30 Kasım 2011

Biliyorsun..;

"..Aşk bir dengesizlik işi
Sensiz olmaz
Dengeye dönüşen bir sevgi
Sensiz olmaz..."

28 Kasım 2011

Gidiş, kalış, dönüş.

Değişip dönüşen şeylerin ton farklarını yakalamanın derdindeyim. Raylar boyunca, incecik, kurumuş ağaçların çıplaklığına inat sallanan tek sarı yaprak.. Birkaç yüz metre sonrasında dolgun bir turuncu... Bulutların ağırlaşan yükünün gölgesiz bıraktığı renkler yıkanalı olmuş biraz, yine de toza meyletmiyorlar.
Bu coşkunluktan içimde yer seçen bir şey var. Karmakarışık olan gökkuşağı renklerini yeniden hizaya sokmaya çalışan bir şey.
Yazların ve güzlerin rengine iç akıtan bir ılıklıkken, çok mu üşüdük de titretiyor uykusuzlukların bir başınalığını kış başlangıçları?
Duymayı özlediğimiz kokular, dinlemeyi istediğimiz hikâyeler...
Zaman beklemiyor. Yirmi dört saatim dört mevsim. Zaman hiç beklemiyor.
Beklese, uzun uzun izlerken o manzaraya karışıp, gri ve cılız bir gövdeyle sarı tek bir yaprağa tutunmaya çabalayacağımı biliyor.
Bulutların ve dağların buzdan mavisini yırta
n bir gün batımı kızılını tutabilecekmişim gibi uzanıyor raylar. Yolda olmak. Bir serginin zamana yayılan insan manzaralarından dökülen konusuydu. İstanbul'daydık ve mutsuzduk ve yollara inançlı.
Yoldayım, sol yanımda gözlerimin hasret kaldığı bir mavi boy...
Mutsuz değilim, mutsuzluğun mevsimlerinden ayrıştırdığım sıcaklıkları değdiriyorum tenime. Kimisi ne umutlu. Kırık bir tarihten, coğrafyalara kurdele kesen bir yeni doğmuş tebessüme yürüyorum. Gemileri görebildiğim bir yerden, tren camlarının taşıdığı parmak izlerine dokunarak yazıyorum.
Yolda olmak, tüm bu zamanlara yayılmış kederin kabuğunu kaldırıp, yarayı yeniliyor gibi. Yaraları hatırlatan yolların pansumanı, parmak uçlarının kesiştiği bir nokta..
Doğanın, var oluşumu gelin yaptığı bir yol bu. İçimi deşe deşe,
özüme vardıran. Kim demiş ki soyunduğumuzda berelerimiz de akıp gidecek diye. Çelik zırhlarımız, keskin sözcüklerimiz, dokunulmazlığımız var üst üste geçirdiğimiz. Yavaşça sıyrılıyorsa bunlar beklemeyen bir zamanın eşliğinde, daha ne kadar hazır olacağız aynaya bakmaya... Beraber bakmaya.
Belki de benim yaram, sana bir sarı yaprak...

Ve kalp atışları.., onlar sahici olan şeylerle biçimlenen müzikler; duydukça...


23.11.2011- 16:26
Eskişehir- İstanbul

Başkent Ekspresi



Güzel uyanışları başka şehirlerde de devam ettirmek hayata dair önemli bir umut ışığı. Mesafenin başkalaşarak ılıklaşması. Sınav gibi değil bu. Yıldızın, bir diğer yıldıza öyle uzaktan bakması, ama bir arada göründükleri evrende ışıltı olarak gözlerimize yansımaları gibi...
Uykuların fonundaki gece ve uyanışların elini tutan manzaralar tuhaf. Bakışımlarla biçimleniyor gibi..
Kaç zaman sonra denizdeyim... Yüzeylerinden hikâyeler akan bu binalara suyun rengi çarpınca, güneş bile cüretkârlığını döküyor bu kış günü...

Gözler var; meraklı, kederli, umutlu... Gözleri ve onların bakışımlı dünyalarını taşıyan bir vapurda, şehirlerden taşanları düşünüyorum. Bu şehrin hikâyesini başlattığım zamanın ne kadar dışındayım. Ne zor unutuldu kimi şeyler, kimisi nasıl da köpüğünden sabunların..
Sokaklarındaki basamaklara kapanıp ağladığım şehirde bekleyişteyim şimdi, barışıklığı... Küsemeyeceğim kadar hikâye biriktirmişim, içinde olduğum arada zamanın.
Ve zaten, bazen herkes burada gibi..

