26 Aralık 2018

"kaç metredir benim yokluğum?"


Yakıcı ve yıkıcı sözcükler arasındaki bu kıyamette neyi feda ettiğimi veya neye geçit verdiğimi kestiremiyorum.

Olduğun yerde kalarak asla kıpırtısız kalamıyorsun. Bu dal kıran rüzgârlar için hâlâ yeterince ağır değilim.

Yağmuru sevmek yetmiyor çamurunu yıkamaya bir şeylerin.
Gökyüzü bile kucaklamıyor bazen.

Göğüs kafesime çıktığım kaçak katların usulsüzlüğünü bir gören olacak korkusuyla yaşamanın eğretiliği...
Yerini yadırgamanın kalıcılığı..

Temize çekme sözü verdiğim hiçbir cümle yeterince düzgün okunmuyor.

Bitap düşüyorum. Çalınan kapının arkasında bulunmamak istiyorum. Bazı bahçelerde unutulmak, toprağa karışıp bir anlık tebessüme sebep tek bir filiz vermek.

Olup olacağımın, olup olduğum olmasını.

Kendi dalgalarımla dövdüğüm kıyılarım köşelerim sızlıyor yeterince.
Kabuklarımı kaldıran belirtili belirtisiz nesnelerin peşine düşmeseler..

Dudaklarımın ve parmaklarımın ve göz kapaklarımın ve bacaklarımın arasından sızan ne varsa yokluğuma eklensin.

Ellerimi sakladığım geceler var, o gecelerde yıldızsız gökler, toprak kokusu, nadas gerinişi, dumanlı bir uykusuzluk var.

Sevdiğim bir filmden aklımdan çıkmayan bir kare gibi; parmak eklemlerimde yürüyen duvar pürüzleri.
Duvar pürüzleri gibi geçtiğimiz yollar ve kaldığımız rüyalar.

Biraz inanmalı belki de üfleyince geçeceğine.
Belki biraz kendi kendine üflemeli kanına, yaşına, yarana.

Belki bir takvim daha eskitip, baştan başlamalı kışa, bahara, yaza...

4 yorum: