30 Aralık 2006

2007'ye 1 kala...

Sanırım birden fazla kişiye söylemem gereken bir cümle: Özür dilerim....


=)))))))))))))))))))))))))))))))))))))))))))

Her şey bir yana 2007 herkese dilediği yaşamı ve düzeni verir umarım.. Özellikle yeni bir hayata ve akademik konuma adım atacaklara, yeni bir sistemde yaşayacaklara, yeni gelişmelere gebe durumlara ve her şeyden önemlisi yeni hayatlara şans, mutluluk, sağlık getirir... Hayatın herkese tüm güzelliklerini sunması dileğiyle...


Herkese mutlu yıllar, iyi bayramlar..

26 Aralık 2006

İçimden gitmek geliyor... Çok uzaklara, başka denizlere, başka şehirlere... İzmir bazen o kadar çok yüklüyor ki ağırlığını, mıhlanıyor rüzgarları içime içime... Bu şehir o kadar saplıyor ki bazen kendini, yüreğimden bir şeyler paramparça oluyor. Uzaklara gitmek istiyorum... Uzaklaşmak... Bir kaç damla gözyaşına tutundu umut...

24 Aralık 2006


Yakamozuna mühürlü bakışlarındaki yaldızlar saçıldı her yere. İçimdeki aşılmaz(!) duvarları kırdı geçti. Seni bana kelepçeleyen bir kaç damla gözyaşı, maviliğimden, bıraktım gitti.. Samanyoluna iliştirdiğin ılıklığından yansıdı gece, harelerime. Sensizliğin sınırında, seninle kaplanan karanlık... Uçsuz bucaksız vadilerin ortasında goncasını arayan bir bulut kümesi bekler gözlerinden akıtmak için damlalarını... Aksın goncasına, kızarsın gonca, gül olsun, gül-sün bulut... Silindir bir beyazlığın maviye çalan koyuluğundaydı gün. "Sen güldün, ben öldüm" Dakikalarıma mühürlediğin renklerinin tonlarında... Genç bir kadının rengindeydi hayat, nar çiçeğinden koyuca. Mısralarına sığınmış kuytularında. Dilinde ufaktan bir şiirin dizelerini mırıldanır "İspanyol meyhanesinde öldüğümüzü kimse bilmesin..." Dayanılmaz bir ağrının bilmediği coğrafyalarında dolanırken...
21 Aralık 2006-Perşembe/ 12.20

17 Aralık 2006

..Her durakta duruyor, inmiyorsun...

İçimde dumanların ardından birbirini seyreden kuşkular ve birbirini kovalayan bekleyişler sarmaş dolaş.. Birbirlerinin önünde eğilen sıra dağlar yol vermiş güneşin parıltılarına… “Adın ne?” dedi uzaktan bir ses, adının suya yansımasıyla gümüş çizgiler koy ki hayatına, seni sen yapsın hayat, sen onu izle ki benliğinde yer bulsun gözyaşların, umutların.. Senin elindeki bir kırmızı kurdeleye takılı sözleri kat önüne, yolları aş sular değsin yüreğine, bırak değsin sular kuytularına.. Uzakta bir ele selam et, et ki al yansımanı renklerden… Gözyaşlarından fışkıran renkleri kat ruhuna. Sus.. Sus gecede, sessizliğin dolaşsın bedeninde.. Birbiriyle sevişen sarmaşıkları dolandır bedenlerde… Gülümsene sebep gülüşler yakala.. Onlardır gönlüne umut koyan, onlardır yarınına yarın katan.. Sende ve bende mühürlü öpüşler…

Bugün içimde şarkılar şaha kalkıyor, nedeni belirsiz kıpırdanmalardan.. İçimden sadece gitmek geliyor.. Uzaklara… Alıp başımı gitmek istiyorum.. Dünyanın yükünü bir yana bırakıp, bilmediğim yerlere… Hayata mola vermek değil, hayatı görmek için belki de… Sıkıcı bir düzene takılı soluklar bizimkisi… İçimdeki, kocaman bir uçan balona benziyor kimse ulaşıp da patlatamıyor… Hatalarımı ya da pişmanlıklarımı yüzüme vuran birkaç silüetten başka gözlerimi açmama engel yok..
Sıkıcı bir pazar gününün en bunalımlı dakikalarındayım.. Önümde birkaç zorunluluk, bitmeye yaklaşan bir gün, kocaman bir sıkıntı hüküm sürüyor…. Pazarlar neden insana kelebekler saçmaz?! Pazartesi yüzünden değil bana kalırsa… Bir bitişten çok, bitişi kasvete dönüştüren bir ağırlık… Şu an sadece gitmek istiyorum, uzağa… Nefes almak, soluğuma anlam katmak için…

