31 Ağustos 2018

şimdi değil'


Alışmıyorum. Alışmak da istemiyorum. Alışırsam gardım düşecek.
Aldığım her nefese saplanan ağrıyı unutmak istemiyorum.
Sözcüklerin sancısı var. Birikip birikip, yeryüzünde kapladığım bir buçuk metrekarelik alanı sürekli tokatlayan öfkeyle kucaklaşmak istemiyorum.
Olduramadıklarımızın sonucunda, oluyormuş gibi yaptıklarımızı bir nişane gibi taşımak istemiyorum.
Birçok şeye inanmak, inanmış gibi yapmak.
Görmezden gelebilme gücümü kendi görünmezliğim için kullanmak istemiyorum.
Yılgınlık, yenilgi, tahammül, bekleyiş.
Ne kadar antreman yapsam da yeterince bağışıklık kazanamıyorum.
Kazanırsam kurtulursun.
Seni kurtarmak istemiyorum.
Unutmak mümkün olsun istemiyorum.
Yaşadığımız ve biriktirdiğimiz her şeyin toplamından, bir "yazık" hayat çıkarıp da onu yaşıyorsak acımıza değsin. 
İçimizin sızlayan yarasını zaman kurutsun istemiyorum. 
Zamana meydan okuyabilecek kadar güçlü bir yarayla bağlandığımızdan emin olmay yeğliyorum.
Çünkü hâlâ aramızda bir organ meselesi var,
bir kan akışı,
ya da bir coğrafya kaderdaşlığı,
ne dersen,
nasıl bilirsen.

15 Ağustos 2018

"akıp geçmişsem, gidip gelmişsem"


Zaman geldi.
Gelmiş,
geçmiş.
Oysa geçmiş, hiç geçmeyen bir yara gibi.
Geçip de gitmez gibi.
Gitmiş,
mi.
İzi bile mi.
Gidecek gibi olan her şey gibi,
hiç beklememiş
mi?
ben dahil.
sen dahil.
biz hariç.
 

3 Ağustos 2018

zamanın dışında,


Son hatırladığım şey o bahar akşamı değil. Yazdan kalma bir gün. Kilometrelerce yokuş çıkıp, hissettiklerimle birlikte hızlıca indiğim o uçurum sonundaki denizin yosunlu rengi. 

Kimsesiz bir İstanbul köşesi, kendimi sevmeye hazırladığım bir roman, ve o an hatırladığım başka bir yaz günü. Bu kez bir İstanbul köşesi değil. 

Sazlıkların diplerinde kokolozların dizildiği bir günbatımı. Hücrelerimdeki hareketi, somut olarak duyumsamamı sağlayan başka bir su. Kimbilir başka kimin hatırası. Şimdi. 

Belleğimle fotoğrafını çektiğim kimi şeyler var. Rafta gözüme çarptıkça kalbime çizik atan kitap sırtları. 
"Garlar, garajlar, havaalanları, kavuşmaklar, ayrılmaklar"
Şehirler, şehirden uzaklıklar.

Son hatırladığım o yazdan kalma gün, hiçbir şey olmadan her şeyin bir anda olduğu bir milat sanki.

Aslında çok fotoğraf çektim de, bazen kör olsaydım dediklerim yüzünden yokmuş gibi davranıyorum. Karlar, trenler, şarkılar, sevdiğim sokaklar, sevdirdiğim içkiler, sır gibi tuttuğum yazar isimleri hariç değil.*

Sonra, çok korktuğum şeyler de var ve kör olamadığım. 
Lanetli olduğum için kör olamadığım. 

Son hatırladığım şeyler arasında uydurduğum komik şarkılar var. Dilimden sökemedikçe acısıyla dilsiz olmayı dilediğim. Umarım benim unutmayı başaramadıklarım bir yerlerde unutulabiliyordur. Yoksa bir de sağır olmayı dilemem gerekecek.

İyi olduğum bir yer var ama. Hatırladığım değil, içinde olduğum. 
Pek konuşmuyorum galiba orada. Pek ağırlığını tartmıyorum. Pek taşmıyorum. Pek acıtmıyorum. Pek sızlamıyorum. 
 Çiçekleri suluyorum. Akşam yemeği yemesem de kedilerinkini çıkarıyorum. Elimden iyisi gelen şeyleri paslandırmıyorum. 
Sakınmadan sevdiriyorum kendimi. 

Bazen çok başım dönüyor. Hastalıklı bir dönüş. Dengemi yitirdiğimde en çok korktuğum şey düşmek olmuyor, tuhaf. Hafızam bulanıklaşıyor. Neydi, nasıldı.. 

Panayırlarda büyümüş çocukların yüzlerindeki ifade siliniyor, o yazın kokusu, aşkla bağlandığım şehrin çarşısındaki parkta oynayan çocukların çığlıkları.., korkuyorum o zaman.

Bazen çok başım dönüyor. Üzerimizdeki bulutlar, başımda depar atıyor. Korkuyorum tadını unutmaktan karadutlu dondurmanın. Ve kokusunu portakalın. 
Sonra geçiyor. Hafızam da acıyor. Belleğimi de bir lanetle taşıdığımı hissediyorum. Kış uykusuna yatıramıyorum. Kendi yakamdan düşemiyorum.

Son hatırladığım şey, bir gece yarısı bir kokunun hatırasına ağlayışım. Kıştı ve kar yağmıyordu. Sonra ne oldu; neyse ki onu hatırlamamazlıktan gelebiliyorum. 

Yürüdüm. Durmadan yürüdüm. Yolun bir yerinde iyi olduğum bir yere döndüğümü fark ettim. Üzerimi örttüler, biraz süt biraz da uyku verdiler. 
Sonra biraz olsun sustu içimdeki canavar.

Uyandırmaya kıyamadım.