27 Aralık 2007

lekesiz zihnin ebedi gün ışığı


“how happy is the blameless vestal’s lot the world forgetting , by the world forgot eternal sunshine of the spotless mind! Each pray’r acceppted , and each wish resign’d”

Alexander Pope , Eloisa To Abelard *

9 Aralık 2007

11 Kasım 2007

"Bata çıka ilerleyeceksin poyrazdan karayele, denizdir bu/ Limanda şaşıracaksın, sakin bir su, dalga özlemidir bu./ Ağrılar biçecek gövdeni hat hat, saat saat, kaderdir bu..."

(Mehmet EROĞLU- Yürek Sürgünü)

17 Temmuz 2007

Adını arayan rumuz

Eylüllerden yaz yap bana

Bir dönümlük bir dünyada

Şiirim mıntıka temizliği

Cam şişelere koyduğum

Eylüllerden yaz yap bana

Bir dönümlük bir çocukluk

gökkuşağı uçurtma

mayın mantar ütopya

yalancı mücevherler gibi

birbirine benzemeyen şiirler yazdım

okyanusa karşı ağladım sonra

Bak ay karışıyor akşama

Acemi mevsimlerdi

Aşk adı altında yıllarca tek kale top oynadım

Cam üfledi şiirlerimi

Batık gökkuşağı, patlamış mayın

yırtık uçurtma

Eylül gelmeden bavulumda ütopya

Kendime trenlerden ayrılık aldım

bak ay karışıyor alnıma

Adını arayan rumuz

bu mantar sende kalsın

Yırt at bu şiiri okuduktan sonra


M.M

10 Haziran 2007

karanlık oda şarkısı

Uzun demiryollarının, raylara böldüğü zamanı kuşatan koyu kan rengi, beynimin kelepçeli kıvrımları ve bir kış manzarası temmuza özenen bulutların karanlığı. Yorgun savaşçıların bilinçlerine mühürlü bir çözüm yolu: İskender’in düğümü. Yavruağzı bekleyişlerin, otobüs duraklarına kilitli sabırsızlığıyla bir prangalanış sarımtırak düne. Silgilerin silemediği bir kurşundan izdi şimdi aşk. Avucumun ayasında bir gonca oyası, kurutulmuş bahar yağmurları. Yeşile çalardı düşleri ve ulaşamadığım bir yeşildi şimdi uçsuz kimliği. Yıkanıp yıkanıp ütülenmekten yorulmuş bir gömlek gibiydi tarihi, başlangıcın. Uzak şehirlerin, çıkmaz sokaklarına her daim fon olmuş bir ceset yığınının betimlenmez kışında, kedilerin söyleyemediği sesten bir “mi…”. Güneş gözlükleri ardına saklanmış hayat çizgileri. Gümrüklerini bilemediğim haritaların dehlizlerime inen coğrafyasında bir kelime bulma umudu. Karlarını eritmeyi başaramadığım yüksek dağların, tanıdık eğimlerinde bir başarısız matematik problemi oldum zamanla. Şehrin ışıklarını söndürdüğün saatti, çarşaflarda ölüm sessizliği. Beklemediğim, özlemediğim bir nota dizisiydi kulağıma fısıldadığın. Ellerinde kesikler, saçlarıma iliştirdiğin kan güllerinin dikenlerini anar. Doreden bir akrepti şimdi zaman, yelkovanı sessiz. Tükenmek bilmeyen bir yol ve yol kenarında kanat çırpışlar…

