28 Ocak 2011

.*.


Bir kelimeye
Bin anlam yüklediğim zaman
Sana sesleneceğim.

Özdemir Asaf

27 Ocak 2011

..ama sen bana uzun uzun...*


Sana giden yolları hiç mi düşünmemişim sevgili çocuk? Bir kış akşamında, ayaz yalnızca tenimizde yürürken, dudaklarım korkuyor şarkılarına varmaya. Oysa ben seni ne çok bekledim. Yüreğine sevda demirlenmiş kadınlar gibi, yoldan haber bekleyen yâr gibi.. Birileri seni çok seviyor ve senden hep "kısaca" bahsediyorlar, oysa sen benim en uzun hikâyemsin.
21 yaşıma hediye olsun bu geceki şarkıların, aşka kaç kala..; "..Seni arar durur bir körebeyim..."...

26.01.2011- bin sekiz yüz üç.

26 Ocak 2011

"..O masal günü gelinceye kadar..."


Sesim soluğumdan ayrışmış, alıp başını gidiyor çocuk adımlarımın arşınladığı kıyılarda.
Sen özlemi duymuyorsun. Coğrafyaların farklı renklere boyadığı haritalardan beni..
Karışmıyor toprağıma, yağan yağmur. Bulutlar ayazdan korumuyor birkaç nice zamandır maviden yeşile dökülen sularımı.
Kilitlerim elden ele, renklerim kimde...
Ellerimi de sevmiyorum batıp çıktığı gözyaşlarında, tuzunda yanağındaki denizin...
Sanki bırakmış gibisin biletlerini komodininin üçüncü çekmecesine. Sanki vazgeçmiş gibisin yolların büyüttüğü masallardan, hayalimdeki Dize'ye dokunmaktan...
Benden mi korkuyorsun bu kaktüs suyundan mevsimlerde, korkuna mı vuruyor dalgalarım ortalıkta çınlarken uzaklık..
Oysa ben henüz bir gün önce keşfettim, korkunun inanmadıklarımızla öpüştüğünü. Alışkın olduğum bir denizin, alışkın olmadığım bir sevdalısının yanında. Oysa ayaz da vardı. Ve belki de korkmuyordum ben hayattan, kıyılarımdan deniz kabuklarına dokundukça soluklar ve omuzlarında yer ayırdıkça hüznüme yollar.
Hem "..belki korkuları hayallerimiz boğar..."...
Atlıkarıncalarda güneş solar mı, denizler yok olmadıkça?

25 Ocak 2011

Benim adım ne...


Nisan denizi gibi acıtır/ Hoşgeldin değil, hoşçakal acıtır/ Aklında resimler/ Hep geri sarıyorsan/ Biraz da duygun varsa, acıtır/ Güneşe bakmışız gibi acıtır/ Tutuşmuş da yanmamışız gibi acıtır/ Üstün biraz hafifse/ Ve ayaz bindirmişse/ Kaçacak yer yoksa, acıtır/ Tepemizde bulutlar/ Yağmuru unuttular/ Kuru toprak gibiysen acıtır/ Ay dolunay/ Deniz yanıyor/ Ben ner'deyim/ Ben ner'deyim/ Saat çok geç/ Belki gece üç/ Kimlerleyim/ Kimlerleyim/ Ben ner'deyim/ Öğrenmiş de inanmamışız gibi acıtır/ İnanmış ama öğrenmemişiz gibi acıtır/ Aklın havadaysa/ Ve sen yerdeysen/ Bir de fark edersen acıtır/ Yudum yudum biriktirmişiz/ Biri çarpıp dökmüşse/ Ve artık dolmuyorsa, acıtır/ Ay dolunay/ Deniz yanıyor/ Ben ner'deyim/ Ben ner'deyim/ Saat çok geç/ Belki gece üç/ Kimlerleyim/ Kimlerleyim/ Ben ner'deyim...

Ortaçgil

23 Ocak 2011

Haiku Gibi


Sana ne söylemek isteyebilirim
gözlerinden
uzaklara bakarken
*
Gecenin ağaran ucundan koparıyorum
sabahın
ilk kızılcığını.

Yağmurdan bata çıka çamurlara
varıyorum pırıl pırıl
gözlerinin gölüne.
*
İyi ki sapmışım
doğru evime giderken
sana yönelen yola.