15 Aralık 2006

Nemosu Kuzusuna yazı da yazarmııışş!!!!!!! NEMO- ŞİREK- DİDİKO üçlemesi

"Kuzum'a...
Mor; bu kalemin rengi, Didikom
un hayat felsefesi
Yeşil; BEN... Didikomun dostu (kardeşi), Nemosu, bıdığı, afacanı
Mor ve yeşil = ayrılmaz ikili tıpkı Gaffurla Burhan gibi
...
Mor ve yeşil ayrılamaz... Sor bi neden? Çünkü çiçeksiz bir bahçe, noktasız bir cümle, kolasız bir patates kızartması, kumrusuz İzmir, ediyle büdü, pidesiz ramazan gibi bir bütündür adeta... Aslında bunlar ortalarda yerden bitme boylarıyla fıldır fıldır dolanan, kahkahalarla karnını doyuran (para yok bu aralar, naabalımm), bidik oldukları için opotüs şoför amcaları, kantinciler, taksiciler vs.vs.... tarafından azarlanan, kedi-köpek gördükleri yerde garip sesler çıkaran (bu aslında çok sevdiklerini belirtiyor), vapurlarda tek akıllı onlarmış gibi kaptan amcaların yanlarına kadar çıkıp buz gibi ayazda müzik dinleyen (alakasız müzikler), ayaklarını dans ettiren, derinnn muhabbetler yapan, foto 1 ytl yapan, insanlarla uğraan, senaryolar yazarak kendilerini korkutan, en yakın arkadaşlarını haince kekleyen, birbirlerin bayıltıncaya kadar gıdıklayan, ders çalışıyoruz gibi gözükerek aslında birbirlerinin defterlerini geçiren (bunu vapurda yapıp msn de daha çok muhabbet-geyik yapan), aynı dertlere sahip olan, birbirlerine en garip, en saçma ama en komik isimleri takıp, espriler yapıp dalga geçen, hayatını yollara adayan, öğlenleri 'salata- light coke' birlikteliğinden vazgeçmeyen, msn'den birbirlerine ne giymeleri gerektiğini söyleyen, 'eşek, sıpa, sıpanın önde giden giden eşşeği, ulaannn nabıosun, kısımmm ne diyosun sen arızalı mısın' diye saydırıp buna kırılıncaya kadar gülen, sanki 'potansiyel keş'lermiş gibi sürekli içmeyi planlayan... Bazen çılgın, bazen duygusal, bazen psiko, bazen asabi, bazen şımarık, bazen depresyonda, bazen 'muhallebi kıvamında', bazen cıvvık cıvvık, bazen ciddi, bazen dünyayı kurtaran adamın evlatları, bazen cesur, bazen korkak... Tırsıtıcı, tırsınç, üşürlenen, 'tete' ve 'sarmısak' larından vazgeçmeyen, kimliği belirlenemeyen , ismini vermek istemeyen 'bir şey'ler. Bunlar yetmiyor, sanki bu ikisi az.. Bir de başlarının tatlı, dev gibi bir belaları var. Kim mi o? ŞİREK.. Aslında Shrek ama traditional man olduğu için 'şiirek' denmesini tercih eden, playstation manyağı, her şeyden anlayan ama ilgi alanını daha başka (!) yerlere yönlendiren ancak ve ancak (<=> ) bütün 'şirek'liğine, 'activelora'lığına karşın bizim yanımızda olmasından mutluluk duyduğumuz, (galiba bize katlanabilen nadir insanlardan, ondan benimsedik), bazen duygusal, bazen uykusuz , bazen sataşık, bazen komik, bazen ciddi, bazen bizim kıvamda (muhallebi yani), bazen hacker, bazen gıcık ama her zaman iyi niyetli tıpkı biz gibi... Bu 3 kahraman tek bir ortak noktada birleşiyor (Aslında ortak nokta çok da, en önemlisi bu).. 'Milka beyaz sütlü ÇUKULATAA'... İşte hayatın anlamı, 3'ümüzü de bu şifreli sözle kandırabilirsiniz... Bir de bu yazıyı Deniz'imin gönlünü almak için değil, gönlümü paylaşmak için yazıyorum. Daha da çok yazardım ama şu gazla kitap bile çıkarmaktan korkuyorum... (Parçada adı geçmeyen kahramanlar da var ama bu 3'ünü almak zorundaydım.) Sizi seviyorum ben ya.. 'Şirek'siz ve 'Didikom', 'Kuzum', 'Cincinim'siz (Tabii bu son üç kişi aynı kişi oluyor) bir hayat düşünemem.
Sevgilerle S.Gül
saat: 04.08
Dört yüz sekiz
Fr 15/12/2006---------------> Vee yarın 7'de kalkıcam :( :) "


DİDİKO'DAN CEVAP:

Sinemim gülüm önceliklee saat esprisinii kullandığın için teşekkür ederiiim, o önemli bir mirastı bana, gözlerim doldu görünce :)))
Ve kısa ve öz cevabım şudur:

DİDİKONUZ KURBAN OLSUN SİİZEE (NEMO & ŞİREK)!!!!!!!!!!!!!!

nemocum senii öperiiim!!!


şireeğim seni de öperiiim!!!
***kuzu didikonuz sizi öpeer!!!





12 Aralık 2006

gece yarısı şarkısı

Hangi taşı nereye koyacağımı bilemiyorum kimi zaman... İçimdeki deniz, dalgalarını savuruyor kuytularıma, geriye kalan köpükler öyle bir yontuyor ki bazen içimi, kelimeler anlamsız, sesler yetersiz, renkler sönük kalıyor. Kararsızlıkların, ikilemlerin perdesinde oynanan bir tiyatro eseri sanki hayat... Yeni oyuncular giriyor her yeni doğan günde... Yeni maskeler kovalıyor birbirini... Bu arada köpüklerin saçıldığı her noktada ayrı bir gelgit... Med cezirlere dayanıklı mıdır bünye? Kimbilir.. Mevsimlerin hepsini yaza çevirsek, başka bir coğrafyanın başka bir sahnesinde oynasak oyunu sonra sussak sadece sıcak kalsa geriye, benden ne bulurdun ki, sana seni verecek? İçimden akan ırmaklarda mühürlü bir kaç damla fısıldadı mı kulağına şarkıyı? Ben duydum da ondan soruyorum.. Belki paylaşırız diye.. Ama düğümler çözülmüyor ki.. Her gün yenisi, bir yenisi daha ve son... Sözlerden geriye düşen bir tutam perçemin ardına mı sakladın büyülerini? Benden alıp büyüttüğün saksı çiçeklerinin arasında ufaktan bir hercai menekşe vardı, görmedin... Ondaydı bana bıraktığın her dokunuş.. Fısıldadığında duymadın, ama ben duymuştum... Gece olmuştu ve saat 12'yi vurmuştu.. Şimdi gider Külkedisi onu arayanı kaybedip, düşlerine saklayarak prensini... Artık masallarda camdan ayakkabısını aramıyor Külkedisi, ona güneşi versin prensi sonra bırakalım gece olsun, saat 12 yi vursun...


8 Aralık 2006

Nemo'ma...


İçimde kocaman bir boşluk var... Sanki gökkuşağının renklerinden birini kaybetmek üzereyim... O kadar belirgin bir kayıp ki, yerine doldurabilecek hiçbir şey yok sanki, ne yıldızlarım ne ufak tefek büyüler, parıltılar... Sanki Gargamel'in büyüsünde bir malzeme eksik gibi.. Benim de hayatımda bir renk... Şarkılardan notalar çalınmış gibi.. Yeri doldurulamayacak boşluklar, yerine başka renkler koyulamayacak kuşaklar, değiştirilemeyen melodiler... Korkuyorum, uzaklıklar gözümde, teker teker aşılamaz duvarlara dönüşüyor.. İçimdeki en büyük zenginliği kaybetme korkusuyla soluklarımı sıkıyorum.. Gitme küçük balık, gitme...



3 Aralık 2006

bugün orada da cumartesi mi?

Haftasonu programı:

cumartesi: yol-okul-kantinde kinder surprise-yol-insanlık dışı insanlar-yol-ev-yol-gezme-çok gezme-alışveriş-çok alışveriş-renk-bol renk-yol-ev-mama-az buçuk tv




pazar: uyku-uyku-uyku-uyku-uyku-uyku-mama-mama-mama- mid-term öncesi stres-bıcı-uyku-uyku-uyku-uyku....

28 Kasım 2006

21 Kasım 2006

Hiç inilmemiş bir kuyuydu dehlizlerimde zaman. Karanlık, ıslak, kuytu.. Güneşin kendini nazlı nazlı dokundurduğu bahar sabahlarının, gölgeler ardından cilveleşmesi…

İçemediğim suların güzelliğine takmıştı gözlerini… Susayan şehirler ve insanlardan uzakta. Yarıda kalan bir yürüyüşün sayılı adımlarına gizlenmişti derinliklerindeki mavi. Deniz ve gökyüzünü birbirine dolamıştı ressam, bilmeden tablosuna gözlerin saplanacağını.