Evimde kalamayan ne varsa, gönüllerine bu şehri yüklediler. Aynı şehrin sokaklarında yabancılaşmanın iç ezen halinden sonra, kollarını açar gibi yalnızca var oluşlarının bilgisinin tesellisi bile.
Unutmadığım otobüs durakları ve gümüşçüler arasından saman kağıdı defterler almaya gidiyorum. Bu şehre en çok yakışan sözcük bu; mektup...
Geçen kıştan bu kışa, hâlâ öpüyor heyecanları, martılarıyla, kalabalığın yalnız bıraktığı adımlarla...
Acıyan canıma su döküyor belki burada olduklarını bilmek... Birkaç gün soluduğumuz havanın değil de, adımlarımızın kesişme ihtimalinin oluşu..

Döneceğim yerin huzuru belki bu sefer...
Yer değiştiren anlamları coğrafyaların..

Ne kadar oldu denizde olmayalı...
"Hey koca dünya nasıl avucumuzdasın..."


24.11.2011- 15:44
Kadıköy- Karaköy Vapuru



Karanlığın metale değişi, ürkek bir serinlik bırakıyor yol uykularına. Eksik olan şeyin garlarda bekleyişine yüklenen bir teselliyle alevleniyor sonra iç.
Pencerenin ardında, görünmeyen gövdelerindeki halkalar boyu sarsılan kül rengi ağaçlar, sonbahar yapraklarının, yumuşaklığına battığı bulutlarıyla gökyüzü uzanıyor... Mesafesiz olarak göremiyorum.
Bir ayın içindeki dörtlü gün dönümünde nasıl değişti doğa, gece bileyim istemiyor.
Oysa yan perondaki yolcusuz tren bile, dışının tıka basa graffitileriyle burada, bu ismini bilmediğim yerde bir şeyler olduğunu bağırıyor. İnsan elinin değdiği yerlerde ağaç olmak, topraklar boyunca uzanmak ve yalnızca geceye sığdırmak mahremiyeti... Sonra metal kesişmelerin gürültüsünde soyunmak korkuyu ve gün doğumuna, dallarını kucaklayarak göğe yükselen bir ağaç olabilmek yeniden... Körfeze değip de geçtik mi, bilmiyorum; karanlık. Ve benim siyasi harita mefhumum da bir o kadar karanlık.
İnsanlar tuşlara basıyorlar; ekran aydınlatan tuşlara. İçinden başka insanlar çıkan ekranlar. Karanlığı tek başına yüklenen birisi yok. Uykuyla birleşenler görmezden geliyorlar karanlığı, daha da karartarak bir şeyleri...
Tüm bu görünmez çıplaklığın ortasında bir adam pişmaniye satıyor. Bağırarak. Pişmaniye. Bahar gündüzlerinin birbirine karışan, şekerli bulutlara benzeyen bir helva.
Bu karanlıkta, bu soğukta, bu yalnızlığında ağaçların ve başlangıcında kışın; pişmaniye. Gözlerini kırpmadan.

27.11.2011- 19:41
İstanbul- Eskişehir
Sakarya Ekspresi

22 Kasım 2011

..diye değil*

"..sen nehirleri yataklarından ayırırdın da örterdin üstümü
hani yuvarlanıverirdi taşlar hani canları isterse
lunapark üzgünüm
diye değil
bu sefer mutsuzum ama keyfim yerinde
gel beraber
diye değil

karanlık, artık hurda bir eşyadır ve en güzel yerinde durur evin
hiç gitmemiş gibi ışıklar ama..."

21 Kasım 2011

dur-aksama.

Sonsuzluğu vaadederek gelenler... Gelenler...
Güzel şeylere kanmanın sözünü beraberleştirmeye gelenler.
Sonsuzluğa kefillik istemi.

Dün gelenler, bugün görünmezler. Bugün gelenlerin yarınına gökyüzü nasıl örtülür...
Sonsuzluğun şefkâtli bir şey olabileceğini hesaba katıp da mı başlasak yıldızlarla yıkanmaya..
Böyle kırağı damlasına giyinip de nasıl yaz gülleri dökülür yoksa...

http://fizy.com/#s/1ltyhy

19 Kasım 2011

Karşı gecende... •

durmadan taşırdım yanımda üç şeyi
iri çakıl tanelerini, çatlamış bir narı
bir öpüşün bıraktığı harlı lekeyi
ipekten
çalınmış
umutlarla taşırdım
ah sevgilim derdim, ölüm
ne kadar çoktu yaşadığımızda.

bize hep beyaz mendil
sallayan
ölüm ki,
iki kapısında
haki bir yalnızlık
dikilirdi.

ve hatırlatırdı
bize, güz kuşlarının
uçup gittiği denizleri.

bense, yulaf kokan
dağlı ellerinde
dolaşmak gibi kolaydır
sanırdım yaşamak ve sana kansız
bir gökyüzü
getirirdim
getirebilsem ah,
-avlusunda çocukların
korkmadan oynadığı-
lalelerle
donanmış simli bir gökyüzü.

bir öpüşün bıraktığı harlı lekeyi
çatlamış bir narı, unutmadım.