Güz yaprakları bu dökülenler
bütün bu sarışınlık
karanlık kışa girmeden.
*
Durmadan camları sildi kadın
sabahı görmek için
düşlerin penceresinden.

Balıklar da uyumaktan vazgeçti
sulara vuran ayın
aydınlığı içinde.
*
Dağ yolunda
rakı burcuna giriyor güneş
kamyon ovaya inerken.

Narı ikiye bölünce
kanlı gözyaşları dökülüyor içinden.
*
Narı da böl ikiye
korkma
artık ağlamayacak.

Suşehirliyim, diyor,
gönlü şehirden çok
sudan yana.
*
Burası Sinop, hiç görmediğin.
Oysa ben denizi görebiliyorum
zindanda olsam bile.

Gülümse, gülümse!
Gülümseyen gözlerinle başlasın gün.
Bir gökkuşağından dökülsün
yağmura dönüşen gülüşün.
*
Altıma serdiğin geceyi
yıldızlarınla donatıp
üstüme örtmeyi unutma.

Tünellere girip çıktıkça tren
gölgeleri titriyor gözümde
geride bıraktığım yüzünün.
*
Bir yarışın telâşına kapılmadan
akşamın tadını çıkarıyor
aslanağızları
devedikenleri
katırnakları.

Bir kadın ud çalıyor tenhada
akşamları çiçeklerini sulayan bir kadın,
çaldıkça yakamozlar açıyor sularda.
*
Konsolun üstünde ucu kıvrılmış bir resim:
feraceli kadın ayakta,
sağ eli oturan kolağasının omuzunda.

Usulca giriyorsun rüyalarıma,
çıt çıkarmadan
ve uyandırmadan halayıklarını.
*
Kırlangıçların saati -
demek taşradayız,
unutulmuş bir yaz akşamı.

Beş yıl sustuktan sonra
bu sözleri hangi seslere fırlatmalı
geceye
havai fişeklerin sevinciyle?

Cevat Çapan

Ve yağmur...


Güzel şeylerin hep kıyısı mı olur? Güzel olduğunu bildiğimiz şeyler neden hep bizi korkutur?
Kırdıysam bağışla, yalnızlıklar ipinde cambazdım, adımdan korktum...

22 Ocak 2011

Tebeşire eğilirken..


Benim başım dönüyor. Bir düşün kuyruğunda sabahlıyor gece ya da dönüyor dünya, ben unutmuşum hızını. Uzun cümlelerimi tamamladığım uzun sessizliklerime kalemsizlik ekleniyor son birkaç devrinde günlerin. Ne kısa ne uzun, kaybolduğunu mu yeniden başladığını mı bilmediğim bir medcezir var içimde, dökülmüyor. Bu mevsimde bu şehre düşen yağmur unutturuyor kendisini, belki ondan kalıyor bir şeyler kıyılarımda.. Bugün korkmadan yürüdüğümü fark ettim Tiyatro Sokağı'nda. Bütün oyunları perdeleyip de sezonu mu kapatmış mazi bilemedim, yeniden mi açılıyor perde kadifede biriken tozlarıyla, düşünmedim. Okumaya başladığım günden beri hiç değişmeyen adam yüzüme baktı, ben onun yüzüne baktım. İsmimi bilip de severek söyleyenler gibi verdi zarfını uzak tanışıklığımızın. Bilmek istedim ilk hecesinden son hecesine uzanan, bana solgun görünen hikâyesini. Ama ben o uzun cümlelerimi yalanlarcasına susarım hep su boyunu aşana dek.. Değiştiremediğim sonsuz susuşlarım, özneyle yüklemine yer bulamadığım sorularım var. Birkaç iyi dostum ve sözcüklerimi bekleyen bir gecem.. Tartışmayı sevmeyen yanımda sahilleri ıslatan dokunuşlarım.. Bir de defterlerim işte, içimdeki bütün boşluklara değen yankılara ev diye bellediğim. Bitik kalemlerim ve ıssız gün batımlarına benzer uykusuzluklarım. Kapımı çalan günleri seçmiyorum hiç. Duymuyorum belki zile dokunan ellerin söylediklerini. Böyle söylüyorlar, dünyaya bakmadığımı. Haklılar mı emin değilim, ben sadece bakıyorum belki.. Dünyanın mevsimlerinde yürüyebilmek için görmediğim şeyler var, duymadığım sesler. Ama biliyorum, kilitli kalan her yanımı aşıp da içeri sızan aydınlıklar da var; onlar zaten günlerini pencerelerin açıldığı yıldız yağmurlarında, deniz kabuklarının uyuduğu sahillerde ve günün ilk saatlerindeki dokunulmamışlıkta geçiriyorlar. Ben hangi sokakta seksek oynadığımı kestiremiyorum ama tek ayak üstündeyken sessizliğimi bağışla dünya, belki zıpladığımda kalbimden bir şey düşer... Ve yeniden inanırım...