Eski bir filmden kalma kareydi, öpüşler. Kuytularımda cirit atan heyecanlar… Seni nazlanan ritimler, coşkuyla ürpertiyle dolduruyordu gönlümü. İlkokul sıralarından kalma ucu yırtık çizgili defter sayfasına karalı birkaç mısrada…

Dünümün ve yarınımın çıkmazlarında, gözlerimden dökülen birkaç damla aşk, geride yalnızlık var. Coşku dolu konvoyların ardından sürüklenen bir dalga, puslu…

Ezemediğim birkaç filize yüklenmiş özlem.. Senin sustuğun, benim soluduğum sahnelerdi. Senin geçtiğin, benim kaldığım… Ömrümün menekşe kokulu arnavut kaldırımlarına yüklediğim seksek oyunu..

Senin soluduğun, benim soluğumu tükettiğim…

10 Kasım 2006

"o günbatımında karanlığın bu kadar uzun süreceğini hiç birimiz bilmiyorduk..."

Bir takılı kalmışlıktı, gözbebeklerine çakılı zaman. Senden gidenlerle benden aldıklarının toplamı bir koca dört mevsim. Renklerini yitiren akşamsefalarının alamadığım kokusunda yaşlanan geceler, yaşlanan gözlerle. Bir damla, fazlası sellere karıştı...
Çoktan işlemeye başladığın cinayetin oyasına takılı kalmış, ölümünün ahşap kapısında bir aralanmışlık... Sürüklediğin aynaya çakılmış renklerin. Aklını oynatan bir mavilik, saçlarına goncalar taktığın kadının gözleri.
Bende akşam, günün dayanamadığı sınırlarla kaplı. Yoğunluğu 'kavuniçi'ye çalar, söyledikleri usuldan bir şiir, seversin sen de 'Ben Daha Ölmedim Anne'... Değişmeyen bir ses kırıntısına takılı kalmış düğümün.
İçini acıtıyorsa hayat, gözyaşları yakıyorsa kalbini yıldızlardan bir geçit var gözlerinin erişebildiği en yüksek noktada. Sana gösteriyor sırrın, çözülmemişliğin saklanan perdesinin ardından kutupyıldızı...
Suya yazdığım yazıların sağlamasıydı dokunuş... Renklerin birbirine dolanıp içinin ılıklığına ılıklık katması... Parmaklarının ardından uçan bir hayata yüklüydü gözbebeklerin. Sustum, gecenin yorulduğu, şehrin susadığı saatlerdi.. Ve sadece izledim gökyüzünden, gözlerinin ulaşabildiği noktadan, hayatı ve ardında bıraktıklarını, çığlığı...

4 Kasım 2006



Gözbebeklerinden taşan koyu hıçkırığın saplanmasıydı kağıda, içimi acıtan keskinlik.
Sustuğum yağmur damlalarını içiyordu gece. Beklenenin elime kondurduğu bir yumuşak, ufak gonca gibi.
Sükûnetin sınırında sessizliğimin tıka basa doldurduğu huzursuz bir ruhtu benimkisi. Elinde kalemini saklayan bir yaramaz, geçimsiz.
Fırtınalarını saçıp, ilerliyordu gecede yalnızlık.
Tutunacağım düğümlerden usanmış loş sokaklar Loş sokaklarda cılızdan bir sarılık. Kendinden geçen gece bitkilerine rağmen, eskimeyen, kendini tekrar eden,” nakarat gibi” bir yağmur, sokakları döven. Dudakları hırpalamadan , usuldan ıslatıp geçen…
Bir deniz kabuğuydu yüreğinden ıslak kaldırıma düşen. Küçük bir minare. Denizyıldızları takmıştın saçlarına, korkunun gözlerine saplı kaldığı kadınının… Ve insanın içini okşayan samyeline karşı, kumdan kaleler yaparken “who can say where the road goes, where the day flows, only time…” Zamana yenik düşen savaşçılardık günebakanlar arasında. Kalbinin, zamanla gerçek arasına sıkıştığı, yol verdiği sızıydı akşamsefalarının ölümü gün doğumunda… Ben-sizliğin haritasında ilerlerken, kıvrımlarımdan geçerek sevmek ben-sizliği. Usuldan gamzeme saçtığın güllerinle… Sonbaharına hoş geldin..

3 Kasım 2006

"Sweet November" - Ayların en utangacı, en zarifi...

"Kasım" hoş geldin... Seni çok özledi Kırmızılar Morlar... Seni çok özledi renkler. Şarkılarını, esintini, utangaç bakışlarını çok özledik...



25 Ekim 2006

...En leylim  gecede ölesim tutmuş,
Etme gel,
Ay karanlık...

AHMED ARİF
(HASRETİNDEN PRANGALAR ESKİTTİM)


23 Ekim 2006

"yağmurkuşugillerden biri"...


Sonbahara aşık olmuştu, kavuniçi yapraklar arasında usuldan bir tango... Etrafa saçılan kızıl gül yaprakları kadınının kokusunda... Ayağının çizdiği bir aşk ritmindeki şiir dizeleri... Erguvanına sapladığı pembemsiliğin kokusunda bir sarhoşluk... Kendine ya da erguvanî ılıklığına saçtığı inciler...
Günün birinde kulağına fısıldadı: "Eflâtun..."
O yaz sonu,yıldız geçidi bittiğinde, deniz sahili döverken kulağına fısıldadı: "Sahildeyim, seni izlemeye geldim..."
Baharın göbeğinde, coşkun bahar yağmurlarının büyük bir şevkle doğurduğu çiçeklerinin arasında kulağına fısıldadı: "Erguvan..."

Eflâtundan bir denizin erguvanî ılıklığında istemişti dizelerini...

Dizeler döküldü, adalara yayıldı, eylül akşamlarında günbatımı hatıraları, kokusunda akasya, arınmış bir su gibi berrak ve coşku hüküm sürerken mevsimlerde...

matematiğin karmaşık kıvrımlarından doğan bir sevda işlemiydi gizlenen... Gecenin koynunda susayan bir martı, hıçkırıklarını yıldız olarak saçan gümüş bir ay...

Saklıydım bir temmuz sabahının ilk ışıklarında, bir çamaşır ipindeki iki havlunun ıslaklığında, sabırsız bir dizenin söyleyeceği utangaç duygulara, şehirlerin birbirine dolandığı renklerde...

Sabırsızlığımın sabrında, kalemime dolanan erguvanlarda...

-Deniz

Odada
Neydi onlar,açmalık belki;
Camekânda neft, güherçile,
Belki de rum ateşi.

