28 Aralık 2018

apansız arsız..*



Sen çok haklısın.
Bunu bir maçın galibiyetini kutlamak için söylemiyorum.
Bunu kendi kendime, kendime karşı yaşadığım hayal kırıklığıyla, geciktiğim mevsimlerle, yeterince dikkatli bakamadığım pencerelerin kalbime batırdığı buğulu dikenlerle fısıldıyorum.

Bir cümlen var, ve ben kendimi hangi cevabın içine koysam yetmeyecek sonundaki noktayı üçe çıkarmaya.
Kabul ediyorum; yeterince ve beklendiğince incelikli ve denizlerden davranmadım.

Belki de bütün bu fırtınalı aylar ve mevsimler sonrasında, sahici bir bitişe bu kez gerçekten vardık. 
Bir yılın son anlarına geldiğimizi çoğunlukla anlamazken, bu son günler; şahit olduklarımız, hissettiklerimiz, hissedemediklerimiz, yorgunluklarımız, korkularımız, yalnızlıklarımız, içinde boğulduğumuz, zor kurtulduğumuz her şey kapının önüne yığılmış da temizlik şart olmuş gibi.

Yorucu, çok yorucu bir mevsimdi.
Sonbaharı bir baş dönmesi gibi geçirmiş, ve avuçlarım leblebi sıcaklığından mahrum kalmış gibi hissediyorum. 
Soğuk ve kırılgan bir şeyler var.
Bütün uykular kâbuslarla yaralanmış, zaman alışılmadık bir kadrana takılıp son sürat ama acısını da anbean hissettirecek kadar ağırdan gitmiş gibi.

Bu yıl, büyük bir yıldı.

İki ilerledim mi, bir geriledim mi derken yine bir girdap.
Şimdi, tam da bu bitiş esnasında bir şey oluyor.
Duyu organlarıma teslim biçimde, hissettiğim her şeyin aslında kocaman başka şeylerin fay hatları olduğu kestiriyorum. 

Bir koku. 
Yeni ama tanınmaya meyilli.
Soğukta net olarak duyulan ve zaman zaman burnuna geldiğinde sonsuza kadar gülümsetebileceğini bildiğin.
Çiçek hissiyatı gibi, belki bir fazlası.

Her duyum çok açık.
Vahşi ya da değil; bir hayvan keskinliğinde. Tırnak içinde sosyalleşmiş hayvan olmaktan daha başka, daha içgüdüsel.

Zaman şimdi, içimden geldiği gibi olmaya meylediyor.
İçinden geldiği gibi.

Galiba bir sene ancak bu kadar kendi kendinin miadını doldurabilirdi.

Evet, sen çok haklısın.
Ve şimdi, tam da bu yüzden kendimi yeniden yazmam gerekiyor.

Çünkü hâlâ şarkılar güzel, hâlâ radyolar çalıyor, hâlâ bir kokunun izinde bile isteye savrulabilecek kadar genç, hâlâ bir şehrin özlemini duyabilecek kadar içli, aynı kıyının mavisinde olmanın, büyümenin getirdikleriyle biz bizeyiz.

Bu sene...,

yaşlanmayalım. 

26 Aralık 2018

"kaç metredir benim yokluğum?"


Yakıcı ve yıkıcı sözcükler arasındaki bu kıyamette neyi feda ettiğimi veya neye geçit verdiğimi kestiremiyorum.

Olduğun yerde kalarak asla kıpırtısız kalamıyorsun. Bu dal kıran rüzgârlar için hâlâ yeterince ağır değilim.

Yağmuru sevmek yetmiyor çamurunu yıkamaya bir şeylerin.
Gökyüzü bile kucaklamıyor bazen.

Göğüs kafesime çıktığım kaçak katların usulsüzlüğünü bir gören olacak korkusuyla yaşamanın eğretiliği...
Yerini yadırgamanın kalıcılığı..

Temize çekme sözü verdiğim hiçbir cümle yeterince düzgün okunmuyor.

Bitap düşüyorum. Çalınan kapının arkasında bulunmamak istiyorum. Bazı bahçelerde unutulmak, toprağa karışıp bir anlık tebessüme sebep tek bir filiz vermek.

Olup olacağımın, olup olduğum olmasını.

Kendi dalgalarımla dövdüğüm kıyılarım köşelerim sızlıyor yeterince.
Kabuklarımı kaldıran belirtili belirtisiz nesnelerin peşine düşmeseler..

Dudaklarımın ve parmaklarımın ve göz kapaklarımın ve bacaklarımın arasından sızan ne varsa yokluğuma eklensin.

Ellerimi sakladığım geceler var, o gecelerde yıldızsız gökler, toprak kokusu, nadas gerinişi, dumanlı bir uykusuzluk var.

Sevdiğim bir filmden aklımdan çıkmayan bir kare gibi; parmak eklemlerimde yürüyen duvar pürüzleri.
Duvar pürüzleri gibi geçtiğimiz yollar ve kaldığımız rüyalar.

Biraz inanmalı belki de üfleyince geçeceğine.
Belki biraz kendi kendine üflemeli kanına, yaşına, yarana.

Belki bir takvim daha eskitip, baştan başlamalı kışa, bahara, yaza...