24 Haziran 2015

sagu.


Yağmura karışıp, sonrasında güneşe çıkamıyorum. Dün bir bahar parçasını teselli etmeye çalışırken, bugün kendi yaz dilimlerimi dudaklarımın arasına koyamıyorum. Öyle ıslağım ve öyle kapalı kaldım ki kalın duvarlar arasında, rutubetlenen kalbim olmasın diye kâğıt havlular bastırıyorum göğsüne nefesimin. 

Ağrılar saplanıyor maviye, oysa ben turuncular batırmak, haziran kanepeleri yapmak istiyorum hafif meyve kokan, davetkâr. Kapılıp gidilecek yollar açmak istiyorum dalgaları sağa, sola ayıra ayıra. Sözcüklerinin anlamını bir yere vardırmayacağımız şarkıları, beceriksiz dudak büküşlerle kıvırıp ıslık yapalım. Gözleri aydınlıktan kısılmış, bileklerine gelişi güzel sararık çim parçaları yapışmış, dağınık ve hindistan cevizini andıran kumlu kokusuyla salınsın gün...

Kurutulmalı ve yaza hazırlanmalıyım; kalbimin sağlam bir kısmından vişneler toplayarak, reçellere...

17 Haziran 2015

değilsem...


Tedirgin. İçimde ürkek bir çift kanat. Uçsam mı, uçmasam mı, uçsam nereye, kalsam nerede. Bir şarkıyı, yeni bir şarkıyı duymaya çalışır gibiyim ama kulaklarım yetmiyor; hep bir uğultu aramızda. Öyle bir mevsim geldi ki, kendine yorgun. Kendini gün yataklarından kaldırmaya, bir ertesine vardırmaya mecalsiz. Sevişmekten değil, kendini taşıyamamaktan kan ter içinde. Mayıs, neye vardığını görse üzülürdü. 

Bu sonsuz durağanlıktaki yorgunluğun sebebi şu göğüs kafesinde sıkışıp kalan özlemli şey olsa gerek. Başını yastığa huzurla koymanı sağlayan, uyumak istediğin, zamanın kalbinin en ılık yerinde durur gibi yaptığı şeyi özlemekten. Sonu gelmeyen bir sayıda, tek ayak üstünde dikilip, uyuşa uyuşa, uyuşukluğun önce acısı sonra hissizliğiyle beklediğin bir şey. Dün şimdi ne getirecek sana. Saçlarında yüzdürdüğün vapurlarla, bileklerinin bağladığı güzel deniz yarası kabuklarla, teninde gezdirdiğin, mevsim meyvelerine varmasını arzuladığın rüzgârla aşamadığını ne iyileştirecek.


Çarpım tablosunu ezberleyemediğin iyi oldu sanki, dokuz kere sekiz, yedi kere altı, on bir kere pi. Sonsuz kere yalnızsın ve hep kendinle çarpılıyorsun. Bir sıfır bile edinmeyi beceremediğin bu yerde yok oluşuna bile yol veremiyorsun. Oysa nasıl da tamamlanmak arzusundaydın.  Bir çeyreği düşe kalka devirip de geride bırakmanın eşiğine gelmişken bak, yine takılır gibi ayağın. Değişmiyor mu, kombinasyonu mu çok fazla bu tökezlemenin. Hiçbir şeye cevap bulamadığın tüm bu üç yüz kırk bin günün sonunda yine bozuk dahi olsa bir pusulam, yırtık bir haritam, matematiği ucundan kıyısından sağlamalı bir mantığım, yörüngesinden çıkmış durdurulamaz, karşı koyası gelmeyen bir kalbim yok. Olmamak bu. Kendini olduramamak. O kadar ki, ismim boyu ağlamayı dahi beceremedim. "Çöl oldun." dediler.