Yanıbaşımızda
Bir su akardı eli serçeli,
Sepetler tıklım tıklım havlu, bez;
Öpüşlerde yeniden çizerdim seni.

Üstümüzde
Uzayıp giden çamaşır ipini
Kimi ben görürdüm, kimi sen;
O ipti işte aşkın yazı dili.

Dünyada
Bakışımlıydı, çocuktu bedenlerimiz;
Ezilir ezilirdi aralarında
Yağmurkuşugillerden biri.

Cemal SÜREYA

***resim:Abidin DİNO

21 Ekim 2006

17 Ekim 2006

Kırmızı'ma...

Hazan yaprağıydı bir salı, ömrümün. Sürüklenen bir yaprak gibiydim Kırmızı, Omayra gibiydim ayın 17'sinde Ekim'in. İçimi sıkan bir rüzgâr vardı. Oysa severdi Eflâtun rüzgârları. Kelimelere düğümlenmiş solukları sıktı zaman, boğuldum. Nefesime nefes katarken hayata es dediler Kırmızı. Soluksuz kaldım, sararmış bir defter sayfasında,kurşundan izlerle. Zamanın akıl almaz sıkıcılığında sıkıştı bugün renkler. Bilmediğim bir dilin bilmediğim kıvrımlarında yolumu arıyorum. Bugün gökyüzü ağlıyor, İzmir küstü. Orada da var mı kasım başlangıcı kavuniçi yapraklar, bulutların gözyaşları? Bugün burada deniz gri, biliyorum senin denizin hep eflâtun... Eflâtunun mora çalar, erguvanların açmıştır hep. Daha görünmedi ilkbahar, erguvanlar uyuyor buralarda. Senin gördüğün içindeki ılıklığın erguvanî rengi. Ağlıyor erguvanı, ağlıyor eflâtunun... Durduramadığım bir depremin fayında oynuyorum küllerle. Bıkmadan, usanmadan inanmaya çalışıyorum kutupyıldızına... Bugün sürükleniyorum güzün bitmemiş şarkısı gibi. Çıplak kalmaya meyilli ağaçların düşen giysileri, kavuniçi yapraklar gibi...

09.20

11 Ekim 2006

11 ekim 2006- adım sonbahar

Sadece farklı şeyler hissettiğim, bambaşka görüntülerin zihnime yer ettiği bir dönem bu. Üniversitede yaşam, yollarda yaşam, her an farklı bir yaşam. Her yeniliğe göz ucuyla bakan bir meraklı..
Bugün hava karardı, biz vapurdan İzmir'i izledik, martılar koyu denizin üzerinde inci taneleri gibi süzüldüler, biz hayran olduk, hava karardı gün biterken biz ayrılmadan dostlukları, sevgileri, özlediklerimizi ve kuytularımızda yer edenleri bir kez daha özledik...
Güldük, sustuk, durmaksızın konuşurken satır aralarını doldurmasını bekledik rüzgârın...
Bir resime takılıp günü, özlemleri, aşkları, sevgileri peşine taktık... Bir resimle uzağı yakın yaptık.
Bugün fotoğrafa adım attık. Bugün uzun zamandır olmadığı kadar zevkle ve şevkle bir ders dinledik. Gördük ki öğrenme isteği hala içimizde yeşeriyor. Ve hala hayat yeni olaylar, yeni sahneler, yeni oyunlar koyuyor ömrümüzün tiyatro sahnesine..
Ve biz her yeni doğan güne yine umutla başlıyoruz...

**Atilla İlhan'ın ölüm yıldönümü... Biz seni çok seviyorduk hocam...

nasıl iş bu
her yanına çiçek yağmış
erik ağacının
ışık içinde yüzüyor
neresinden baksan
gözlerin kamaşır

oysa ben akşam olmuşum
yapraklarım dökülüyor
usul usul
adım sonbahar

8 Ekim 2006

ve sıradaki parça kırmızı ve tonlarına...

Sanırım sonbahar yağmurları bizi bu haftadan itibaren selamlamaya başlıyor. Hava kapalı, hava ağır. İzmir'in iklimindeyken en rahatsız edici şey bu herhalde : NEM. Hava nemli ve sıcak ama yağmur var. Ne giyeceğini, yanında ne taşıyacağını bilemeden geçirdiğimiz günlerdeyiz bu ara. Ve havanın bu ağırlığı en çok benim baş ağrılarımı azdırıyor. Ki bu gerçekten kötü, çok kötü...
Kalbi kırıklar var bu sonbahar yağmurlarında bir de... Ne yapacağını bilemez, eli kolu bağlanmış sadece yüreği açık insanlar... Ve sokakta uyuyan, başka hayatların başka köşelerinde kediler...
Renkler gizleniyor yavaş yavaş, hava kararırken...
Ve sıradaki parça kızıllığına kızıl katarak geceye meydan okuyan dansıyla kırmızıya gelsin...


hiçbir neden yokken,
ya da biz bilmezken tepemiz atmış
ve konuşmuşuzdur...
ONCA NEDEN VARKEN
VE TAM SIRASI GELMİŞKEN
HİÇBİR ŞEY YAPMAMIŞ
VE SUSMUŞUZDUR...
AYNI ANDA AYNI SESSİZ GECEYE DOĞRU
İÇİM SIKILIYOR DEMİŞİZDİR
AYNI SABAHA UYANIRKEN
KİMBİLİR
AYNI DÜŞÜ GÖRMÜŞÜZDÜR.
olamaz mı?
olabilir.

ONCA YIL SEN BURADA
ONCA YIL BEN BURADA
YOLLARIMIZ HİÇ KESİŞMEMİŞ
ŞU EYLÜL AKŞAMI DIŞINDA

belki benim kağıt param,
bir şekilde, döne dolaşa
senin cebine girmiştir
belki aynı posta kutusuna,
değişik zamanlarda da olsa,
birkaç mektup atmışızdır
AYIN KARPUZ DİLİMİ GİBİ
BATIŞINI İZLEMİŞİZDİR DENİZ KIYISINDA
aynı köşeye oturmuşuzdur köhnede
belki de birkaç gün arayla
olamaz mı?
olabilir.

ONCA YIL SEN BURADA
ONCA YIL BEN BURADA
YOLLARIMIZ HİÇ KESİŞMEMİŞ
ŞU EYLÜL AKŞAMI DIŞINDA.

bostancı dolmuş kuyruğunda
sen başta ben en sonda
öylece beklemişizdir...
SABAH 7.30 VAPURUNA
SEN KOŞA KOŞA YETİŞİRKEN,
BEN YÜRÜDÜĞÜMDEN KAÇIRMIŞIMDIR...
aynı anda başka insanlara,
seni seviyorum demişizdir....
mutlak güven duygusuyla
başımızı başka omuzlara dayamışızdır
olamaz mı?
olabilir.