21 Ocak 2011

Vapur notları.


Dilsiz. Denizlerin dışı.

Ama gökyüzünün renginde şeftali kokusu var... Uçuk bir sarılıktan zor bir morluğa batan pembe ve kızılların gölgesinde salınan yalnız bulutlar... Üşüyen dalgaları var denizin ve lâcivertliğinde senden anısı kalan bir şehir hikâyesi.
Ben en çok moru severim, bütün renklere kucak açtığım coğrafyada. Şimdi suların titreyen kalp atışlarına mor sürüyor hafta başı. Ben bu şehirde en çok vapurda olmayı severim. Uyuşuk parmak uçlarımda bir çekingen masal adı kış...
İnsanların kendilerini hep denizle, suyla görmek istemeleri tuhaf değil mi sanki? Fotoğraf makinelerinin buna şahitliği.. Dinginliğin sessizliğini yırtan bir deklanşör sesi var dünyanın.
Turuncular maviyle sessizce birleşip yarına çoğalırken; su akışı, rüzgâr ıslığı, soğuk rengi, bulut öpüşü, sen sesi, ben sesi, en çok; biz.. Senfoniden biraz fazlası.
Şehir hatları vapurunda yazılmış tüm notlar deniz kokar mı bilmiyorum. Ama on sekiz dakikaya kim, hangi dalgayı, hangi gün doğumunu ve hangi rengi sığdırabiliyor bilmek isterdim.
Hepimizin gözleri başka mı görüyor ufku.. Göz renklerimizde kırılıyor mu mavi...
Umut vaat ediyor enginlik. Kırılmayacak, boğulmayacak şeylerin varlığına umut yeşertiyor. Hiçbir şeyin sonsuzluğuna inanmayan bizlere ve de sizlere uzun bir manifesto gibi sürüyor ebediyetini. Sahi, dalgaları da dağıtıp bozar mı insanlar? Her şeyi öldürdükleri gibi bu gökyüzünün suyla birleştiği çizgiyi de karalarlar mı? İzin vermeseler...
Çünkü bu şehirde birileri hâlâ renklere, sulara tükürüyor.
- bin yirmi bir

Devrik- iç deniz.

Metruk bir soluğum var artık. Renklerimi tutmuyor musun sıkı sıkı, susuşuma niye değmiyor biriktirdiğim hayat öpüşleri... Durmaksızın yürüdüğüm o yolda, mütemadiyen sabit kalan bir çarktayım. Rüya görmeyen gözlerimi özledim, savruk kelimelerimin neşesini. Neşe: Limon sarısından biraz ötesi. İlk yazlara daha çok var, biliyor musun.. Bu yüzden belki aynı elbiseye dört mevsim sarınışım. Omuzlarımın ağrıdığı odalarda takvim yaprağı yırtışım.
Donuk bir hissim var artık. Buzlar kırıyorum buzlar içine, yalnızca varlığımla. Kimseyi yaklaştırmadığım kumdan kalemin içine kendimi kitliyorum. Rüzgâr dokunursa, bulup da yaksın canımı.
Çok eski bir şarkıyı özlüyorum, içinden babamın geçtiği.. Asma yapraklı balkonları bir de, penceresi radyolu evi...
Sevdiğim şehirler var, ama ben ismini anmadıklarıma teslim ediyorum bu hırçın isteğimi, hayata nâzır..
İçimde büyüttüğüm metinler hep üç noktaya varıyor dünya denilen bahçede. Ben de üzerine mandalina yiyorum.
Ben nerede kaybolduğumu bilmiyorum, bazı dizeler var yarım, o şarkının adını hiç hatırlamıyorum...
- iki bin on dokuz

17 Ocak 2011

Darmadağınık yalnızlıklarda...