vaat ettiklerinin soluksuz büyüsünü solduran bir aralanıştı geçmişten geleceğe uzanan. Mozaikten bir aşk hikayesinin cevapsız çağrılarında uzun bir siren, sessizliğine meydan okur, başrollerin. Bir senaryo şimdi kalemime tıka basa doldurduğum. Virgülden sonrası sebepsiz… Alaturka bir desendi şimdi uzaklıkların senden bana ilettiği sessizlik. Güneş uzak kaldı ve uçulacak mekansız kaldık. Göz kapaklarımın ağırlaşan aralığında yağmura emanet bir nem. Yaşadığım şehrin kalabalığında, dolu sinema salonlarının yarıda kalan filmlerle süslediği aşk masallarına imkansız bir giriş. Metal bir soğukluk , koyu kahve çözünürlüğünde tenime değen. Berrak bir ışıltıydı zamanında dizelere inancım. Ve solmayan çiçeklere olan çocuksu bir saçmalıktı çoğu zaman, zaman. Eski bir nağmenin en güç mehtabında, yaşadığım tarifsiz çare-siz-lik. İmlâlara mecbur, dersliklerde karalamalar. Aşılamayan yolların haritalarında acemi bir korkaktım çoğu zaman. Gül kurusu bir yoksunluk şimdi kuytularımda mücevher gözlerin. Sepya bir perde çekildi zamana ve kalemimden damlayan kanların koyu eksikliği belirsizleşti zamanla. Tanrı’nın saklambacında hep ebe olduğumu öğrendiğimde oyun zamanı geçeli çok olmuştu. Bir ağıt şimdi plansız inen akşamlarda günbatımları ve çözemediğim bir düğüm, yorgun savaşçıları beklerken. Çıplak bir gecenin geometrisinde taşıyamadığım bir tenhalık. Tehditkâr hatıralarda düşlerime sinmeyen bir boğaz rüzgârı. Habersiz inen bir yağmur kuytularımda, gökyüzündeki uçurtmalara takılmanın eşiğinde. Haberin yok, detaylarını sildiğim tasarımların fırça darbelerinden. Kalın bir duvardı şimdi yitirilen cümleler, erişemediğim yıldızların emanet almak istemediğim pırıltılarına sığınan… Ve yinelenmeyecek bir karenin siyah- beyaz gölgesinde güçlü ve emin bir baskı deklanşöre…

6 Haziran 2007

AmEtiSt daĞıldı, OMAYRA kayıP, mEVSim hIrSIZı ağlıYor, RENKLER kuytuDa.

9 Mayıs 2007

O kadar zor ki bazen yaşama devam etmek. He rşey, herkes karşında dururken kımıldamadan durmak... Çığlıklar atmak isterken, sesini bastırmak, kalbine kilit vurmak. Haber vermeden gelen hançerlerden sıyrılabilmek, kurtaramadığın noktalardan akan kanı durdurabilmek acımasızlığını haykırmadan susmak.
Yalnız olduğunu, yalnız yürümek durumunda olduğunu bilmek çok acıtıyor bazen insanın canını. "Tamam bitti artık" dediğin anlarda daha büyük daha da zor duvarlarla karşılaşmak. Biri gelip delik deşik etti sanki bu dağları, ovaları. Yollara engeller dizdi. 24 saatin her dakikasında bir cinayete kurban olmaya başladım gibi. Dudaklarıma takılı kaldı herşey, gerisi yok. Bu boşluk, uçsuz beyazlıkta göz alabildiğine bir yalnızlık. Kimseye söyleyemediğim bir şarkıydı hayat. Zincirlere vurdular kelimelerimi, kendimi yitiriyorum. Oluk oluk gözyaşları, umutsuz bir düş hayali...
Ellerini özleyebileceğim insanların aralanan kapılarını zorlayamadığım bir güçsüzlük bedenimde, ruhumda. Eşiğindeyim noktanın.
Bir sabaha karşı, çamaşırlar iplerden toplanmadan, çiylerin yapraklarla öpüştüğü, denizin dalgalarını kucağında uyuttuğu saatte gideceğim...

15 Nisan 2007

Küçücüktüm büyüdüm ama ben masalımı da gördüm. Kumdan kalelerime yağmurlar yağdı. Kalbimdeki yaz renklerini, ılık bahar esintilerine doldurup, düşlerim için yola koyuldum. Bir Van Gogh tablosunun kıvrımlarındaydı sanki yolculuğum. Uzak ülkelerin, yuvarlark darbelerinin, laciverdi gecelerinde. Taş sokaklarına vurulmuş bir susamışlık ve saman renginden iklim kırıntıları. Sırtıma vurup yollarına düştüğüm masalların akıl almaz labirentlerine, suluboyadan dalgalarımı çizdim. Adımı vermek istedim adı konulmamış kahramanlara. Gecenin suskunluğuna inat bir karnaval başlattım, dehlizlerimden fışkırsın diye. Küçücüktüm büyüdüm ama ben masalımı da gördüm.

26 Mart 2007

Sessiz Eller


Ben hala ölürüm plastik çiçekli gizli bahçemde
Sessizlikten kaçar, sığınırım yorgunluğun koynuna

Apansız uyanır düşlerin tek güzel yerinde
Ararım tadını eve dönmenin
Yolunu bilmenin

Kimin bu sessiz eller
Mor halkalı yaralı gözler
KIYILARIMA VURAN SEN MİSİN?

Kimin bu kör gözler
Bu varışsız yalan sözler
ADIMI UNUTAN SEN MİSİN?