ONCA YIL SEN BURADA
ONCA YIL BEN BURADA
YOLLARIMIZ KESİŞMEMİŞ
ŞU EYLÜL AKŞAMI DIŞINDA...

29 Eylül 2006

ÇÖZ çöz ÇöZ çÖz...

Güne eğilen sadece dağlar.
Her şey susmuş gecede, yarım kalan çığlıklar basmış kuytuları.. Bende kalan nazlanmaların doldurduğu renk kutuları...
Uzağa bakarken, yakına dokunmanın tedirginliği... Denizin ortasında durup rüzgârın hayatımızın akışını değiştireceğini umut etmek...
Masalına masal katarak ömrün.
Ömrüne bağlanan bir ipin düğümünde kaybolmak. Yoluna yol katmış haritaların. Yeşile sarı, maviye kan damlatılmış. Arınmadan katmış önüne seni, iklimini... Bir kalem darbesine vermiş portreni... Bugüne dair olsun demiş izlerine ömrünün kurşun kalıntılarının...Aşka dayanmış sular... Ne var biliyor musun hiçliğin haritasında, kan...Usul usul akıyormuş. Hiç düşlemediğin şekilde. Sensiz ya da sana dayanarak. Varlığının coğrafyasında...
Senin adına takılı bir isimmiş ömrüne bağlanan ipin düğümü...

29.09.2006
14.00 Üçkuyular- Bostanlı Feribotu

24 Eylül 2006

hoşgeldin sonbahar


Yarın sonunda okul açılıyor! Ve ben çok mutluyum. Evde otur otur bir yere kadar. İnsan çalışmak istiyor, meşgul olmak istiyor. Garip yaratık şu insanoğlu. Çalışırken tatil ister, tatildeyken çalışmak.. Yani bu ikinciyi belki bir kızmı istemez ama benim aşırı derecede okula gidesim, ödev yapasım var. Sıkıcı bir yaz işte nihayet bitti. Sonbaharın geldiğini de zaten dün kesin bir şekilde gördük. Yağmur, yağmur, yağmur... Sonbahar ve okul... Yeni bir mevsim, yeni bir mekan... Bazen pozitif de olabiliyorum, görün işte :) Bundan sonra her iş günü vapura biniyorum, bundan sonra artık bir okul üniformam olmayacak, bundan sonra her okul değiştirmemde olduğu gibi güzel İzmirimin yeni bir ilçesini öğreneceğim. Bundan sonra kuzenimle yıllarca hayalini kurduğumuz aynı okulda olma hayallerini gerçekleştirmiş olacağız. SEvdiğim arkadaşlarımla ayı okulda olacağım. Yani bir çok şey yeni artık. Söylediğim ve söylemediğim pek çok şey...

22 Eylül 2006

Ölümden doğumu çıkart, bak işte gittiğin yol kadarsın. Güneş ve ayın dansından doğansın. Bir deniz gibi engin suların ortasındasın. Sadece mavi tonlardasın. Aşktasın, aşıktasın.. Ölüm ve doğumun perçinlediği aşkın kızıllığındasın...

21 Eylül 2006

Yürümek;
yürümeyenleri
arkanda boş sokaklar gibi bırakarak,
havaları boydan boya yarıp ikiye
bir mavzer gözü gibi
karanlığın gözüne bakarak
yürümek!..

Yürümek;
dost omuzbaşlarını
omuzlarının yanında duyup,
kelleni orta yere
yüreğini yumruklarının içine koyup
yürümek!..

Yürümek;
yolunda pusuya yattıklarını,
arkadan çelme attıklarını
bilerek
yürümek...

Yürümek;
yürekten
gülerekten
yürümek...

Nâzım Hikmet

18 Eylül 2006

karanfile bakan

Ne kalmış geriye çakıl taşlarından
sadece bejden kahveye dönük hafiften bir ıslık..
tanınmayan bir silüette yansıyan çakıl burukluk sustu gecede..
ben kaldım geride, sen kalmadın, bittin, küllerin saçıldı ay dolu kadehin ağzına...
ben tuttum uçurtmayı, sen kayboldun rüzgârın çığlıklarında...
serde erkeklik var deyip çakılına çakıl kattın beyazın..
susamış kuşlar, yol veren olsa uzak diyarların uçsuz bucaksız sularına kanat çırpacaklar ama yok. Yoluna yol katmış dağlar, sularından su çekmişler. Geride, çırpılacak kanatlarda gözyaşları kalmış...
ay güldü geçen gece biliyor musun? Güldü sana. Ona verdiğin sırlar dökülmüş göğe, yıldızlar kapıp koklamış, kimbilir beğenmişlerdir belki içine teptiğin sihirli yaldızların kokularını... Ne vardı onlarda biliyor musun? Defne kokusu.. Anlatmıştım sana..
Küsmüş şehir bana. Sadece susuyor karşımda. Her sabah deniz sırtını dönüyor artık. Çünkü artık dalgaları, çalkantıları görmeme gerek yokmuş. Durulman lazım, dedi bana. Başka denizler de küsmüş müdür bana? Bir zamanlar deniz içine alırdı denizleri. Peri masallarına saklanmış aşkları taşırırdı hıçkırıklarında. Döndü sırtını deniz.. Kızıllığın ortasında yalnızlık belirdi. Ufuğa baktığımda bir kaç karanfil belirir kırmızıdan, sus dedi kokusu, karanfillerini tüketme yeni doğan güne başlarken, pembeden kırmızıya çalarken, yanık yanık kokarken katar gününe seni, sevdanı, şehrini, denizini, her parçanı, soldurma karanfillerini...

15 Eylül 2006

kayadan su geçti...

Yan yana duruyorlardı kaldırımın ortasında.

Akıp giden kalabalığın ortasında…

Gökyüzüne dönük bakışlarındaki gerçeklikte varlığını sürdüren tek güzellik Su’ nundu.

Su’nun gözlerinin dokunduğu tek yeşillik Kaya.

Su yavaşça kalbini Kaya’nın avucuna koydu. Kaya’nın avucundaki sıcaklıkta aşk göz kırpıyordu.

Cumartesinin renklerini yaşamayı kararlaştırmışlardı hafta ortasının bunaltıcı bir öğle saatinde.

Su, rüzgârların kokularını bıraktığı aleve çalan kızıl saçlarıyla, elâ gözleri ve belirgin çizgilere sahip vücuduyla Kaya’nın kalbini ezip geçen ayrılık darbesinin ilacı olmuştu.

Kaya, içe dönük, kendi içinde savaş yaratan, kendi karmaşasının çözümünü arayan, sert mizaçlı, uzun boyu, geniş omuzları ve yeşil gözleriyle dikkat çekici bir adam.

Su yılların getirdiği bir tanıdıklıkla Kaya’nın kulağına doğru, parmak ucunda uzanarak, tatlı bir ezgiyle “Bugün orda da cumartesi mi?” diye fısıldadı.