Behçet Aysan

17 Kasım 2011

"Açıklarımda batmış yüz binlerce gemi..."

Rüyasızlığımda uçuşup, bulutsuluğuyla kıyıma varan, karışmak için bekleyen; sahiden ihtiyatla bekleyen o soluğa, fırça darbesi değdirmeden portreler çizip boyadım. Evet fırçasız, hatsız.
Gözlerimi kapayarak bir dünyayı, boyumun bir hiç gibi kaldığı o dünyayı algılayabileceğimi, bir sene önce bir masal yazarken özümsedim. İnsan, göz kapaklarının ardındaki geceden kaç çeşit yıldız dökebiliyor biliyor musun..?
Ben biliyorum. Parmak uçlarımızın tanımak istediği* şeyin ruh; o tadı kavranamadıkça yoğunlaşan ılıklık olduğunu, sevişme arzumuzun, ruhlarımızı birbirine karıştırma isteğinden doğduğunu... Nefes aralıklarındaki sözcüksüz dilimlerde isminin ve ismine bağlanan anlamların yankısını duymayı ve mesafenin soluğunu tutup nabız ölçmeyi...
Birine isteyerek yenik düşmeye başladığım günden beri etraftaki şeyler, anlamlarını bir diğerine ödünç veriyor, ve sonra başka şeyler de ötekilere. Sabitleşemeyen bu anlamlar bütünü, sürekli bir devir teslim törenine katılıyorlar; hep yeni baştan.
Yedi senedir, ellerime çiçek düşüren sabahlar, mücadeleye şefkât katan parklar, gecenin sabaha karışmasına anason kokusu ekleyen filmler, şarkılar biriktirdim.
Sayısını bilmediğim kadar, sayfaları kabarmış ve mürekkebi dağılmış defter.
Sanatın öpücükleriyle kesişen yolların mucizeleri.
Tene ve tine mühür gibi bastırılan söz vermişlikler.
Olduğum ve olamadığım sıfatlar.
Yarım fiiller.
İkiyken bir kalmışlıklar.
Şimdi ben yolun neresindeyim, gölgem neresinde bilmek istemiyorum.
Bazı anlar; saniyelik anlar çok seviliyor, bir ömür seviliyor.
O anların, ihtimal dahilinde bile olmayan tekrarları için bir ömür bekleniyor.
Defterin birinde bir gözyaşı kabartısı olduğunu bilsen, yetiyor bir ömür.
Hafızanın unutmamaya direttiği o anlar için; o saniyelik anlar için seneler gözden çıkarılıyor.
Yitikliğin, bîtaplığın, eksilmişliğin bir kırık merhabayla, yerini sonsuz umuda bırakıyor; birkaç eski ve güzel sahnenin tekrar gösterimi olur belki diye..
Ne çaresiz bırakıyor insanı inanmak ve ne çok eksiltiyor hayal kırıklığı..
Bugün ayın on yedisi. Kıştan güze nasıl da yer değiştiriyor anlamlar.
Biz ne kadar...
"Umulmadık bir gün olabilir..."

15 Kasım 2011

..geçer; ...*

Hayat... O, sahiden kalıyor değil mi Ortaçgil Amca?

12 Kasım 2011

Üzerinden...*

Kimse beni duyuyor mu? Duymasın. Sakın.
Yaprak yaprak dinginliği dökülüyor dudaklarımın kenarında kıvrımlanan sessizliklerin, dallar atıyor kendiliğinden... Sürüklendiğim taş sokaklardan çocukluğumun, ilklerin, teslimiyetlerin tozlarını toparladım; polenlerle saçacağım çiçekleri özleyen bir bahara. Erken kıyafet dikiyoruz bu kez nisana. Renklerine, aramızda akan, akmak için tutuşup eriyen bir şeyler karar veriyor.
Kışı atlayan bir tarihi bekliyoruz. Atlamayacağını bildiğimiz sıkıcı üşümelere ortak kazak örüyoruz. Atlayan sadece ilmek ilmek kırgınlık. Işıtacağız şubatları. Şubatları. Son şubatı ve bundan sonrakileri. Eksik günlerinin hikâyesini biz yazarız belki. Başka bir biz. Başka ülkeler konuşarak, atlasların üzerinde yuvarlanarak.