Ben hala ararım
Bilinmeyenin ulaşılmaz balını
Kaçarım kalabalıktan, yalnızlıktan
Dostumuz ölümden

20 Mart 2007


“Yüzünde yaşam izleri vardı/ Sevdim onu görünce birden/Eski bir şarkıyı söylüyordu/As tears go by…” Vurgun yedim kendi sularımda. Değdiğinde, goncalar açan dallarım bahara bebeksiz girdi. Dalları kiraz basmasına yakın, sustu fısıltısı rüzgârın, tanımsız bir beklemeye girdi garlardaki lokomotifler. Bir yankı halinde şimdi renklerin, çarpar tenime, geri döner, usuldan bir yeşildir içimde ovalarım, ılıktan akar kilidini kaybettiğim sular… İsmime mühürlü efsanelerin olasılıksız kahramanlarına kötücül zakkumlar iliştirmişler. Amforalara saklı maneviyatımda saklanan çılgın bir renk cümbüşünü bastırmaya çalışan beyazların ardında tanımamak, anımsamamak istediğim isimler ve bunu engelleyemeyen bir imkansızlık. Sevmiştim, çok sevmiştim, renklerine inandığım bir coğrafyanın kıvrımlarında otururken. Saçlarıma iliştirdiğinde kan güllerini, kızılına kızıl katmıştı damarlarımdan akıp gidenin… İşte o an, “sus dedim ama olmadı/ kalbimden ismin geçti/ kimseler duymadı/ çiçeklerin kokusu/ dalgaların şarkısı/ rüzgârın fısıltısı/ bir sana bir de bana…”… Bekledim, sıkıntımı örterek, bekledim, silüetleri renklendirme çabasında, saatlere mühürlenmeden, damgalamadan üzüntülerimi bekleyişime, bekledim. Dakikalar asır oldu. Soru işaretlerindeki önyargıları silmek istedim ve bekledim. Yüzümden akan yağmur damlaları durmadı, ‘nakarat gibi’, ‘nakarat gibi’… İç yakıcı bir şerbet oldu dudaklarımda bir Kordon havası., akşam serinliğini kapayan sıcaklığında. Maviden yeşile çalan, camgöbeğinden bilyeler saçıldı sulara, menevişler süsledi çalkantıları. Zamana inat yok olmayan kıvılcımımda kavuniçi özlemler… Düşündüm durduğum yeri, rotamı düşündüm uzak denizlerden bakarak. “En küçük bir ses bile sanki gök gürültüsü/ içim kıpır kıpır/ deniz kıpırtısız…” Zeytin ağaçlarının gölgesinde , toprağa dokundum. Hayatın sana verdiklerine nazır… “Sahiden hiç olmadan, her şey olunmaz mı?” Usuldan bir peri tozu saçıldı yarıçapı goncalarla kaplı çemberime. Sana “Hoş geldin” deme özlemiyle, kendime olan eflâtun sözlerimle, gecenin lacivert kadifeliğinden sana uzanan birkaç nazlı cümle olmak istedim… “Gece giderek yayılmaktadır/ yıldızlar herkese göz kırpmaktadır/ güzellikler paylaşılmak ister/ sevdiğim uzakta belki uyumaktadır…”



** Fotoğraf: Kevin Abato/ Take My Hand

"Hazır mısın??