Onların ‘zaman’ı kalabalığınkinden farklıydı. Düğüm olmuş bir ipin peşine takılmıştı zaman. Sadece ‘oyun’ ve ‘bakış’ vardı. Oyun, eşyalara yüklenen duyguların oyunu. Renklerin eşyaya yansıması, enerjinin renklere. Ve sadece kahverengiye değen yeşilden oluşan ‘elâ’ bakışlar…

Yollar ya da zamanın eskittiği şehirler… Eskiyen ve taşıyan şehirler. Rüzgârın peşine takıp sürüklediği kalpleri sahiplenen şehirler ve evler ve odalar. Ya da sadece ‘biz-lik’. Yaratılan, olmayan yerler.

Su tuttuğu avucu hafifçe sıkarak, Kaya’yı kendisine doğru çekti. Kumruya benzer sesiyle hızlı ve engebesiz:

-Gidelim Kaya.

Kaya, Su’nun çakıl gözlerine bakarak duraksadı. Bir an tüm gündelik hayatı, işleri, kalabalığı unutup Su’nun kumru sesine, çakıl bakışlarına, dal gibi bileklerine, nar çiçeğinden koyu saçılmış kızıl dalgalarına takılı kaldı. Su’nun dudaklarını dayadığı hafif sakallı yanağına, yasemin kokusunun dağıldığını hissetti.

-Gidelim, dedi.

Su’nun soğuktan morarmış dudaklarına dikti gözlerini, aralanmış mor dudakların daveti bir an olsun kalbinde çırpınan güvercini öldürecekti.

Güvercin havalandı, ağzını ağzına dayarken. Kalabalık aktı, güneş küsüp bulutların arkasına saklandı. Bulutlar arasında kaynaşma oldu. Sonra karmaşa. Ve bulutların ardında güneş, bulutlarla yolladı kırgınlığını. Ve ıslak. Derinden bir iç çekişin getirdiği sel. Sürükleyip, herkesi içine alan bir hatıra geçidi. Düşlenilen ‘yağmur altında tango’, geceyi sabaha bağlayan saatlerin akrep- yelkovan kovalamacasında…

Kumsalı ıslatan gözyaşları, yağmurun altında sadece iki çift göz arasında bir ezgi. Yeşile çalan bir aydınlık. Kaya’nın kuvvetli kollarıyla çevrelediği ıslak bir vücut. Fısıldadı “…yokluğunda öldü gönlüm…” Kaya durdu. Sadece denizin hıçkırıklarıyla, yağmurun şarkısı kaldı. Ve yeşil gizli bir aydınlık. Su’ya değen derinden bir ıslık. Kalbini delip geçen bir yeşil. Yeşiline kızıl damlamış bir çiçekti sevda.

Yılların ve yolların ardından çalan bir telefonun getirdiği yeni bir hayat ve yıllar öncesinde yarıda kalmış bir tanışma.

Bir danstı aşk. Su’nun ritimleri ve o ritimlerin içinden doğan Kaya’nın ritimleri. Adım adım ve göz göze.

Yıllar sonrasında birbirine kavuşan adımlar.

Kaya kumsalı döven hırçın suya bakıp “…sarhoşum sarhoş..” diye mırıldandı. Yeşil gözleri karanlıktaki ateşböceği…

Su, Kaya’nın bedenine nasıl yayacağını bilemediği bir sıcaklıkla Kaya’nın avucunu kumlara soktu ve bir avuç kumla beraber çıkardı. Coşkun bir rüzgârla dağıldı kumlar bilinmeyen sevdalara ve diyarlara. Kumlarla birlikte Su’nun kızıla dönük dalgaları da saçıldı yıldızlı geceye.

Su, özgür ruhunu ve patavatsız hareketlerini Kaya’nın ve etrafındaki herkesin hayatına saçmayı alışkanlık edinmişti.

-Gidiyorum ben.

-Nereye?

- Uzağa.

-Ben?

-Yeni bir hayat…

-Beni sevmiyor musun?

- Hava karardı.

-Söyle!

-Gitmem gerek…

-…

Ve 15 yıllık bir boşluktu zaman, çok uzun bir es. Unutulmaya yüz tutan, çerçevedeki bir sima olup, yeniden hayatları karmakarışık eden bir kızıl…

Kaya’nın dudaklarından yalnızca şu mısralar döküldü, kızıl dalgaları alıp götürürken rüzgâr:

“… Sen aşk nedir bilmezsin

Beni sevmedin ki

Ağla ağlayabildiğin kadar

Bütün güzellikler sende

Aşk bendedir”

Ve sadece kapandı gözleri uzun bir loş boşluğa…

30 Ağustos 2006

Bir kaç damla gözyaşına sarılıymış hayat.
Coşkun bir renk geçidinin ardına eklenmeyi unutmayan mutsuzluklar hep varmış.
Kalbimin kırıldığı anlar aslında kendimi sorgulamam içinmiş. İçime tıktığım derin hıçkırıklarda unutulmuş kelimeler...
ben ve sen yokmuşuz. Biz-lik kaybolmuş mühürlü gözyaşlarında.
İçindeki savaşın kazananı hep mutsuzlukmuş... Umudunun son ateşini görmek her kırmızı başlıklı kız masalında varmış.
Aşağılanmış bir yalnızlığın soğuk kollarında renksizlik...
"Aldırma" cümlesinin yakındaşı "kaldırma"... Yük ağırsa kaldırma, belki hafifler. Kendini kandırmanın eşiğinde ağlarken...
Aynada duran küçük kız çocuğu... Sevdiği rengi yapıştırdığı gözlerinden akan bir ezilmişlik... Sevinilecek ne kaldı geriye? Bir kaç damla su damlasına hapis arınma mı?
Gözümü kapadım. Yok olmak isteğimin son perdesinde miyim?
Neyim? Sadece ölesim tutmuş bir öğle vakti, lunaparkın ışıkları sönerken... Geride bıraktığımı bilmeksizin gitmek istiyorum.
Kalemimden kan damlıyor.
Aşılan engeller yetmezmiş ayakta kalmaya.
Koskocaman, çapraşık bir seksek oyunuymuş hayat.
Melodisi değişken.
Yazar baba demiş "...bu kadar acı çekmedikçe Tanrı'ya inanmamı beklemeyin benden..."
Tanrı kahkaha atıyor ben içimdeki çiçeklerin solmasına şahitken.
Ne "oldum" diyebilirsin ne "bitti".
Düşman gibi hayat, beyninden geçen mısralara.
Eserini bitiremeyen sanatçı...
Çözülmüş mü içimdeki düğümler yoksa İskender'i mi bekler?
Aşk ne demekmiş?
Öyle bir şey sadece masallardaki perilerin asalarına gizlenmişmiş.
Korkuyorum. Büyülerin olmamasından. Korkuyorum. Düşmekten. Korkuyorum. Kendimden. Ve üşüyorum. Çırılçıplak gözyaşlarımın etrafımı çevrelemesinden.
Tanrı kahkaha atıyor ve kalemimden kan damlıyor...
Gözlerimi kapatmaya 1 kala...