Mavi bir kâğıdın kurşun tutmayan bir karesinde sabahlıyorum. Ellerimin titrekliği yadırgıyor nasırıma saplanan kalemi nicedir.
Korkunun korkaklara ait olduğu bir evrenden mi yoksa şiirsiz kalmış gecelerin soğukluğundan mı dökülüyor sözcükler, bilmiyorum. Sustuğum uykusuzlukları söyleyemediğim sessizliklerde kulaç atıyorum yarının belkilerine.
Mevsimlerden ortasındayız portakal zamanının, kabuğunun soba üstü kokusunu özlüyorum; bana soracak olursan... Ben salon ortasına kurulan kömür sobalarını severim; yüreğimi yaklaştırdığımda alev almasından korktuğum hislerimle, kestane mevsimini...
İncir ağacının yapraklarında yürüyen akşamüstü gıdıklamasını ve küçük balkonlarda, içinde turuncu olan bitkilerle bahçeler yapmayı.
Kıştan yaza yol alan bir geminin yolcusu muyum, ona yatak su mu, bilmiyorum. Kimi zaman derinliksiz bir zaman dilimi, kimi zaman ağırlıksız bir yüzey. Kendimi başkaları üzerinden tanımlamam gerekseydi şairlerin dizelerini seçerdim, başka düşleri sorarsan atlıkarınca renklerini değişmem.
Resim yapacağımız terasları vardı, tatillerinde kalplerimizin. Benim soluksuz kalana dek kitap okuduğum küçük mutfaklar.
Renklerle içini boyamak istiyorum bu dünyanın, gülüşleri pembeye, aşkları mora çaldırmak. Kızıl bir heyecana yenik düşürmek ömürleri ve kanatlara tattırmak, maviliğin yeşile döndüğü sonsuzluğu...
Üç gece mi oldu rüya görmeye başlayalı, "son üç gecedir mi intihar etmiyorum"* kendimden, bilmiyorum... Gün doğmuştu ve okula gitmek için acele etmediğim bir sabahta, martılar vapurlara çoktan alışmıştı. Sesti, sustu, en çok bizdi. Sakin bir sabaha varan kalp atışlarının tekliğinde gölgeleniyorduk; ben o sabah biliyordum gecenin kırgınlığını, kedilerin bile yanımda olmadığını...
Uyumadığım her geceye düşen görüntü gibi, bir yerde birisi çamaşır iplerine havı aşkların yağmuruna yenilmiş bir havlu astı.
Tüm kırgınlıklarımın oturup birlikte tavla attıkları saatti ve benim üç boya kalemim yine montumun cebinde kalmıştı...

16 Ocak 2011

Günlerden...

Soruyordun
İlkyaz, işte
Uyanıp bir bahçeyi dinliyoruz
Tenhalık böyle

Dallar mı kırılmış, sarmaşıklar mı toz içinde
Beklesem hemen gelecek olduğun
Tam öyle olduğun
Oysa hep yanımdasın, seninle her şey yanımda
Kırık dökük de olsa yanımda
Mesela çok sevdiğin bir deniz bile yanımda
O deniz ki aramızda hiç kımıldamadan
Erkeğini iyi tanıyan bir kadın gibi yorgun.

Yarısı yenmiş bir elmaydık bana sorarsan
İkimizdik, iki kişi değildik
Bakıyorsak birlikte bakıyorduk gözlerimin içine
Birlikte gözlerinin içine bakıyorduk senin
Yanlıştı, doğruydu, hiç bilmiyorum
Sanki bir bakıma ayrılık böyle.

Karşılıklı otursak da ne zaman
Masa örtüsünü ikiye bölen ellerimizdi
Bir tırnak yeşilinden gerisin geriye
Ayak bileklerimizden gerisin geriye
Bütün bunlar gereksiz, bilmiyorum sanma
Gereksiz ama yalnızlık böyle.

Bir hüzün kaç kişinin hüznü olurdu
Çıkarsak toplamak yerine
Her hüzün başka türlü olurdu
Ne yaparsan yap saati kurma
Öyle dağıldık ki hepimiz
Her günün geçmesi yeni bir gerçek oluyor
Seninle her uzaklık gibi böyle.