Evinin seni içine sıgdıramayacak kadar dar oldugunu
fark edeceksin...
Sokaga firlayacaksın...
Sokaklar da dar gelecek...
Tıpkı vücudunun yüregine dar geldigi gibi...
Ne denizin mavisi açacak içini, ne pırıl pırıl
gökyüzü...
Kendini tasıyamayacak kadar çok büyüyecek, bir
yandan da kaybolacak kadar küçüleceksin...
Birileri sana bir seyler anlatacak durmadan...
"Önemli olan saglık."
"Yasamak güzel."
"Bos ver, her sey unutulur."
Sen hiçbirini duymayacaksın...
Göz yaslarından etrafı göremez hale geleceksin...
Ondan ölmesini isteyecek kadar nefret edecek, az
sonra kollarında ölmek isteyecek kadar çok
seveceksin...
Hep ondan bahsetmek isteyeceksin...
"Ölüme çare bulundu" ya da "Yarın kıyamet
kopacakmıs" deseler basını
kaldırıp Ne dedin?" diye sormayacaksın...
Yalnız kalmak isteyeceksin...
Hem de kalabalıkların arasında kaybolmak...
Ikisi de yetmeyecek...
Geçmişi düşüneceksin...
Neredeyse dakika dakika...
Ama kötüleri atlayarak...
Onunla geçtigin yerlerden geçmek isteyeceksin...
Gittigin yerlere gitmek...
Bu sana hiç iyi gelmeyecek...
Ama bile bile yapacaksın...
Biri sana içindeki acıyı söküp atabilecegini
söylese,kaçacaksın...
Aslında kurtulmak istedigin halde, o acıyı
yasamak için direneceksin...
Hayatının geri kalanını onu düsünerek geçirmek
isteyeceksin....
Aksini iddia edenlerden nefret edeceksin...
Herkesi ona benzetip...
Kimseyi onun yerine koyamayacaksın...
Hiçbir sey oyalamayacak seni...
Ilaçlara sıgınacaksın...
Birkaç saat kafani bulandiran ama asla onu
unutturmayan.
Sadece bir müddet buzlu camın arkasından
seyrettiren...
Bütün sarkılar sizin için yazılmıs gibi
gelecek... Bogazın dügümlenecek,
dinleyemeyeceksin...
Uyumak zor, uyanmak kolay
olacak...
Sabahı iple çekeceksin...
Bazen de "Hiç günes dogmasa" diyeceksin...
Ne geceler rahatlatacak seni ne gündüzler...
Ölmeyi isteyip, ölemeyeceksin...
Belki çivi çiviyi söker diye can havliyle önüne
çıkana sarılmak isteyeceksin
Nafile...
Düsüncesi bile tahammül edilmez gelecek...
Rüyalar göreceksin, gerçek olmasını istedigin...
Her sıçrayarak uyandıgında onun adını söyledigini
fark edeceksin...
Telefonun çalmasını bekleyeceksin...
Aramayacagını bile bile...
Her çaldıgında yüregin agzina gelecek...
Aglamaklı konusacaksın arayanlarla...
Yüregin burkulacak...
Canın yanacak...
Bir daha sevmemeye yemin edeceksin...
Hayata dair hiçbir sey yapmak gelmeyecek içinden...
Onun sesini bir kez daha duymak için yanıp
tutusacaksın...
Defalarca aradıgi günlerin kıymetini bilmedigin
için nefret edeceksin...
Yasadıgın sehri terk etmek isteyeceksin...
Onunla hiçbir anının olmadigi bir yerlere gidip
yerlesmek...
Ama bir umut...
Onunla bir gün bir yerde karsılasma umudu...
Bu umut seni gitmekten alıkoyacak...
Gel gitler içinde yasayacaksın...
Buna yasamak denirse...

****
Razı mısın bütün bunlara...?
Hazır mısın sonunda ölüp ölüp dirilmeye...?
O halde aşık olabilirsin"

11 Mart 2007

Beyaz Geceler

Kimse yok.
der ki beden: Ne denmişse
denmeyecek. Kimse
bir beden değildir aynı zamanda, bedenin dediğini
senden başka kimse duymaz.

Kar, gece. Ağaçların arasında
bir cinayetin
yinelenmesi. Dünya yüzünde dolaşan
kalem: Ne olacağını
bilmez artık, yitip gitmiştir
kalemi tutan el.

Yazar yine de.
Yazar: En başta
ağaçların arasında, bir beden
yürüyüp gitmişti geceden. Yazar:
bedenin beyazlığı
dünyanın rengi. Dünyadır, yazar dünya: Her şey
sessizlik renginde.

Burada yokum artık. Senin
dediğimi söylediğin şeyleri
hiçbir zaman demedim. Yine de beden
hiçbir şeyin ölmediği bir yer. Her gece
ağaçların sessizliğinde, bilirsin ki
yürür gelirim
sesim sana doğru.

Paul Auster

4 Mart 2007

Ayırma gözlerini gözlerimden bu akşam
Böyle saatlerce bak, böyle asırlarca bak
Göklerin ateşini kalbime boşaltarak
Benim içinde yaktı sanki gurub-u akşam
Senin kirpiklerinde bir damla oldu akşam
Gündüzden, gürültüden ve kainattan ırak
Akşamı seyredeyim bakışlarında bırak
Ayırma gözlerini gözlerimden bu akşam
Böyle saatlerce bak, böyle asırlarca bak

Yaşar Nabi Nayır

**Fotoğraf: Kevin Abato/ The Ceremony

28 Şubat 2007

“Elimdeki kitap rüzgâr oldu. Sen geldin. Sevgilim dedim sana gürültünün içinden, etimle, ruhumla, sana bakarak. Zamanında, beyinlerinin ışıklarını bir ekmek parasına satan onca insan arasında, hürriyetimi ve mutluluğumu kaybettim. Ama gelecek günlere güvenimi kaybetmedim hiçbir zaman… Dedim kendi kendime, seni sevdiğimi. Başım döndü ikimizden. Evvelsi akşam, o büyülü saatte.”

24 Şubat 2007

Dalgalara dolananlarla...

