29 Nisan 2011

Söz veriyorum; tut, bırakma..

Bu saati anlatmamı istesen "Suda şeftali kırılmış gibi" derdim. Anlatmamı istemeseydin, susuşuma kızılı çok öpülmüş bir pembe koymanı dilerdim.
Bulutların oyuncaklara özenen hallerinden eser yok bu akşam, sanki gökyüzüyle erotizmin tanımını yapar gibiler, öyle karışık, öyle erir gibi, renkleri öyle...
Nicedir söz veriyorum kendime, geceden sabaha giden bir gemi bırakıyorum sularıma ve uykunun günaha döndüğü saatlerde kalemimle soyunuyorum sana. Bazen çocuk kalıyor kelimelerim, okumayı bilmediğm onca halin arasında yazmak da zor, inan. Bazen çok kırmızı ama.. Sezdiğini hissettiren şarkılar var, nicedir şarkılar kutsal kitap gibi duruyor zaten gecelerde.
Tarifini ve çözümünü bilmediğim fırtınalı bir pişmanlığı anlatmak istiyorum sana. El değmemiş bir ıraklığı var bunun benliğimde. Çünkü sözcükler hep haklı çıkmak için konuşuluyor bu savaş yerinde. Oysa ben bahçelere inanıyorum. Güneşin mücevher gibi toprağa değdiği bahçelere.
Burası garip bir yer; aklın sınırlarını zorlayabilecek tek şeyin özgürlüğün coşkunluğu olduğuna inanmak istiyorken, esaretin her türlüsüne kendisini sunan bir coğrafyada, ölüm tanımları yapılıyor. Ben oyun dedikleri bu kandan, kendimi ve evrenin sahip olduğu her güzelliği dışlamak istiyorum. O yüzden gün doğumlarında uyumuyorum.
Başlangıçlara olan inancımı kırgın ve deli, ama en çok affedici, sana yazıyorum. Yazıp denizlere atmak istiyorum, ama senin denizinde boğulmalarını da..; çünkü ellerine inanıyorum..
Senin aşkından kuyruklu yıldız gibi kayan gizli saklılığında çoğaldıkça, gecelere kostüm biçiyorum. Bilmediğimiz çiçek isimlerine özenen renklerle, dışlanmayacağımız bir dünyanın gülüşünü hazırlıyorum.
Hiç sevdiğim şiirleri okuyamadığım tören ezberlerini bozup, en kokusu kalan, yarınlara bakan, dünde kanayan, limana varan dizeleri yorgan altında, önlüksüz fısıldıyorum.
Gidip de dönemeyeceğim şehirlerdeki yataklarımı düşünüyorum sonra, hangi renge çalacağını serin duvarların ve hangi deniz kabuğundan toz üfleyeceğimi kitaplıkların önünden.
Rakımı düşük soluğumun hangi dalgada yokluğa boğulacağını kestiremediğim için pencereden bakıyorum ve tüllerin arasından güneşi kokluyorum; kendime, kaçtığım rüya duvarlarını boyama sözü veriyorum.
Sözlerim Gretel'in ekmek kırıntılarını andırıyor. Yolu bulamamaktan, renge varamamaktan ürküyorum; ben uyumuyorum. Sabah kuşlarının uyanışına ve ötüşen şefkatlerine kadar güneşin gölgesinde nöbet tutuyorum.
Dilime tutunmuş, gündüzle birlikte dudaklarıma dayanan şarkılarında gizli öznelerin izini sürüyorum.
Ben bekliyorum, ilk dördünden son dördüne, yakamozların tutuşacağı baharlara, kavanozlara dolduracağım güzlere dek bekliyorum, çünkü senin mektuplardan köşkün var. Hâlâ...

20.05- 03.30

fotoğraf: Lissy Elle

25 Nisan 2011

Özlenir kokusu..*

"Tren geldi, bindim. Kimse itmedi beni.

Direniyorum. Olmuyor."

22 Nisan 2011

Yüzlerce...