Edip Cansever

15 Ocak 2011

13 Ocak 2011

Eğer Elman Biterse..*


Bilirim uzaklarda yürüyüşe çıkar bazen sesim. İçimin çağlayanları gürül gürül yeşilliğini battaniyeler altından akıtırken, görünmezliğimin gölgesinde tek tabanca görünürüm.
Sakındığım, saklandığım ne varsa doğularla kaplı içimin kapı artlarında, vardığında yönsüz bir rüzgâr gibi doldurur toprağın suya varışını. Çilekten baharlar ve ilkyazdan kirazlar gibidir rengi, çokça karpuz içi temmuz sonlarında, bir karadut gibi mesela heyecanın ilk hecesi. Giyindiğim her cümlenin, harfsizliğine dokundukça sen, bir yel değirmeni gibi dönüyor dünya; dinginliğin sularına balık sürüleri geliyor; bir cümbüş lavanta kokulu çarşaflarında Ege kasabalarının. Ekmeğe sürülmüş salçanın evle biçimlenen kokusuna ekleniyor, içimin haritasından tozlarını atarak geldiğin yollar.. Bir festival diyeceksin, belki ben bayram. Eteklerinden zeytinler dökülen bir bahar gibiyiz çoğu zaman, kıyımız köşemiz, bastığımız ve kokladığımız.. Ömrümüze mevsim mevsim düşen isimler takarak uyuyoruz birbirimizi. Bir çaydanlık buharı gibi mesela, nemli ve yakıcı bir gündoğumu tutuşması ellerimizin ve damakta kızılı ezelden tanıdık bu yepyeni başlangıçların, senin şekerinden benim acıma yol alan..
Yelken yelken kabaran sevinçlerinde gündüz özlemlerinin, dalgalanan bir bekleyiştir boyadığın kanatları yağmurun, belki de suyun.. Bir bayram sanacaklardır belki, bana kalsa şölen. Umuda yol alan kedi merdivenleri, krapondan bir yansıma güneşe. Bir şerbet tadı damlayan bu gökten, enginliğinde büyüyen bir elma bahçesi. Parmak uçlarımızla baleden bozma, adımdan az darbelerle arşınladığımız hayat ve tahteravalli yüksekliğinden baktığımız çiçek tarhları avuçladığımız zaman.. İnandığımız ne varsa şu dönen yuvarlakta, ve ne yoksa değmeyen günbatımlarına..

"..Herkes olmaz diyor ya
Oluyor biliyorsun..."

12 Ocak 2011

..Susulsam kusur olsam...*


Yarım kalan pek çok cümlem var, ve süpürdüğüm pek çok tozu zamanın, ve kalbimin canlı bomba gibi teklediği saatler. Aslına bakarsan bitirdiğim ne var, onu pek kestiremiyorum. Babamın kızdığı kızım çoğu zaman; başlayıp da yarım bıraktığım pek çok şey için. Ama ben bunu mevsimlerden öğrenmiştim; sonbahar hiç bitmiyordu yapraklarda. Tam yeşermişken üzerlerine güneş düşüyordu, ardından gölgelerinde üflüyorlardı birbirlerine, birbirlerinin. Yaz bizi bir kova suya tam çevirmişken, ada sahillerinde ürperen ensemize tenini bırakıyordu ay. Hiçbir mevsim, renklerine nokta koymazken benim haddime miydi o kalem darbesi. Benim yarım kalan pek çok cümlem var, hiç olmayan küfürlerim gibi. Ve benim yarım kalan oyunlarım, hiç olmayan olgunluklarım gibi. Ağaçlar ne zaman büyümekten vazgeçer bilmiyorum, bana kalsa hepsi çınar, kalpleri selvi. Aslında suların enginliğine bakıp da kim icat etti bitirmeyi bir şeyleri, onu da bilmiyorum. Yarım kalan şarkılar var, otobüs duraklarında. Hani şu aniden çekilen kulaklıklar, telâşlara yenik düşen notalar ve tam da en sevdiğimiz yerde bizim nankörlüğümüze yenilmeden yeniden başlayan ezgiler. Kedi kuyrukları var turuncu, ve deniz yıldızları fosforlu. Gömülü kumdan saraylar var derinliğinde kumsalların. Ama benim kusurlarım var yarımdan bir fazla, hiç olmayan çizmeli kedilerim. Sevdiğim pek çok içeceğin ardından yasaklanan portakal suyu gibi, yasaklısı olduğum eserlerin sol anahtarları gibi. Yasaklayanı bilmiyorum, doktorlara inanmıyorum. Ben hayatta en çok rüzgârgüllerini, salyangozları, bisikletleri ve denizatlarını seviyorum. Her gün ellerimi başka bir renge batırarak, dünyanın pembe haricinde bir gözlükten de nasıl göründüğüne bakıyorum. Eller, gerçek yapıyor dokunduğun cansızlığı. Aslında benim yarım cümlelerim var. Yarım suskunluklarım gibi. Ve yarım bir matematiğim, renkli parmaklarımı sayarken takıldığım. Ama oyunlarım var, sonsuz. Oyuncaklarım.. Ben hayatta en çok gökkuşaklarını seviyorum, pastaları, karpuzu ve boncukları. Benim yarım kalan cümlelerim var, öznesinden yüklemine ne renk olsun karar veremediğim. Bir de ben hayatta en çok senin ellerini seviyorum.
..Yine de oynar mısın benimle...*