26.08.2006

23 Ağustos 2006

artık üniversite...




IEU- Halkla İlişkiler ve Reklamcılık

ÖSS Maratonu bittii =)

21 Ağustos 2006

Kiremit renginden bir pırıltıydı umut... Yitirilen zamanın yorgun savaşçısı.
Maviye çalan bir gecedeydi Umut. Beklediğiyle aldığını, diğer bir deyişle umduğuyla bulduğunu terazinin iki kefesinde tartan, bir kızıla çalan yoğunluktu,, yüreğinden çöllere dökülen.
Turuncu bir güneşin ilk damlasıydı bebek. Ölümü bir kez daha hatırlatan bir dünyaya geliş. Bir gazel gibi sürükleyen yaprakları ve peşine takan onca cenazeyi...

07.06.2006
09.50

4 Ağustos 2006

28 Temmuz 2006

/...aynalardan kaçarken ne kadar acı özlenmeyi beklemek.../ ...geveze susuşlarını bile özledim.../

Bir pergelin iki koluna bağlıydık. Sen etrafımda dönen, kimi zaman sokulan kimi zamansa, zamanın ötelere fırlattığı bir koyu yoğunluk... Bir çemberin tam göbeğindeydim. Senin tam sol yukarında, vücudunun orta yerindeydim. Düşlere sığan bir çemberin mesafesindeki tek gerçeklikti yarattığın noktalar kümesi. Maskelerin düştüğü, kanıtlanabilir bir matematik probleminin çözümüydük. Oldu. Pişman oldu. Ve mutlu. Ve dost. Ve mavi. Kör bir aydınlığın kavuniçi kuytularına kaçıyordu güven. Sen. Siz. Sensiz. Yanında duran iskemlenin altına kaçmıştı şans. Şan. Şöhret. Ve es. Şans. Yorgundur belki biz-lik. Yorgundur sen-siz-lik. Çaydanlığın demliğindeydi kızıl. Sen dem, ben suyun. Kızıla eklenen şeffaf. Bir kütüphane hayır 'kitap dolu bir oda, şömineli' böyle demişti Edgar ya da uçlu kalemin bir darbesindeki renk cümbüşü. Korku filmlerinden kaçan ama kabusun göbeğinde yaşayan, fantastik kitaplar okuyup, sadece pencereden bakma cesareti gösteren bir sarıydı hayat. Sağımda mecburiyet solumda mecburiyetsizlik, önüm arkam eflâtun. Saklanmayan yeşile dönük bir çayır. Gözyaşın yok olmuş. İnançsızlık mıydı perde arasından gözüme giren, sarıdan beyaza çalan ışık?! Bir manastırda kapalıydı bazen, sana dokunan kokular... Kağıdın bitişine yakın bir hıçkırık...

/...içimden şehirler geçiyor her durakta duruyor inmiyorsun.../

artık tatil zamanı

Tercihleri teslim ettim.

Yarın gerçek bir tatile çıkıyorum.

Bilkent'in yetenek sınavına hazırlanıyorum.

Ve gayet mutluyum.

17 Temmuz 2006


Yarın saat 10.00da açıklanacak.

11 Temmuz 2006

istekler- yaz ve sonrası

Telefonum bozuldu :(
Spora başladık (D-N)
Babamın jüri günü geçti
Annem espadrili için çözüm yolu buldu ve onu yünle kaplamaya başladı
Kırmızı denizde kırmızı bir tatilde
Hava çok sıcak
OKS açıklandı demek ki ÖSS nin açıklanmasına 1 hafta var
Annem messenger kullanmaya başladı
Cuma günü Yurdanur Teyzemlerde yemekteyiz
Kırmızı arkadaşlarla konuştum
Hala kedi istiyorum
Ve hala kedim yok
Köpek de istiyorum
Köpeğim de yok
Cumartesi 17 yılı devireceğim
Ve bir şey hissetmiyorum bu konuda
Hediye listesi yapasım bile yok
İsteyecek bir şey bulamıyorum
Sanırım 18 yaşa bir garip gireceğim
Ve ben denize gitmek istiyorum
ÖSSden istediğim ve hatta hoş bir sürprizle, beklediğimden daha iyi bir puanı almak istiyorum
Üniversitede istediğim bir yere yerleştirilmek istiyorum
Ben artık üniversiteli olmak istiyorum
Güzel sonuçlar beraberinde güzel bir tatil beraberinde arkadaşlarım
Güzel sonuçlar arkadaşlarla güzel bir tatilin ardından güzel bir okul ve güzel bir (18+4 yaş) yıl hatta güzel yıllar geçirmek istiyorum...
Aaah ahh ÖSYM den bir doğumgünü hediyesi rica etsem?!

2 Temmuz 2006

each of veils, a secret promise...


Bir kaç merdivene takılıydı, takılıydım, takılıydın, takılıydık...

Beklenmeyenin ışığında bir kaç gözyaşı mıydı seni aynalarla yansıtan?

Ben sustum...

Ve Temmuz geldi...

"...Adın yoktu tanıştığımızda
sonra da olmadı
çünkü başka biri oldun zamanla


...Omayra bu adı verdim sana
ve mevsimleri bütün anlamlarıyla
iki çakılına bir deniz vereyim
hayallerine mavi buğday
dokuz yaşamın olsun tek tek öldüreyim
esmer ve çırılçıplak bir gecede
bütün düşmanların gelecek
koynumdaki cenazene ..."




resim: Uzbekistan. Desert Kızıl Kum

30 Haziran 2006

Temmuza 40 dk kala...


Deniz güldü sularda annesiyle...Deniz denize beyaz şarkılar söyledi. Deniz denize bir kucak dolusu renk verdi aralarında sır olsun diye...

29 Haziran 2006

GÜLÜMSE

Bugün otuz dört'le otuz beş gülmüşler... =)))




28 Haziran 2006

Sularda akşam oldu...


Gökyüzü maviden kavuniçine, kavuniçinden pembeye, pembeden eflatuna, eflatundan koyu maviye ordan laciverde döndü bugün... Sahil sessizdi, havada çok tanıdık bir koku 'anne kokusu gibi' vardı.. Sustuk ve akşam oldu...

27 Haziran 2006

tutkunun rengi: kırmızı / dansı: tango





"Tamam dedi. Evet, Astor Piazzolla dinlenecek, Tango öğrenilecek ve sonra da ölünecek..."