Karıncaların çalışkanlığını eleyip, incecik yollar çizen gölge hangi beton arası yeşile gebe; bir tek mayıs biliyor.. Yakındaki bir coğrafyada rüzgârla varlığı titreyen kan damlası gelincikler, değirmenlere nazır çoğalıyorlar ve oluk oluk kızıl akıyor kadifeden.
Kiretmitlerin arasına biriken çakıl taşları, çok eskide kalan bir çocukluğun mirası gibi usulca birbirlerine sürtünüyorlar, evlerde hâlâ soba sıcaklığı çıtırdarken.
Yuvarlanıyor kestaneler, yerlerini eriklere bırakacaklar.
Gün doğumuna ve batımına ilişen, gerçeğe dokunmasın diye gecenin en bakir anına bırakılan hikâyeler taşıyor şelâle.., akıyor dudaklardan dolunay tadı.
Sonsuz bir yağmura acıkıyor toprak. Kokmak istiyor, çoğalmak, çatlatarak çorağını düşün.
Geyiklerin indiği gözlerine, elmacık kemiklerime yaslanan zakkumlar ekleniyor; zehri kendisini boğar, gözlerine kıyamayan bir pembelikte.. Git gide beyazlaşıyor tutukluk, bileklere atılan halatın örgüsünde, kesiliyor acısı yeryüzünün.
Sancılı bir bekleyişin, biletsiz yolculukları birikiyor defter aralarında, mevsim döngülerinin.
Şarap kırılıyor; kadeh, elimi kanatan duvara çarpıyor. Salkım salkım bir dağılış bu, çıplaklığından taşan bir terk ediş. mektupları var gecelerinin, parmak uçlarının tanımaktan istifa ettiği bir kimliğe ithafen, sularda..
Suya düştükçe ıslanmayan bir ezber yine zorluyor şarkılarını akşamların.
Trenlerin taşıdığı ruhuna yollarken silik bir sabahı vapurlarda doğan, her kelimem sessizlikle sakatlanıyor.
Eflâtun bir ölüm yakıştır bana, üzerine erguvanlar düşen, sonra sus sesinde, ama sonra...

19 Nisan 2011

Öylesine *

"..Kal demiyor; söz vermiş susuyor
Kelimeler düşmüyor
İçinde salınıyor..."

15 Nisan 2011

Islak çöl.

Hiçbir şey yetmiyor gözlerimi çoğaltmaya. Sürekli beklediğim bir şarkının nakaratı gibi adımlarım; hep yarım, hep beklenti halinde. Ne çok sevgisizlik kaleleri diktim kumlarından sahillerin, sularım yetmedikçe yıkmaya... Kurak bir maviliği taşıyamayan kollarımla, her gece sağanağını bekler oldum bulutların. Yaprakların yırtılmadığı bir tarihte yaşadıkça, içim ölmeye yatan bir çift kanat.. Sığınamıyorum kağıtlarına, üstümü örtemiyorum meyve ağaçlarının yeşillenen yapraklarıyla. Ben ne zaman, hangi trenle yolcuyum kestiremiyorum, ama gitmesem tüm mevsimlere yazık olacak sanki.. Kendi ıslığımdan düşüyorum, beni ne çağırır kesiği derin, merhemi uzak kalplere... Ben tuzlu, çok tuzlu... Her sabah ayrı puslu.

11 Nisan 2011

Veda Busesi *

"..Sevdiğim şarkılar çalıyor ve her an ağlayabilirmişsin gibi geliyor bana. Orada keşke deniz olsaydı, diyorum.

Ayrılırken sana hiçbir şey anlatmadım.

Duracak ve bir kadeh gibi kırılan kalbini hissedeceksin, direksiyona yapışan ellerimden kayıp, gözyaşlarını yollara dökeceksin diye...

Acımasızlığını son patikada bırakmıştın, durgun bir nehir için her şeyi unutmayı seçtin. Bir gün sadece seni öpmeyi unuttuğum için geri döneceğim. Sana devrim için söylenmiş en güzel şarkıları söylemek için.

Şaşırıp yine acımasız ve çocuk olacaksın..."