Bu düştü düşecek mi, yerleşti kalacak mı yaşam biçimiyle nereye varılıyor bilen var mı? Ben hiçbir şeye parmak kaldırıp tahtaya çıkmak istemiyorum. Hiçbir bilgim yok hayat üniteleriyle ilgili. İyi, kötü, mutlu, mutsuz, sıkıcı, eğlenceli ve bu gibi şeyleri kümeleyecek kadar bile bilmiyorum. Tam olarak nereyi kaçırdım da bir daha yakalayamadım olanı biteni... Kimse mi not tutmadı? Ben mi yazınızı okuyamıyorum?

Gözlerim de bana çok ciddi bir oyun oynuyor. Nesneler deforme oluyor ve gözlerim benden bağımsız, yerlerine sığmak istemez bir şekilde eşinip duruyorlar. Ben olsam ben de kendime sığmak istemezdim. O yüzden kızamıyorum. Öyle duruyorum. Bir zamanlar durmak, durabiliyor olmak ne iyiydi. Artık kaldıramıyor bunu günler, dünler. Kapılıp gitmek ne iyi olurdu oysa durduğun yerde. Gözlerinden uzun kıyı şeritleri, sonsuz günbatımları yakaladığın bir nefesin rengine kapılıp gitmek. Gidememek, kalamamak. Durmanın iyi olmadığı yerde hareket kabiliyetini yitirmek. Ve bu haline oturup "bile" ağlayamamak. 

Çok zaman öncenin, kendini bütün uykulara kazıyan kâbusundan çalınmış bir sahne bu. Çocukluğuma inelim doktor. Zaten çıkılacak bir yer de yokmuş. Geldim, baktım, hiçbir şey bulamadım. Bir kâbusu gerçek hale getirmekse olay ve o bir çeyrek yüzyıl sürdüyse sahiden vazgeçelim, çıkmayalım bir yere. Hatta elinizdeyse gömer misiniz beni doktor? Oksijensizliğin beynimdeki tüm yolları kapayışının ağrısı bir anlam bulsun. Toprak olayım. Deniz olamadığım yerde, bir de bunu deneyelim mi? Başım, gözlerim ve kaburgalarım ağrıyor ve artık ellerime inanan insanlar uzun yollardan dönmüyorlar.

Bir elmayı dişlemenin içimizi kamaştırdığı bir yer hatırlıyorum ama, hafızam orada da oyun oynamıyorsa. Şimdi sadece diş sızlatıp, on beş yirmi dakikaya iç yakan bu eylemi dönüştürelim hiç değilse diyorum. Bir arzu kırıntısı edinebilelim olmuş veya olduğuna inandığımız ya da düşlediğimiz şeylerden. Hem bir elma "yenileyicidir" çünkü, güzel bir adamın her seferinde söylediği gibi. Üstelik karpuzların kütürdeyip, kavun kokusunun eşsiz dudaklara yapıştığı anason aromalı sokaklar uzanırken şimdi, bir elma nasıl bir fazlalık yaratabilir ki? Birbirimize çok görmeyelim birtakım iç gıdıklanmalarını. Hiç değilse ihtimallerini. Çünkü attıramıyorum ben nabzımı. Yürüyemiyorum daha fazla. Bütün yollarım öyle yokuş ve yokuşların vardığı her yer öyle ıssız ki. Bir kıpırtı duymazsam artık çürürüm gibi. Mevsimi geçer gibi sonsuz bir sabırla beklediğim meyvelerin. Şehvetinin. Olduracaklarının. Doğurganlığının.

Bir şeylerin ölümünü karşılamaktan, yokluk karşısında özleme sabretmekten, yokluğun kalıcılığından emin oluşuma inat ne olduğunu bilmeden beklemekten, beklerken körleşmekten, görüşümü yitirmenin yönsüzlüğünden ve bunun ağrılı çaresizliğinden, çaresizlik paniğinden, tüm bunlardan, bunlardan, bunlardan biraz sıkkınım. Biraz fazla sıkkınım.