Damarlarından ılık ılık geçen kanın soluğunda sabahladım gece. Sabahın ayazında uykularını izledim uzun uzun. Sonu gelmeyen düşlerimin pençesinde, aynanın karşısında kalp ayışlarımı izledim. Ritimsiz bir vurgu topluluğu heyecanıma karıştı. Kalbim gökyüzüne uçacak sandım. Sakındığın cümleleri severken günbatımında, güneşin ufka değdiği noktada durup, rengini seçmeye çabaladım. Yıldızlarının yollarına döküldüğü bir gecenin sabahında içimde erguvani bir mutluluk. Yorgun geçen uykularımın bitmez kabuslarında açan bir bahar, kiraz ağaçlarıyla…

Belirleyemediğim derinliklerinde ayrıntılı mevsimlerine takılı kaldı gözbebeklerim. Dayanılmaz bir yalnızlığın üzerine şeftali kokusu, usuldan…

Damla damla akıttığım gözyaşlarımla açmış şimdi akşamsefaları. Renkleri gönlüme dokunur, hüzünleri karmaşamda boğulur. Neyi, neden yaptığımız bilmeksizin, sorgulamaktan kaçındığımız günlerin ardından bir tebessüm, soru işaretlerini bıraktım, büyülü kalsın…

Sevdiğin şarkıların, notaların eslerinde bir güvercinin kanat çırpışı kalbim. Beklenmeyene giden bir hediye olsun kendimden… Sabaha karşı, doğanın sıfıra indirdiği huzursuzluklardan uzak, yanıbaşında bir serinlik, içini titreten, hafiften…

Bahar kokusunda solan hüznünü ver diye geldim. Ellerinin ayasında açan bir güneşi göstermek istedim.

Yorgun, nefessiz rüzgârlarını alıp, seni kendinden geçirenlerle yer değiştirdim. İtiraf edemediklerimize saplı benzerlikleri dudaklarındaki tebessüme iliştirdim. Parıldayan gözlerinde bir okyanus akıntısı. Zamanın yer vermediği mutlulukları, onun kural dediği yasakları yıkmaya geldim. İzmir sahillerinde dalgalara vurdum, dokundurduğun coşkuyu. Dökmek istedim dizelere, yine yeni yeni baştan… Dudaklarımın aralığında usuldan bir ezgi, gönlüne dokunup düşlerinin dokusu olsun diye… “…denizini arayan akarsulara benzeriz/ pencereler bırak açık kalsın/ geceleri yağmurlar yağsın/ günebakan düşlerimiz/ yağmur sesiyle çoğalsın…”

19 Şubat 2007

mevsimin ne?

Nefesimden dökülen cümlelere takılı kalmış aklı. İnanmak mı istememiş renklerime, mevsimlerime?! Çakıl taşlarımı yakıp rüyalarına girerdim belki, mevsimim onunkine dönerse, bir gece yarısı... Uzakta ama yankısı yakın gelen bir tatildi onunkisi. Yüreğine vurduğu halatların arasından denize bir göz kırpış. İnsan tanımadığı yerleri, kişileri özler mi? Özleyebiliyor sanırım... Uzaktaki dağların dağıttığı aşk efsanelerine özenen bir yaşamdı bizimkisi, onları hiç yakalayamadan... Rengine ne diyeceğimi şaşırdığım derinliklerinde, kendime rastlamak şaşırtıcı oldu. Yılların ve yolların sakındığı yalın bir ilgi. Özlenmesi, beklenmesi gerektiği gibi... İsmine isim iliştiremediğim bir karmaşa. İçimdeki kaosun girdaplarında. İsimsiz bir mevsim ağacının iki meyvesi. Uzak, çekingen... Kaleme sığdıramadığım bir bahar coşkusu kalbimin hafif altında. Aynalardan kaçan bir mutluluk perçemi, hayata baktığımız geniş pencere önünde. Mevsimin ne? Yaz çocuğu musun sen de? Belki de güneş, seçip yollamıştır gökyüzünden gülücüklerini bize, ayrı ayrı renklerine... Elmde bir avuç kum, karşındayım şimdi, rüzgarların onları dağıtmasına izin vermemek üzere. Sende kalsın yarısı, belki bir gün... Tanımadığım bir şehrin tanıdığım ilçesine, içimden kopup giden deniz kokusu ve kalbine iliştirdiğim, anlaşılmaz duygularla kaplı bir avuç kumla... Biliyorum, sen de yaz çocuğusun...