11 Ocak 2011

tarif et kendi aşkını, tarif et o zaman


-Vücut gitsin, bitsin, sona ersin istemiştin dördüncü düğümde. Hiç korkmadın mı şaşırmaktan? Yeniden ikna olmaktan etin hayatına, hiç korkmadın mı? Hiçbir şey istememek daha kolaydır, istediğin bir şeyle karşılaşmaktan. Mahirsin zehirli cümlelerde. Öyleyse şimdi sıra iyilikli sözlere gelmişse, kendi "iç" bilgini kullan. Elbette daha iyi bilecektir kıymetini bir insanın, acıyla sınanmış et. Zehirli şeydir yalnızlık, dikkat et. Deşme; yetin. Yet. Ve aslında en zorlu gecen bu olacaktır senin, dikkat et. Kalabalığın ilişebildiği bu maddede, tedavi ettikçe tedavi olan bir simya var. Tedavi ettikçe tedavi olan, dikkat et. Ve eğer şimdi bir TAŞ anlatırsa bunu sana, dinle. Çünkü bir taş olmayı bildiğini söylemiştin sen de-

Bir taş, bir taşın hafızasını taşır hep. Ve şimdi, hiç olmadığı kadar acı bu. Çünkü şimdi, taşlığımın yüzyıllardır biriken bilgisine rağmen küçük düşüyorum karşında. Bak, tutulmuşum sana, gri bir kum taşına. Olmayacak bir şeyim: Acemi bir taşım, bak.

Yüzyıllar geçti ana kayadan ayrılalı. Suyun damlayarak taş, taşın ufalanarak su olduğunu gördüm. Hiçbir taşın yeterince ağır olmadığını, her taşın kendi ağırlığında olduğunu seyrettim. Bir taş olarak, yerküredeki vazgeçilmezliğimi tattım, tattım yerküredeki yokluğumun sadece bir taş eksilteceğini; sindirdim. Diyarlar gezdim gövdemle. Zamanı gövdemle bildim. Azalmayı gördüm. Her küçük toz tanesi koparken gövdemden, nafile olduğunu gördüm inadın. Yaşlandıkça yenilendim. Yenilendikçe, küçülerek yaşlandım. Seyrettim, izledim olabildiğince. Çünkü bildim ki, taş izler sadece, katılamaz. Olur, yapamaz. Taşın yolculuğu iradesizdir. İradesiz olmayı ben bildim.

Bilmekten ayrı olur mu tutuluş? Tutulmadan "bilinir mi"? Elbette, vardır benim de evvelce tutulmuşluğum. Mısır kıyılarında, piramitten kopmuş toz tanesiyle durdum biraz. Melankolisine kanışımı, hikâyelere olan tutkunluğuma verdim. Akropol'den gelen çakılın küstahlığıyla öğrendim dinlemeyi, sanki bir hiçmişim gibi dinlemeyi. Steplerin korkunç rüzgârlarında, bir kayalığın koynunda bir kömür parçasına meylettim. Ayrılış damarlar açtı gövdemde, oluk oluk yolundu içim. Sıcak, küçük şeyi alıp götürdüler benden. Durdum, baktım. Hep durdum. Aşk yan yana durmaktı. Ayrılış durmamaktı. Bir taş ancak bunu yapabilirdi, sindirdim. Durdum, öğrendim. Büyük bilgiye gövdemle erdim.