Bir ağrı kesici alsam, tutup da bırakamadığım nefesimin göğüs kafesime yaptığı baskı, kendimden bir türlü dışarı sızamayan sızı geçer mi? O da olmazsa, kazalım mı, gömüp de olamadığım bir kaç suyu ödünç alıp da sulayalım mı beni doktor? Belki borçla harçla da olsa bir avuç toprağa karışarak bir şeyler olabilirim.
Bu kez.

9 Haziran 2015

"güneşin sofrasındayız..."


Üzerimizdeki,
yüreğimizdeki sis dağılır gibi.

Bu yağmura meyleden grisi maviliğin, yıkamaya hazırlanır gibi kara kara parçalarımızı.
Biz. Hepimiz. 
Temizlenmeye nicedir hazırlanıyoruz, gülümseme denemeleri yapıyoruz birbirimizin gözlerinden aynalar edinip.
Kadehlerimizi ah'larla değil de baharlanan dizelerle kaldırmayı özlüyoruz.

Hasretli bekleyişlerine olan umudun bunca törpülenmişken,
yeniden kapının çalmak üzere olduğunu, ve hatta güneşin ayak izlerinin kapı aralığından göründüğünü hissedince..;
ne yaparsın ki?
Ne yapardın?

Bir şeyleri en baştan öğrenmeye en hevesli olduğumuz yerde,

kalabalığız, çok kalabalığız, çok biriz.

İki gündür çok güzel uyanıyoruz.


5 Haziran 2015

92'10'6


Gülün anısı gül çiçeğinden, karanfilin anısı karanfil çiçeğinden, sokakların anısı sokakların manzara löpünden, sevgilinin anısı sevgilinin kendinden üstündür.
Sütbeyaz atlarla gelirler, sütbeyaz atlarla giderler.

Salah Birsel

2 Haziran 2015

nadas


Yorgunum bütün gecelerden ve gündüzlerden, en çok hareketsizliğinden yolun. İçime egzoz kaçırmamak için  verdiğim bu mücadelenin neresinden galip, neresinden mağlup çıkarım kestiremiyorum ya, hepsi aynı yere varır gibi.

Kendimi kusmak istiyorum. Bir şey çok fazla. Üzerime büyük. Ağır. Sesim. Yankısı çuval gibi. Kendimden kaçmak, eve varmak istiyorum. Ev dedim. Ne kadar uzun sürdü. Bir daha dönmem dediğin ne varsa, şimdi içinde kâğıt kesiği gibi ince sızı... Can acısı unutulmuyor ya; intikam bu. "İncirlerin dallara ağır gelip de kaldırımlarda ezildiği o sokaklara varayım, bir varayım iyi olurum gibi" diyorsun. Utana sıkıla. Kaçmak için çabaladığın bütün ölümcül güzellikteki gün batımları öğrenilen geçmiş zamana bürünüp, uzak bir yerden dahi kendini göstere göstere nasıl da sevişiyor şimdi karşında. Başını çeviremiyorsun ve işte bundan kaçamıyorsun.

Dönmek değil de varmak arzusu. Bir tek orada mola verebileceksin sanki. Orayı terk ederken parmağının gösterdiği ne varsa; ilk aşkın, son aşkın, radyo frekansların, uykusuzlukların burada her sabah ömrüne dolaşık, düğüm olmuşken.. 

Sahi, hayat nasıl böyle oldu?

Bir inziva diliyorum şimdi. Kendimden çekilmek.
Yolumu yordamımı bulacak kadar durmak.
Sadece durmak. İmlâ gerektirmeyecek kadar cümlesizleşmek.
Madem bunca kimsesizlik, öldür sesini; sus ol.
O, her şeyin ancak iliklerinden geçerse tam olacağına dair inancında, tam o yerde dur; soyun kendinden.
Kendinsiz,
kendinle,
kendine kal.