6 Şubat 2007

karman çorman

saat 06.00

çılgınlığımın en üst seviyesindeyim

bağıra bağıra şarkı söyleyebilirim

"never again never again no more never again never again...."

trensetter ı seviyorum

çene çalmayı seviyorum

müziği seviyorum

yemek yemeyi seviyorum

kolayı daha da çok seviyorum

sabahlamayı seviyorum

tek başıma da olsa sabaha kadar oturup konuşmayı seviyorum

biraz sonra masanın ışığını söndüreceğim çünkü gün doğacak ona gerek kalmayacak

cevapsızlığın getirdiği ümitsizliği bile yer yer seviyorum bana beni bağışladığı için

gecenin bir yarısı içmeden sarhoş olmak, sokağa çıkıp bağırmak isterken...

kedilerin yorgun rüyalarında olmak isterdim..

bu arada "!f istanbul" 15-27 şubat arasında!!!!!!!!

bind chocolate izmire de şube açsın!!!!


bir fikret kuşkan filmi isteniyor!

betty boop un siyah elbisesi çok tatlı



bugün nemo'mla sinemaya didebiliriz ve belki hayat ikimiz için de dünden güzel olabilir...


siboşum bugün öğlen alsancağa didiyormuş

bu aralar iklimime kırmızı yakışıyor

gustav artık prense dönüşmek istiyor öpüyorum öpüyorum olmuyor =((

feci halde tembelim

izmir'i özlemişim...
















31 Ocak 2007


Basite indirgenmiş bir çeviriydi içimdeki tiyatro oyunlarının, müsvedde kağıtlarındaki gölgeleri. Cılızdan bir ışık yardımıyla, temkinli adımlar atmaya zorlayan bir ikinci ses kulaklarımda. Renklerini yitirdiğim bir haritanın çıkmazlarındaydım. Ovalarımda, dağlarımda iklimlerimi kaybetmiş durumdaydım. Ne şarkı söylenesi bir durumdu içimdeki(!). Hatırlayamadığım ezgilere, yitip gitmek üzere olan şarkı sözleri… “Sen içimdeki küçük mum hala sönmedin, yanıyor musun?...” Uzaklardan yakına bir işaret bekler dururdum içimdeki piyesin savaş sahnesinde. Gelsin beni bulsun isterdim, hiç bulmazdı… Verdiği birkaç güvenilebilir sözü de ezer geçerdi cevapsızlığı… Yitirir olmuştum rüya anlatan, düşlerine düş katan çocuğu… Rüyalarında da cevapsızdı belki… O kalbinin anlayamadığım yoğunluğunda, labirentlerinden sıyrılamaz şekilde, karanlıklarda, kör kuyularda yalnız başıma kalmıştım. Hiç içine alamadığı ‘ben’ koyuluklarında bile bir mum yakmaya çabalar olmuştu. Ona mavi yakışıyordu, garip ama sanki rengi o gibiydi…

Sana bir gün “Vur beni” demiştim. Mavileri oyacaktın, kaçamadın… Kızıla çalınmadı iklimler, kan revan içinde kalmadı düşler… Çağırmadın, geldim. Ağlarken görmedim seni, ağlamazdın çoğunlukla… Oysa benim mavilerim akardı, durmaksızın…

Şimdi zehir zemberek bir soğuk dokunduğum noktalar… Boyum yetmiyor bulutlara, seni de alıp götüremiyorum gökyüzünün çıkmazlarına…

Şimdi çıkmaz sokaklara saplı hayallerimle cevapsızlığından imgeler çıkarmaya çalışıyorum. Oturup bağdaş kurdum kalbinin kuytularında, duydun mu dudaklarımdaki ıslığı?... Duymadın… Sağır edici suskunluğun kesti geçti yine… Dudaklarımdan parça parça dökülürken ‘istediğini yap bana, sessizlik sonsuzda nasıl olsa…’



**Fotoğraf: Kevin Abato/ Liquid Serenity

26 Ocak 2007

'düşlerim yaz gerçekler soğuk'...


İçimde sonu olmayan yollar, çözülemeyen soru işaretleri cirit atıyor. Bir çığlık hayata karşı içimdeki kapıyı zorlayan.. Yabancı bir misafir kilitlerimi zorlayan.. Mühürlediğim anların bekçisi kesimiş.. Renginden griye dönmüş gözyaşları.. Rengini ben bile unuttum.. Baharın habericisi çiçekler kalmadı zaten dallarda da..Bir bulut var kalbimin üstünde.. Ağladı ağlayacak sonra yağmurlar başlayacak.. Körfezde de dalgalar anlaşılmaz son günlerde.. Bir örtü vurmuşlar kuytularımdaki zamana
sepya..
sonra üzerine suluboyadan renk darbeleri..
şeffafa dönük..
bellir belirsiz..
küçük bir kız vardı zamanında
gözlerine en sevdiği rengi yapıştırmış
şimdi kayıp gidiyor gözlerinden rengi..
narin bir cam gibi kalbi ama kimbilir hangi çeliğe atılan yumrukları hissediyor
güçsüz yorgun
ama kapayamıyor gözlerini
rengini tamamen kaybetmekten korkarken..