10 Nisan 2011

Gelip gittikçe, geçip kaldıkça...

Okuyorum; tekrar tekrar, kelime kelime, her imlâda dakikalarca duraksayarak.. Şu heybetini göstermeyen, alkol mavisi dağlara yerleştiriyor gözlerim sözcüklerini. Kaybettiğim zamana katarsam dilini, çoğalır mı özgürlüğü kuşların..?
Boyuyorum; her saati. Ellerimin yaşlandığı bir zamandan, boya düşüren masallar topluyorum.
Kalemini sesine çalıp, bilmediğim her kuytunda filizlensin diye iyot tohumları atıyorum.
Bulutların rüyana ne renkte girdiklerini bilsem belki... O zaman sözcüklerini, gecenin yıldızları gibi serpiştirirdim dalgalarını bile sakınan suların üzerine...
Okuyorum; kuşlara ne kadar inanıyorsa içimin esir rengi.. İşte öyle, çaresiz inanıyorum...
İsmime sesini karıştırdığın geceler düşüyor uykusuzluğun şeffaf bulanıklıklarına.. Sonra erken bir sabah. Hiç geçe düşmeyen bir sabah..; eski bir vapurun, hüznünü ahşap titremelere bıraktığı...
Kirpiklerimizi kırpış sıklığımıza göre değişen suların rengi duruyor gözlerimde o sabaha yaslandıkça...
"Ömrü geçirdiğim sahilleri taşıyabilecek bir valizin var mı?" diye soracaktım belki, parmağımın ucunu öperken yaka, kendi cümlelerimi taşıyamadığım o yorgunlukta..
Ben gelemiyorum, gölgemi koynunda saklar belki, yağmur ardı gökkuşakları.
Bir öğleden sonra barışırsın belki de ismini kendin koyduğun kelimelerle, bağışlarsın şehri ismimle birlikte..
Rüzgârdan tokasını atan saçlar gibi uçuştukça sesin gecede, okuyorum; nota nota, okuyorum zamanını; zamansızlıktan taşan..
Yine yeni yeniden...

"Artık özgürüm, öyle yalnızım ki........"

08.04.2011- bin dokuz yüz on dokuz
Konak- Bostanlı Vapur*

6 Nisan 2011

Taşarsa yarına köpüğünden...

Kimsenin bana seslenmediği bir yerden sordum. Ne soğuk bir Nisan akşamı, ne dışına atan bir gece. İçimin bütün odaları, çocukluğumun duvarları buz kesmiş arka odalarına özenmiş halde. Papatya mevsimi yine kaçacak gibi, ve sonra çimler... Sanki kavruk bir yazda yanan otlara karışmayı bekler gibi varlık. Varlık ne çok yokluktaysa, o çokluktayım. Belki de şefkatli olabileceğini düşündüğüm sonsuzluktan pek mektup düşmüyor yastığıma. Hep sol gözü sulanan kız çocuğuyum, hep sözcüklerin keskinliğinde ölen kadın. Güneşin doğmasına çok saat var değil mi güzel nilüfer... Sulara teninin kokusunu çalıyorsan yarın vardır belki. En yakın deniz manzarasından intihara meyilli bir düş gördüm. Korkum bir kedi grisi, tehdit ediyor beni her yaprak sallantısı. Bahara varmadan güzü mü gösterecek bu tufan? Çantamı toplayıp kütüphaneler boyu yürümek, sesine dayanabildiğim akşamlardan kart yazmak geliyor içimden. Sayfaları kırışmış defterler topluyorum, hiç okunmayacak, belki mürekkebi uçacak. Hâlâ şah damarıma yıldız çizmek istiyorum, bileğime 3. Sonra kulağımın ardına, senin kaleminle... Deliren manzaralar eşliğinde başımı düşürmek istiyorum kumsallara, sonra sandalların çarpacağı dağlara bağırmak en sessiz şiirleri. İsmini bilmediğim içkilerle genzimi yakarken, belki bir bitki düşer dilimle biçimlenen karanlıklara. Bir bitki, kokusunu sen seçersin. Yakıcı bir karışıklık, nevrotik bir sabaha dökülür belki. Saçlarım boğazıma dolansaydı, nefesimi de boğardı belki. Kesilen saçlarımla çıplak bile değilim. Oysa "soyuna soyuna koşmayı seviyorum ben..." Bu zamansızlık, bu kolumdaki ağırlığı yelkovanın, bu göğüs kafesimden taşan lavı eskimeyen kanların.. Ellerim ağrıyor...

