30 Ağustos 2012

eylüle..

Özlemek, ne mecalsiz ama ne çok salıncaktan göğe değen bir kelime...

29 Ağustos 2012

Bir Zamanlar Bir Yaşam Diliminde

Saman balyalarını bağladığım tarlanın kuzeyine düşen az ilerideki alçak bir tepede başladı her şey. Bu tepede kendi kaderine bırakılmış üç armut ağacı vardı, ikisi yapraklarla kaplı, biriyse grileşmiş gövdesiyle çıplak ve ölüydü. Arkalarında kocaman, ak bulutlu mavi bir gökyüzü vardı.

Daha önce hiç dikkatimi çekmemiş bu küçük görüntü, birden gözüme çarpıp mutlu etti beni. Sokakta yürürken görülebilecek tanımadık, hatta hiç çekici olmayan, ama bir nedenle, yaşanan bir hayatı sergilediği için belki, insana hoş gelen bir yüz görmüş gibi olmuştum.

Hemen sonra izlendiğim duygusuna kapıldım. Bir an, tepede bir insan durduğunu, ya da bir çocuğun armut ağaçlarından birine tırmandığını sandım. Ölü ağaç, iki canlı ağacın arasında öyle duruyordu. Ortada kimsecikler yoktu.

Bir insan bir hayvanı ürküttüğünde ya da tam tersi olduğunda, bakışların izlediği yol bir an öteki şeylerin hepsini dışlar. Şöyle ki, olay bir hayvan ve bir insan arasındaysa, ortada genellikle bir var olma eşitliği vardır. Oysa bu kez bir eşitsizlik olduğunu seziyordum. Yani beni izleyen manzara parçasından daha az var oluyordum...

Seninle karşılaşıncaya kadar gerçekleşmekte olan bu değişimi adlandırmaktan acizdim. Bugün ilerlemiş yaşımda koyduğum ad ise; aşkın içe işleyişi.

Her şey bir akıntıya kapılmıştı. O üç armut ağacı, o alçak tepe, vadinin öbür ucu, biçilmiş tarlalar, orman. Dağlar daha yüksek, ağaçlar ve tarlalar daha yakındı. Görülebilir her şey bana yaklaşıyordu. Daha doğrusu her şey durmuş olduğum yere sürükleniyordu, çünkü ben artık orada değildim. Her yerdeydim, vadinin karşısındaki ormanda olduğum kadar ölü ağacın içinde, dağ yakasında olduğum kadar saman balyalarını bağladığım tarladaydım.

John Berger- Ve Yüzlerimiz, Kalbim, Fotoğraflar Kadar Kısa Ömürlü

26 Ağustos 2012

dönmek..

Mevsimin uzatmaları oynadığını yerden yazıyorum.
Henüz eskiyip de sararıp solmaya başlamamış fotoğrafların gölgesinde bir eylül hazırlığı içerisindeyim.
Belki yaza çok yaklaşamamaktan, belki tenimin bu yaz deniz tuzunu tutmamasından..
Bisikletimin tekerlerinde renk değiştiriyor yapraklar..
Kuruyor günler, sahil çekiliyor..
Çocuk seslerinin içinden çıkılmayan cümbüş, yerini eski bir balkan filminden hatrımda kalan dağınık düğün yerini anımsatıyor şimdi.
Her şeyi saçmıştık oysa, neşemizi, umudumuzu..
Özlem denilen şeyin bir tür hastane kokusuna sahip olduğunun duyumsandığı şu zamanlarda, sanki soyunuyoruz birer birer dudak kıvrımlarının mutlulularını..
Açık adresini bildiğin evlerin kapılarını çalamadığın bu gün dönümleri, çocukluk kabusundaki ilerlenemeyen yola benziyor; aydınlık bir oda, karanlık bir yol..
Beklendiğini bile bile varamamak.
Özlediğini öle öle hissetsen de kımıldayamamak.
Yarım uykular, ardışıklarına varmaya bile nazlanan saatler..
Bazen coğrafyanda ölüyorsun.
İnsan yaşadığı yere mi benzerdi Ahmet Abi?*
Yaşadığım yer neresi.
Bu ölüm neyin nesi.

18 Ağustos 2012

..beklerken...

Hiçbir şeyin manasının olmadığı zamanlardan sıyrıldığımızda,

güzel yerlere gidip, güzel şeyler içerek, güzel şeyler okuyup, güzel kalemlerle peçetelere notlar alalım.