**Fotoğraf: Kevin Abato- Lamp Post

22 Ocak 2007

Noktaya 'es'...

Yarım kalan bir şiir dizesiydi dudaklarına ilişen koku… Elindeki sıcaklığın uzantısı ılıktan ılığa bir yaz akşamı. Vedasında çerçevelenen gözyaşları hep göz hizasında… Kızılından kızıl çalmışlar bir perşembe sonbaharında… Nefesinin kuytularında çırpınan aktan bir güvercin. Salamadığın özgürlüğünde boğulduğun hıçkırıklar… Benim sustuğum senin soluduğun, kaldırımlarda biten renklere nazır… Laciverdinin koyuluklarında kaybolan bir kutupyıldızının dudaklarından dökülen öpüşlere yazılmış şiirler. Malzemesinden mi çalmışlar aşkımın?! Unutulmuş bir konak gibi gözlerinden bana akan hareler.. Harelerinden önüme uzanan uzun çizgiler, kesik kesik.. Goncalarına serptiğin, teninin kokusunda susan süt beyazlığı. Vişneler saçtığın dokunuşlara mühürlü, geceler… Ayın soluğunda yok-olan bir tılsımdı gülüşlerin. Bir bardak suyun mu gölgesinde yakamozlar? Menevişlerin dokundurduğu renklerde kaybolmuş dakikalar.. Ellerinden akan bir yaşamdı sinema salonlarına kilitlenen.. Belirsiz boşluklar vardı cümlelerimde, darmadağınık duygularımın mirası...

Birkaç yarım şiir birkaç belirginliği yitmiş şarkı.. kaybolmuşum bilmediğim bir şehrin sokaklarında . Oysa burada her sokak denize çıkardı, denizimi yitirdim. Suladığım çiçekler rengini yitirdi…

Bu bir veda değil sevgilim..

Sev-gi-li-m...

Bu susuştaki konuşkanlık belki beni sana, sonu olmayan sokaklara bağlayan. Sepya bir örtü vurulmuş düşlerime, üzerine suluboya fırça darbeleri..

Git diyemez ki bir yanım, kendimi sende bulmuşken, uykularını izliyorum sonu gelmez gecelerde.. Huzurlu gerginliğinin eşiğinde, karanlığa çarpan soluğunda ertesi gün planları…

Bu bir veda değil…

Bir gidiş kalbimdeki kakaolu ülkelerden…

Sana uzanan bir masal…

Masalına kilitli renkler…

Renklerine mühürlü tonlar…

Tonlarında doku…

Dokunda bir es…

Teninde koku…

Noktaya bir kala bir virgül…

Sürmeli gözlerde bir yaş…

Dudaklarda bir çilek tadı…

Ve kalemdeki kurşunun kokusu…

Ve bir sevda çığlığı…

Nokta…

Bir Lâl Masalı

Bir adam sustu, bir kadın sokundu. Güneşin içinde karanlık kayboldu. Yeni bir çığlık eklendi hayata, kalbinde küçücük bir gamzeyle. Yakın tonların sentezinden miras.. Yeni çığlık savunmasızdı, güçsüzdü, ulu dağlara bakamayacak kadar küçüktü. Masalındaydı ömrün ve dokunuşları bir renk cümbüşüydü. Periler, prensesler, ışıltılı oyunlar ve parlak yarın düşleriyle bezediler gözbebeklerini. Prensini arar oldu kızıl gelincikler arasında. Ve bir bulut gördü uzun , parlak saçlarının gölgesinde, bulut ağladı, gözyaşları gamzeye değdi geçti. Küçük çığlık silmek istedi gözyaşlarını ama küçücüktü elleri, yetemedi… Gamzesi küstü gelincikler ardındaki renklere. Ve gece oldu. Yıldızlardan düşlerinde bir perde vardı şimdi. Umutlarına ve masallarına eklenen bir karaltının eşiğindeydi. Yetemedi. Sihirli tozlarını saçamadı. Gördü. İlk defa gördü. Şu dönen dünyaya hep güneş düşmezmiş. Hep sabah olmazmış ve elleri büyük değilse ışıltın görünmezmiş. Küçük çığlık ilk kez gerçeğine dokunmuş ömrün ve ilk kez çığlık atmış içindeki gamzenin yansıması…