26 Haziran 2006

Zamanı peşine takarak dansa doğru


İri dalgalara karşı koşuyorduk, kumların bejliğinde bir kaç izdi hayat.. Belki güneşin kavurduğu kumsallardı tadını almak istediğimiz..

Renkler birbiriyle çılgınca dans ederken, denizin tokatladığı sahilde iki yabancı.. Mesafedeki tek gerçeklik... Mavinin tonlarına doğru bir açlık.. Gümüş akan gecenin koynunda...

Zamandı yakalanmak istenen... Sadece zaman.. doğruluğu ya da gerçekliği belirsiz zaman... Farklı coğrafyaların icadı zaman... Ona doğru koşuyorduk.. Zamana...

İlkbaharın sarıyla mavinin karışımdan oluşmuş tonlarındaydık geceleri.. Güneşin doğuşuyla sarıdan kırmızıya bir geçiş... Sarıdan sarıya bir uzantıydı hayat...

Bekliyorduk.. Bir trendi ömür.. Trenimizin gelişini bekliyorduk.. Ve törpülüyordu hayat zamanın çıkıntılarını... Birlikteydik törpülenmiş kan birikintileriyle..

Bir kaleydoskopun deliğinden izlediğimiz şölendi hayat.. Boncuk kırılması, renk yansıması insanın içini donduran gecede...

Bir kaç notaya sığınmıştı özlem... Sana el süremeyen bir soyutluğun peşindeydin çoğu zaman...

Arzuyla ideali birleştiren bir kalem darbesiydi hayat. Beyazın üzerindeki kara çiziklere dokunurken griyi görebilmenin kıyısındaydık çoğu zaman...

İlhamını kamçılayan bir kaç düşe tutunmaktı.. Uzağındakine ulaşma arzusunun sana sunduğu kumdan kaleler, buzdan heykeller, renklerden gökkuşağı yaratma dürtüsüydü..

Renklerdik... Soru işaretleri ve bitmeyen cümlelerin sadık noktalamaları...

Ve adım atma isteği.. Sana, geceye, ileriye, hayata, yaratma arzunu kamçılayan zamana...

Tekrar dans.. Bir kaç notaya sığdırılmış yaşamlar vardı... Bir kaç notanın birbirine tutunarak yarattığı hayatlar vardı...

Bitmeyen öyküler ve unutulmayan dizeler vardı...

Unutmak: İnananlar için Tanrı'nın, inançsızlar için doğanın en büyük armağanı demişti zeytin sevdalısı bir portre...

Unutulmaya değer ve unutulmamaya değerler vardı. Zamana karşı koyabilen ya da zamanla düet yapanlar...

Zor bir soluktu hayat, bir dansın figüründeydik yansımalarla ve zamana adım atmanın peşinde hayata sevdalı...

Sadece "es" zamana doğru...


25 Haziran 2006

ağlayan kız...


Dün gece bir rüya gördüm. Sadece ağlayan bir kız...Yatağında ağlayan bir kız... Gecenin 3'ünde sadece gözünden yaşlar akan bir kız... Karanlıkta bile gizlenme ihtiyacı duyan, gözünden yaşlar akan, gecesi gündüzüne, yolları hayallerine, dünü yarınına karışmış bir kız gördüm. Sonra sabah oldu, o kızın öyküsüne nokta konuldu mu bilmiyorum. Konulduysa kim koydu onu da bilmiyorum. Sadece geride bir kaç damla kırıklıkla...


23 Haziran 2006

didiko didiks zevzek didi

Babaannemi yolcu ettik.
Bugün Milli Eğitim Bakanlığından olan son karnemi aldım, hayatımda ilk defa onur belgesi aldım, neden aldım bilmiyorum.
Bugün annemle dolaşmaya çıkacağız. Dolaşma= alışveriş merkezi çünkü hava cehennem sıcağı...
Didiko didiksin yine başı ağrıyor yine yine...
Bir şey yapasım yok..
Kokoşcin'den mesaj geldi "Kuzu Osmansız hayat zor" diyor. O yüzden haftaya görüşeceğiz. Yapamadı bensiz =) Bidik Osman Artvin'de. Önümüzdeki hafta Yağmurcin'le de DESEM'de sinemaya gidebiliriz belki... Öyle işte... Bir de... Neyse...
Öyle işte, İzmir'de adamı öldürecek derecede bir sıcak var her yaz olduğu gibi. İnsanda şevk bırakmayan.. Kuşadası hayalleri kurmaya başlasam iyi olacak... Gerçi o da zor ya bu sene bu ÖSS zırvası ve babamın tezi yüzünde.. Olsun en güzelini düşün en kötüsüne hazırlıklı ol... Ben İzmirimi seviyorum zaten imamın abdest suyu şeklinde olsun ister başka şekilde neticede burda yaşıyorum ve bu yazı burda geçirmek istiyorum en azından bir bölümünü...
Annem biraz önce fal baktı istediğim üniversiteye girebilecek miyim diye vallahi açıldı kartlar bilgisayar kardeş havai fişekler attı haydi hayırlısı...
Zevzekliğim üstümde yine...



Did you write the book of love,
And do you have faith in God above,
If the Bible tells you so?
Do you believe in rock ’n roll,
Can music save your mortal soul,
And can you teach me how to dance real slow?

Well, I know that you’re in love with him
`cause I saw you dancin’ in the gym.
You both kicked off your shoes.
Man, I dig those rhythm and blues.

I was a lonely teenage broncin’ buck
With a pink carnation and a pickup truck,
But I knew I was out of luck
The day the music died...

22 Haziran 2006

İzmir'e yaraşmayan noktalama işareti : NOKTA

İzmir ayaklarımızın altındaydı ve İzmir'in ışıkları birer tamamlanmamış öyküydü bizim aralık kapımızda... İçimizde törpülenmiş kan birikintileri... Şık mekanların şık insanları bir geceliğine... Zor ayrılıkların yoruculuğunu yaşamamak için bir kaç çığlık hayatın sessizliğine...
Renklerin parlaklığı seçilemiyordu karanlık mum ışığının süzüldüğü salonda. Yerden tavana yükselen camların altında binlerce yaşam bakıyordu gökyüzüne. Gökyüzündeki karanlık salondan tamamlanmamış öykülere...
"Yaşamaya mecbursun" dedim... "Kendini yok etsen bile kelimeleri öldürmeye gücün yok" dedim... Yoktu.. Hiçbirimizin yoktu kelimeleri tüketmeye gücü.. "Bu öykü burada biter" dediğinde "Bitmez" demiştim, bitmez... Bitse sen bitersin, ben biterim bu şehir biter. Tamamlanmamış öyküler bütünüyüz biz... Nokta koymaya gücü yeten sanatçı var mıdır? Eserim bitti diyen? Sanatçı ölümsüzse nokta koymaz.. Bu öykü burada bitmez... Yazmaya devam et- edelim...

bitirdik...