Güneş eriyor tenimin altında. Bileklerimde ağustosun flörtöz kokusu kışı yokluyor.
Çayların tadından arta kalanla resim yapılan bir yerde sonsuz moladayız. Yol ayrımlarından ressamlar bulup, şapka çıkartıyoruz sadece sahici güzelliklere.
Yorgunluğun koyulaştığı yazlar, kendisini evriltirken naif güze, karışımımızdan akacak tonu, görülecek, görülebilecek rüyalara ayırıyorum ben. Beraber uyudukça...
Baş dönmesi gibi geçiyor dünyanın gürültüsüne inat, fısıldayan kirpik çizikli geceler...
Boynumda yürüyen minik böceklerin tenimde döktükleri ateşin bir ismi varsa, onu yazdıralım yarın geceye ve sonraki karanlığa ve bir sonraki gökyüzüne..
Bu sefer bırakalım mı, "..yalnız ikimizin sözcükleri sarmaşdolaş.." kalsın..?

8 Kasım 2011

-ma..

Bilmiyorsun.
Cümlelerin sessiz sapaklarına bıraktığım valizler dolusu soluksuzluğum, ikiden üçe geçemeyen, geceler dolusu noktam var. Ağırlığı sol omzumda birikiyor ve uyuşmuş ellerimle kazamadığım o yollar hep başkalarının haritalarına göre biçimleniyor.
Bir dile eklemlenememek, yeni bir bakışın önünde kıyafetini fütursuzca atıp, bir yenisini teninmiş gibi üzerine geçirememek...
Başarısız olduğum nice cüret örneğine her gün bir yenisinin eklendiği bu savaş alanında avuçlarımı kulaklarıma bastırırken, çağırma beni ismim olmayan bir şeyle.
Ne çok sözcük, hepsi nasıl kurşundan... Hafifletemediğim geçmiş zaman eklerinden bir yeni, kütlesini gelir gelmez karanlığıyla göğüs kafesime bırakıp da bekleyen hikâyeye daha var mı sahiden gücüm...
Benim sularım yüzlerce kulaçlık bir mavilikmiş gibi, koşulması ve aşılması gereken dalga boylarındanmış gibi durmuyor aynada. Birer birer adım atmayı unutalı kaç yüzyıl...
Tarihimde değilim. Bugünün dünleşmesi ve yarına dönüşmemesi, zincirleme bir trafik kazası kalp atışlarımda. Nabzım fısıldamıyor öyle rüzgârsızlıkta koşmam için...
Soluk soluğa kalacağım durgunluklara acıktıkça, saatleri kırıyor gelenler. Takvimler yırtılıyor. Hiç varamadığım tarihler, aylar öncesinden yapraklarını düş rengini giyinmiş gibi döküyorlar. Ağlıyor o zaman suskunluğum.
Yorgunluğumun üzerini örtecek şefkate sözcükler biçilmesine gerek mi var..
Çağırma beni ismim olmayan bir şeyle...
Sözcükler duvar duvar...

5 Kasım 2011

... dördüncü mektup

..Yıllar geçmedi, yıllar eskidi
Dokunduğum yerde kalıyorum
Yaşlı bir kelebek gibi.
Yeni bir renk buldum bugün, suyun atkısı rengi
Oyuğumdan çıktım...

Edip Cansever

4 Kasım 2011

Şehrin Hatları

Gitmek, kalmak, dönmek... Şimdi bakmak ve dokunmak mevsimi.
Sahili gördükçe, titriyor bedenim, düşüncem.. Bir tarafıma yükleniyor mavilik, varlığımı sola çekiyor birkaç düzensiz adımla.
Deniz var. Kayboldukça tutunduğun su.. Gözlerinin en sisli puslu halinde bile çığlık çığlığa burada olduğunu bağıran mavi...

Ne uysal karşılama... Taranmış saçlarıyla, yeşilini beyazını kuşanıp hazırlanmış su.
Kedi kuyrukları, parmak uçlarımı uyuşturuyor; sıcak, yumuşak...

Değişmemiş şehrin akşam şarkıları. Aynı renkleri dizmiş gerdanına, teninden buram buram havalanan anason kokusu...
Bizi üzen ne varsa* sakladın mı ardına? Yoksa affetmene az mı var?
Böyle güzel olma, sana meylim yirmi iki yıllık...

02.11.2011- 17.46/ Karşıyaka- Alsancak Vapuru