Ya şimdi? Bütün hikmeti varoluşumun, yüzyılların biriktirdiği bilgi, nasıl da bir hiç oldu şimdi şu biçimsiz kumtaşına tutuluşumun yanında. Nasıl kavruluyor içim. Kendime ondan bakıyorum. Onun baktığı yerden bakıyorum halime, usanmadan, çıldırarak. Gördükçe kendimi, eriyip toprağa sızmak istiyorum. Ve zalimleştirdiğin gözlerle bakıp kendine, artık olmamayı istemek. Olmamaya dilenmeye vardırmak işi.

Fakat... Fakat, taş olmaya, taş gibi olmaya gelirse sıra, yasdaşlarım kadar ben de bilirim bunu. Öyle bir katılaşırım ki, hiçbir acı uğrayamaz yanıma. Bir taşın çıldırtan sabrını taşırım ben de. Sıra taş olmaya, taş gibi olmaya gelirse yani... Bakın işte, meydan okuyorum yine. Ama biliyorum ki, tutuluşa zaten dahildir, hem de en dahildir öfke.

Bir taş sabreder yalnızca. Zamanı dilenir zamandan. Taşın silahı sabretmektir. Taşın silahı, acıyı gövdesinden hakkıyla geçirebilme becerisidir. Çünkü nasıl bir taş kendi ağırlığındaysa, tutuluşların acısı da ancak kendi kadardır. Fazlası var sanılacaktır; ancak, bilin ki, tutuluşların acısı sadece kendi kadardır. Katlanmak için zamandan zaman dilenmek gerektir. Tutulmuşlara verilecek ilk tavsiye budur.

Yine de tutulmakla ilgili, cümle mahlûkattan saklanan bilgi, bir talihsizliktir ki, sadece taşa bahşedilmiştir. O da, tutuluştan çabucak ve sağ salim kurtulma bilgisidir. Zamandan zaman dilenmeden, beklemeden, sabretmeden kurtulmayı tutuluştan, sadece taşlar bilir. Elbette açık edemem bu bilgiyi. Lanetler yoksa beni bilge zaman. Ama yine de şu kadarını söylemeden geçemeyeceğim, acısını düşündükçe tutuluşun, söylemeden edemeyeceğim.

Kırılmaktır sır.

Kırılmak sır. Tutulmuş yanını olduğu yerde bırakıp, tutulmaya bırakıp, bir başka taş olmaktır artık. "Ben" başkaları olur artık o zaman. Ama elbette bir taşın gücü yeter bu sabırsızlığın bedelini ödemeye. Artık hiç tutulmayacak olmanın lanetli katılığını, küçülmüş ve katılaşmış gövdesini sonsuzluğa doğru sürükleyip götürmeyi ancak bir taş becerebilir.

Taş, başlangıçta katı değildir. Fakat taş öğrenir. Ve taş, işte taş olmayı, böyle tutulup kırılarak öğrenir.

Ece Temelkuran

fotoğraf: Brooke Shaden

8 Ocak 2011

On üç..


Hangi kelime, hangi ömür, hangi yüz yanına bilet..
Seni çok özledim..

"..Anneannesi hariç her şeyden istifa etmeyi düşünen yüzüyle karşılaştım..."

Akşamın, Çocuklar...


böylece yüzüne bir dal çizerim
güzün uçurtması külrengi kuşlarla
konuşurken çakıl taşlarına vurur
sesinde suyun zamanı...
zaman, suyun kalbindeki çocuklar

bak, daralan ölçülerde bir şey var
büyüyen anlamlarda coşkulu uyum
farklı bir hatıra
o yeşil küpelerle baktığında
sırmalı düş aynalara

bildin mi onu
geceleri kar altında büyür
ağlar hep mavinin yazgısına
seni ilk o renkte gördüm ben
batmış bir geminin armalarında, kartpostallarda

