma.
Çünkü bana bahşettiğin bir sonrası var uykuların, ellerimin. Ağır ağır biçimlenen, ve sana sırladığım. Senden başkasının teklif edemeyeceği gizlilikte bir renk cümbüşüne davetiye. "Kimseye gösterilmeyecek" olan kapaklarda tozlanacak da olsa yalnızca senin bulabileceğin, ayırdına varabileceğin bir rengin bir tonundaki öpücük..

"Seni algılayışım aynı ya da ayrı yerlerde oluşumuza göre değişiyor. Yani, sen diye tanıdığım iki kişi var.
Benden uzakta olduğunda bile, benim için varsın. Varlığının bu şekli çok- biçimli: Sayısız imgeler, geçişler, anlamlar, bildiğimiz şeyler ve yerlerden oluşmakta, ama her şeyin altını çizen şeyse, her yere yayılmış yokluğun. Sanki sen bir mekâna dönüşmüşsün, hatların da ufuk olmuş. İşte o zaman bir ülkede yaşar gibi yaşıyorum içimde. Sen her yerdesin. Fakat bu ülkede seninle asla yüz yüze gelemiyorum.
Partir est mourir un peu." 

*Alıntılar: John Berger

8 Temmuz 2013

"Hallarımı böyle yaz..."


Uzak değiliz birbirimize. 
Fotoğraf çektirmek için yan yana getirilmiş iki nesne de değiliz biz.*
Onların, yirmilerin başlangıcı ve bitişiyle kesiştirdiğimiz bir şey de yok.
Oysa ben onlarca şey yazdım, yazabiliyorken.
Ve çizdim, çizebiliyorken.
Sen, onlarca şarkı ismi saydın, sayabiliyorken.
Çok kelimenin ardından razı olunan bir sessizliği yırtacak kadar çok gürültü, üstelik de umutlu bir gürültü var şimdi sokakta.
Bir ömür boyunca giyindiğim tüm renkleri katlayarak, milyonlarca çocuğun kalbine işlenen gökkuşakları var.
Cemal Süreya'sız olmayacak besbelli, o yüzden Karadeniz'e, oradan Akdeniz'e, oradan da daha büyük sulara karışan çarpıntılı yüreğimin** ülkesine değinebilirim; aylardan eylül olmasa da, ilkbahara taşınan bir şeylerin başında bir aradaydık. 
Bak bütün çocuklar haziranın en az Hasan Hüseyin kadar var olmaya yaraştığını düşündükleri için uyandılar bu ilkbahar sonunda. 
Sen de.
Ben de.
O da.
Elimiz yüzümüz, üstümüz başımız gazeteyken, kahkahanın yanı başınan gözyaşını koyarken***, koyabilirken, o kadar umutluyken ve umudumuz hüzünle dalgalanıyorken, sokaklar sokaklardan taşıyorken, aşka bunca inanmayı, yeniden yüreklerimizi diriltmeyi çağlayanlarla beraber başarmışken..
Ne bileyim..
Razı olma bu sessizliğe.*
Cevabı da Ahmed Arif olan bir geceden çıkan iki insansak, hangi on, hangi yirmi, 
olsa olsa otuz üç****.

*Cemal Süreya- 16 Mayıs 1973
**Cemal Süreya- Ülke
***Hasan Hüseyin Korkmazgil- Haziranda Ölmek Zor
****Ahmed Arif- Otuz Üç Kurşun/ Fikret Kızılok- Vurulmuşum

5 Temmuz 2013

tarihe yazılı her şey


"Nefretten ya da aşktan başka bir neden varsa, konuşmayalım yeter..."

3 Temmuz 2013

130.


"Milena deniz gibi, içindeki su kütleleriyle deniz ne kadar güçlüyse o kadar güçlü, ama yine de ölü ve öncelikle de uzaklardaki ay istediğinde, bir yanlış anlama sonucu bütün gücüyle yığılıp kalıyor. Seni tanımıyor ve gelmeni istemesi belki de gerçeği sezmesinden kaynaklanıyor. Senin gerçek varlığının gözlerini daha fazla kamaştırmayacağını seziyor; bundan emin olabilirsin. Acaba, gelmek istememenin asıl nedeni bundan korkuyor olman mı güçsüz ruh?
... 
a ty neprijedeš poněvadž čekáš až to Tobě jednou bude nutné, to, abys přijel."