5 Nisan 2011

Acıyor..

Mutsuzluktan söz etmek istiyorum
Dikey ve yatay mutsuzluktan
Mükemmel mutsuzluğundan insansoyunun
sevgim acıyor

Biz giz dolu bir şey yaşadık
Onlar da orada yaşadılar
Bir dağın çarpıklığını
bir sevinç sanarak

En başta mutsuzluk elbet
Kasaba meyhanesi gibi
Kahkahası gün ışığına vurup da
ötede beride yansımayan
Yani birinin solgun bir gülden kaptığı firengi
Öbürünün bir kadından aldığı verem
Bütün işhanlarının tarihçesi
Bütün söz vermelerin tarihçesi
sevgim acıyor

Yazık sevgime diyor birisi
Güzel gözlü bir çocuğun bile
o kadar korunmuş bir yazı yoktu
Ne denmelidir bilemiyorum
sevgim acıyor
Gemiler gene gelip gidiyor
Dağlar kararıp aydınlanacaklar
Ve o kadar

Tavrım bir şeyi bulup coşmaktır
Sonbahar geldi hüzün
Kış geldi kara hüzün
Ey en akıllı kişisi dünyanın
Bazan yaz ortasında gündüzün
sevgim acıyor
Kimi sevsem
Kim beni sevse

Eylül toparlandı gitti işte
Ekim filan da gider bu gidişle
Tarihe gömülen koca koca atlar
Tarihe gömülür o kadar

Turgut Uyar

4 Nisan 2011

Yanık şeker kokusu

Ben her köşebaşına bir sokak lambası çizerim. Sarı ılıklığı, gece düşen saçlarına aksın, kumrallığına eklenip güneşe yol olsun isterim. O sokaklar ki, taşlarının arasındanki nemden cılız ve fosforlu gece bitkileri biter. Parmak uçlarımızda yürüdüğümüz dünya döner. Sen dönersin, ben dönerim, birlikte başımız döner.
Bir hafta başı sıradanlığıdır her sabah ritüeli. Hem de her hafta başının vadettiği gibi, açılmayı bekler tomurcuk heyecanı gizli. . Kahvaltılar varken hangi salı, çarşambaya varmaz istemez ki?
Yarın sabahki ayna buluşmama sakladığım su yeşili bir pantalon, sazlıklarda paçalarını kıvırdığım ve hep, senin boyalarının üzerine damlamasını istediğim...
Tarama saçlarımı, yüzüklerin dolaşsın, ağustos böceklerinin titreştiği dalga aralarına. Bahardan artakalan bir yaz çizelim gökyüzüne; pembe mercan, serinliğiyle poz versin suların yansımasından.
Ve bir fırça da tenimize değsin, hazlardan ve acılardan örttüğümüz kalp koordinatlarımıza.
Aya salıncak gerdiğimiz nice gecenin hatıra defterinde bir kameriyeden bahis açılsın; koyu maviden siyah çalınmış sular üzerinde. Yeşilini ve üzerine atılan kırmızı japon güllerini unutmasın rüya ressamı, bir de mutfağının uçuk yeşil tül perdeleri arasından düşen kokuyu.
Avuçlarına limon değdiğinde nasıl biçimleniyor o koku ve hangi şekere değiyor serçe parmağının ucu...
Şimdi, bir haftanın arifesinde ve baharın tebessüme inatla meyilli olduğu ilk ayında, kiraz mevsimini beklemek düşüyor şiire; sevdikçe, sevdikçe...
Yasak olan ne varsa kırıyor zincirlerini defter arası notlarla ve dağılan mürekkebe kalıyor imza; gün geçtikçe, geçtikçe...