böylece gökten yüzüne küs düşer
utançtan kızaran üç elma
olgun bir üzümdür mesela konuşsan
sussan bir narın ilk gençliği
yani sezilen duyguda bir şey var

gör, kararan pazarlarda hamaldır çocuklar
ve meşeden fıçılarda saklanıyor konyak
böylece bir bakmışsın
akşamları ağırladığım sarnıçlar
küçücük bir ricadır:
ne olur bir on gün kadar elin elimde kal

gülerek yüzüme bakarken
tedirgin oluşum umrumda değil
karakollar değil, borsa tatilleri, aşk şiirleri
tüm çizgilerde hastalıklı bir yan
boş ver, dudaklarınla göğsüme mızıka çal

kıskanmalar yan flüt alınganlığım keman
bak, kayalıklarda hırçın kıpırdanışlar var
kandillerin altında susamlı bir uyku
yani beş bin yıl kadar yüzün yüzümde kal
gemilerde karanlığı ezber eden akşamdır çocuklar
senin o karanlıktan birkaç yıl alacağın var

Onur Caymaz

*fotoğraf: Norm Magnusson

3 Ocak 2011

..Hangi masaldan geçelim...*



"..Yoluma yolundan akıp giderim
Yüzüne içinden bakıp eririm
Sözünü sesinden tanır bilirim
Özüne gözünden akıp gelirim

Dinlen bir nefes al koynumda..."

1 Ocak 2011

Seni beklerken..*


Seninle uyumak istiyorum en sınırı yitik gecelerde ve uyanışlarımın çay kokusunda senin bardağındaki kızılı karıştırmak.. Her kışı seninle yaza boyamak istiyorum, renkler soğuktan uyuşan parmaklarımızdan dökülürken.. Ve dinlemek kuşları, avuçlarımızın dağınık çizgilerinde..
Bir balkon hayalim var, senin tatlarınla dolup taşan bir mutfağın tül perdelerinin ardında bekleyen.. Sevdiğimiz çiçek adlarını dizdiğimiz kırmızı saksılar ve fıstık yeşili iki sandalyenin mesafesizliği..
Seninle dokunmak istiyorum güneşin sarı şurubuna ve yağmurun bahar aromasında tadına..
Saçlarımıza düşen pembesi bulutların, sere serpe bir sinopsis, düşlerinin gölgesinde büyüyen.. Teninden geçen mevsimi ben görmek istiyorum. Seninle kesip biçmek istiyorum kumaşlarını sarındığımız rüzgârların.. Kurdele yaptığın soluğuna sokulmak, ısınmak seninle.. Seninle alev olmak, seninle eriyip, yokluktan her şeye varmak.. Ben seninle binmek istiyorum bisikletlerine mayıs akşamlarının.. Ayçiçeği tarlalarından gamzene yansıyan güneşin renginde kanatlarımı bırakmak.. Ben seninle ısınmak istiyorum sokaklarında sevdiğimiz bir beyazlığın, seninle damlamak sonsuzluğa kor gibi.. Kurulmamış saatlerin zamansızlığında yakıştırmak akreple yelkovanın açılarını..
Ben seninle yelken açmak istiyorum ismimin varılmamış maviliklerine, ve seninle toprağa karışmak erguvan renginin öptüğü haritalarda.. Ruhumu ruhuna dayamak, pencerelerin ardından seninle bakmak şehirlerin dudaklarına.. Biletlerini toplamak her dakikamızın perdesinin.. Deklanşörünün değdiği ölümsüzlüğümüzle duvarları örmek, çizmek bahçeleri sarmaşıklarla, çizmek sevdiğimiz hayvanları, çizmek oyun parklarını.. Kumla biçimlendirdiğimiz her masala isim bulmak..
Seninle büyümek istiyorum ben. Seninle adım atmak. Seninle damarlarını artırmak yaşamın, seninle sarılmak balkonlara yeşil, seninle kan olmak vücudunda aşkın.. Seninle, sadece seninle..
Ve varsın, en gerçek zamanında kalbin.. Mevsimin en güzelisin.. Benim..
Serabın bile bu kadar gerçekken.. Varlığın tılsım düşürüyor varlığıma..
Büyüdüğün düşlerle, güzelliğin sınırlarını zorlayan manzarasıyla gözlerinin..
Bir yaş daha geçmeden..