Böyle zamanlarda, öyle şeylere çok ihtiyaç duyuyorum.


14 Ağustos 2012

Bu yazlar nasıl da kış..

Yorgunluk değil, sıkıntı ve bıkkınlıkla gelen gömülme hali. Kabuk üzerine kabuk çizmek sırtına günlerin, gürültüden sağır olan yaşama, geceyi sığınak yapmak..

Mekanlarla değişen renklerine inanırdım insan soyunun. Gülümsemelerine düşen müziklerin ritim farklılıklarına, üzerlerindeki kumaşlara rastgele dokunan gün ışığının açısına, kelimelerle oynaşan dudak kıvrımlarına..
İnanırdım, ama artık değişmiyor kimsenin kaşlarındaki büzüşüklük, güneşe selam vermiyor hiçbir şeftali renginde dudak..
Nerede kayboldu yeni günün hediyeleri, ben bulamadım.

O bana anlatırken, ben de düşündüm. Tahammülsüzüz. Bir iç geçirmeye, kullandığımız sözcüklerin dışına çıkan sözlüklere, bilmediğimiz renklerle karşılaşmaya, kendi türümüzden olmayana, ama en çok..
En çok birbirimize. En yakınımızdakine kör halimizle inat ediyoruz.

Ne için olduğu sorusundan vazgeçmek istiyorum.
Kutsanmıyorsa denizin maviliği, gökyüzünün pişmaniye görünümlü bulutlarla nazlanması, şiirler artık kutsal kitap bellenmiyorsa, ben yokum diğerleri için de.

Sınırlarını bilmeksizin sürekli kurallara, kaidelere takılan heyecanımı küçültemiyorum daha fazla, inanıyor gibi yaptıklarınızla.

Bir tebessümünüz için yok gibi kalmaya da tamam demiştik ya, tamam.

Üstü kalsın.

11 Ağustos 2012

birinci çoğul şahıs*

Hep başka yöne kıvrılıyor salyangozun kabuğu. Oysa spiral formlu şeyleri sevdiğimi nasıl da herkesten iyi bilirsin, o çizgilerin hangi sonlara varacağını, hangi sonsuzun başını döndüreceğini..

Bildiğin ayrıntılarla kurduğum bir ömre nasıl ekleniyor ithamlar, ben bilmiyorum. Her şeyi(mi) bir tek sen bildin oysa, kalp kıvrımlarımdaki küçük gülücüklerin isimlerini..
Korkmaksa, birlikte değil miydik o uçurumun kıyısında da..

Kendimi tanıyamıyorum bazen, bu yüzden mi tüm o ayna gibi cümleler..

Her sesimi yitirişimde, zihnimdekileri çamaşır sularına batıracağıma inanışın.. İncitici benim için, senin için olduğu kadar...

Niye yaptıklarım ve söylediklerim perdeliyor o gecelerin ve mesafesizliğin eteklerimizden saçtığı dokunulamayan zamanı..

Gölgelerin ardından yankılansın istemedim ısrarcı cümlelerim, hepsi buydu; uykuna kalabilmek, rüyanın rengini giyebilmek..

Hiç olmuyor.
Hangi yolun, neresinde olursam olayım, seçmediğim mevsimsizliği kokluyorsun bana dair.
Oysa ben bugüne dek sana deniz kokusundan başka ne taşımak istedim, ne taşıdığımı sandım..

Yapma.
Gitmediğim yolların biletlerinden haritalar düşürme aklına.

Her bulut, turuncudan eflâtuna karışan yaz göklerinde salınırken hangi gökyüzünde olacağım, seninkinden başka..

Lütfen...

9 Ağustos 2012

yarına...

Şiirsizlik.. Hayatın şiirsizliğinden korkuyorum en çok.
Bir yanı dizelere yaslananı bulunca, o yüzden..
Bazı kelimeleri sarf etmek çok zorluyor. Denize atar gibi mavileri geçirmiyor üzerine, karşındaki kalbe attıkların. Kurak bir savaş alanına dönüşüyor noktalarla virgüllerin yan yana gelişiyle bir şeyler.
"İmlâ kuralları ve mutsuzluk üzerine" diyor buna şair.
Şiirsizlikten korkuyorum.
Uyandığım sabahlardan birinde ona sarılmaktan..
Ölümsüz şairlere sağır bir yarından..
Bu yüzden kalmalarım.
Bu yüzden gitmelerim.
Ben, sadece bir mektubun sonundaki birkaç dize için yaşıyorum; Dize için...