Yıllar, yollar sonra bir gül bahçesinde umudunu yeniden kazanmanın yanı başında durmuş. Küçücük elleriyle bir solgun güle nefesini bırakmış. Tüm güller aralarında fısıldamaya başlamışlar ve bir şarkıyı mırıldanmaya… “…yollarımız hiç kesişmemiş şu eylül akşamı dışında…” Güllerin dudaklarından dökülenler gamzeye değmiş ve küçücük bir gülümseme yollamış uçuk pembe dudaklarına. Dudaklardan solgun güle bir öpücük değmiş, tüm güller birbirine dolanmış ve tek bembeyaz bir gonca halinde, küçük çığlığın ayaklarının dibine düşmüş. Minik parmaklarını dokundurmuş goncaya ve pembe dudaklarını bir kez daha değdirmiş. Kıpkırmızı bir güle dönüşmüş gonca ve fısıldamış “.. senden başka kimse yok içimde…” Ve bir gülücük daha dokunmuş. Işıldayan gözlerini kapamış küçük çığlık ve içinden usuldan bir dilek tutmuş “Masalıma masal kat..”. Dileğini dilerken, utangaç, nazlı nazlı kıpırdayan şeftali kokulu dudaklarında kadifemsi bir yorgunluk bulmuş. Araladığı gözleri, prensinin gözlerine dokunmuş. Ilıktan bir mevsim şeridi… Masalına masal katılmış ömrün. Ve bir bulut uzaktan göz kırpmış, gamzesi gülümsemiş. Yine yeni yeniden bir adam susmuş, bir kadın dokunmuş, güneşin içinde karanlık kaybolmuş. Yepyeni bir çığlık eklenmiş hayata…

2 Ocak 2007

2 Ocak 2007

Umutlarıyla bezeliymiş ömrü. Bulutların mirası, kar tanelerine sarılıymış gönlü. İçindeki bitmez yollar, aşılmaz duvarlar kuytularına saplı goncalarda hüküm sürermiş. Ayrılıkların sonunu düşününce güneşe uçmak istermiş. Bitmeyen yılların, özlemini kırbaçlaması, birkaç mısra gibi süzülen gözyaşlarına sebepmiş. “Sen hiç sensiz kalmadın ki, mevsimleri saymadın ki…” Dudaklarından dökülmeyen, yüreğinde bir kurtarıcı bulup da, yollara düşemeyen ezgiymiş. Kavurucu bir yazın eşiğinde, gönlünde kristal kar taneleriyle, kapıyı çalmaya utanan küçük bir kız çocuğunun şeker beklentisi gibi… Gezdiği ya da bildiği şehirlerin kıyısında, kalbinde gümüş labirentlerle… Sokaklarına rüyalarını katmış falcı kadın ve susmuş gecede… Tahminlere sarılı ömründe yalnızca bir kaç gelincik… Ne demişti geçmişten gelen bir sevdalı ses ?! “Saçlarına kan gülleri takayım/ Bir o yana/ Bir bu yana…” Güllerine dökülen kanında kızıla çalan bir yorgunluk… Yorgunluğun ötesinde adımlarına çalınan bir yoksunluk… Süregelen bir akşam vaktiydi kuytularındaki zaman… Güneşini kaybeden bir yaz çocuğunun sevdalarına mühürlü yaldızlar… Uzun siyah saçlarından yağmur taneleri gibi akan umutlarına tutunan gelecek olasılıkları… Kabuğunun içinde sürüp giden ayrı bir yaşamdı kuytularındaki… Zaman denilen uçsuz bucaksız saatin akrep yelkovan kovalamacasındaki engellere takılı içinden akıp giden “nakarat gibi yağmur”. Pencereleri döven ıslaklıktaki soğuğun bıraktığı buğu da sustu pembeleşmiş gülüşler. Yatağının altına her gece yarısı gizlediği eski defterinin sararmış sayfalarından dizeler pusuda, sokakların yağmurla –bulutların gözyaşlarıyla- yıkanışını izleyip, parmaklarını soğuğun nefesinde gezdirirken…”Yokluğun cehennemin öbür adıdır/ Üşüyorum, kapama gözlerini…” Şiir gibiydi sevmeleri, yelkovanın engelli koşusuna benzemezdi. Gecenin, yıldızlarla yıkanışı gibiydi… Ölümün tartışılmaz kesinliği, yazın yadırganamaz sıcaklığı gibi… Dokunduğu yere kızılından gelinciklerini bırakırdı, bir valsin en coşkulu anı gibi… Tangonun tutkusunda kızarırken… Bir yaz sabahına gebeydi düşleri ve dudaklarına ilişen tek bir dize “…haziranda ölmek zor…”