2 Nisan 2011

Fırtına


"..Geçse de yolumuz bozkırlardan
Denizlere çıkar sokaklar..."

1 Nisan 2011

"..Yalnız bir mısra mıyım, ıslanıyorum..."


"Sağda solda ipuçları, ipin ucunu çekersen düğümdür çıkışları..."

Günlerin hep geceyi öpen üçlerle başladığına inanan, uçuk mavi belki su yeşili bir kuş tüyüne takılıp rüyaların hudutlarını kırmak isteyen bir suydum, ki senin en sevdiğin şarkıda kendime özet geçmeyi mevsimlikleri çıkarır gibi iş edindim kendime.
En çok neyi seversin hayatta, sorusunu bekledim her çarpıntının ardından ve hiç sorulmayan bu soruya yanıtım hep avaz avaz gökkuşağı yağmuru oldu. Bu soruyu bana bir sen sordun, sen sussan da ışığın kızıydın, renklere hep soru... Bir şarkıyla buluşup, kaç şarkıya konu olduk, kaç şarkıdan yorgan çektik üzerine soğukların anımsamıyorum.
Seni tanıdığım mevsime yaraşır bir beyazlığın vardı, ve seni sevişime, çok sevişime yakışan bir turuncun, Akdeniz kokulu. Gamzene ilişen güneşe kaç yol çizdim parmak uçlarımla ve kaç sabah anlamını buldu ayandaki çizgilerle, çok saydım.

Burada şehrin ışıklarından çok düşeyazdım, teleferik kapatmalarında yeşillere suluboya kattım. Gelişini müjdeleyecek turnalara haber saldım, kırık camların kızıl renklerini çala çala beyaz pamuk helvalara çaldım.
Bir düştü, çoğu zaman bir güzdü düş. Kalbin keman titrekliğinde, ileri geri yaraya tuz basan zamanlardan mayısa çıkılan saatler vardı. Ellerimizde büyüyen uyku odaları, gerdanında yer bulan nilüfer ılıklığı. Senin gözlerin vardı kapanmayı bilmeyen, benim anahtarını senin cebinde bıraktığım kapılarım. Kese kağıtlarında çilek vardı, bir kedi sarılması, bir yıldız yağmuru, bir ahşap kokusu, gitar teli, çay buğusu. Ne çok şey vardı, ben salıncaktan düştüm.
Çelme takan her şeye inat gelinciklerin bittiği bir sol sızımız, ki ufku ağaçevlerde öğle sonrası..
Ben en çok, bana kanat takışını sevdim. Sonra üzerimden tane tane kırmızı döküşünü. Anlattığın dönüşüm gibi, ve yarı resmi kimliğime el yazınla işlediğin isimlerim gibi; hayata tutunuşum öyle yalın, öyle sen gibi, rasgele bir şiir molası nefesin gibi...
Değişenin ne olduğunu sorgulamaktan çok, belki de yan yana düşmekti rüya; toprağın doğurganlığına kanıt imgelerle, aramızdaki incelip kopmayan öpüşlerle...
Kim vardı, yokluğun coğrafyasında. Yok olan neydi bizliğin sonsuzluğunda.
Kırgınlığımızın dağ eteklerine yakamozları gönderiyorum, senin gözlerini kapatsın ay diye, gecem ol, gecem kal diye..
Oyukları var düşlerin, ama derin ama alçak, ama en çok çarşaf serilen rengârenk. Bir yer yatağının başucuna yasladığımız büyük tuvallerden dökülen şarkılar var, her şeyden çok, belki dize* belki yaz*...

Biliyorum yine de, gecelerde, uzun uzun, sevdiğimiz kitapları okuyacağım mumdan fazla olmayan ışıklarda, yalnızca gözlerindeki hikâyelere vardığım ve biliyorum sonrasında yerleşeceğimiz yer olacak, çocuklara masal boyayacağımız pencere dipleri..
Sormuştun..; cevabım hâlâ; Yasak Sevişmek.
Ben hâlâ...