8 Ağustos 2012

Bu yazlar...

..yıkansam, yıkansam, hep o güneşlerle yıkansam
dişleri tenime geçse yaz rüzgârlarının
izine pek rastlamasam
ama kalbini sert ve serin tutan bir denizciye
bunu bir daha sorsam
ne çıkar bir daha sorsam
sonra hiç konuşmasam, sonra hiç konuşmasam
ve bu yorgun, bu üzünçlü yüreği
benim değilmiş gibi, benim değilmiş gibi
kimse görmeden şöyle bir yol kenarına bıraksam...

Edip Cansever


* Bu mevsim İkinci Yeni'nin..
Hoş geldin...

7 Ağustos 2012

*

Paniğini kukla yapmış hasta bir çocuğum ben. Oyuncağı panik olan sayrı yalnızlık kendi kendine nasıl da eğlenir..

Niye izin vermiyorsun yoluna kuş konmasına,
Niye izin vermiyorum yoluma kuş konmasına,
Niye kimseler izin vermez yollarına kuş konmasına?

"Öyle güzelsin ki, kuş koysunlar yoluna.." bir çocuk demiş...

Nilgün Marmara

5 Ağustos 2012

ne mümkün...

Lokomotiflerini raylara dizemediğim kırmızı bir oyuncak trene benziyor bazen gündüzden geceye varan o dilimler. Yerleşikliğin hep göçebe olduğu yazlar var. A5 defterlere çizdirilen düz çizgilerin asla düz olmasını beceremeyen titrek eller, kalp sayfalarında da tökezliyor. Senelerin kotaramadığı bir aksaklık. Hep hissettirilen misafirliğin...
Bazen valizler toplamıyor saçtıklarını, olmayı beceremediklerini toplayıp başka bir yerin meydanlarına saçmaktan fazlasına yaramıyorlar.
Daimi bir sonra korkusundan ne akıp gidiyor yaşlandıkça ömür.. Öncesi ve sonrası olmayanın bir nefesliğinde debelenen bir şeyler..
Şimdinin sonsuz yorgunluğu hiç temize çekmiyor kendini.
Dünler aftan yararlanamıyor, yarınlar mahpusluğunu unutmuyor.
Bugüne ne oluyor.

4 Ağustos 2012

sonsuz kere 85*

Kısacık yoğun bir akşam
Herkesin yüzünün bir anıya karıştığı
Yoğun bir akşam
Bana bir memur gibi davrandılar hastanelerde
Ve bir intihar üstüne söylenti
Bütün kıyıları dolaştı durdu
Kısacık bir akşam

Kısacık serin bir akşam
Kelebeklerin atlarla yarıştığı
Yoğun bir akşam
Bazı mektuplar damgalandı postanelerde
Oturuldu bir takım şarkılar söylendi
Bir adam bir kadının kapısını vurdu
Kısacık bir akşam

Neyi söylesem bir kahramanlıktı
İçinde azıcık buluştuğumuz
Bir bulutla bir kâğıt peçete arasında
Kısacık yoğun bir akşam
Şaşırdım hüznümü nerelere bıraksam
Bir yanda kasıklarımın sarsılmaz gücü ve
Kısacık yoğun bir akşam

Her şey bir unutkanlıktı
Arada bir deliler gibi kavuştuğumuz
Tüfekle vurulmuş bir parsın yarasında
Kısacık yoğun bir akşam
Biliyordum bir soğukluktu nereye varsam
Bir yanımda bir el bir yanda vazgeçilmez bir sancı ve
Kısacık yoğun bir akşam

Kim karıştırdı gerçekliğine
Yaşadığım sonsuzluğun
Ve oturuldu bir takım şeyler söylendi
İmlâ kurallarıyla mutsuzluk üstüne
Kısacık bir akşam
Duraladım ne yapsam

Kim karıştırdı gerçekliğine
Su terazilerindeki ensizliğin
Ve fotoğraflar çekildi ben çıkmadım herkes eğlendi
Araba vapurlarıyla denizsizlik üstüne
Kısacık bir akşam
O kadar kısa ki bir akşam

Yüzümü suyun ardında buldum
Kıyılar bu yüzdendir öyle dediler
Kısacık yoğun bir akşam
Serin bir akşam öyle söylediler...

Turgut Uyar

İyi ki doğdun, iyi ki elimizden de yüreğimizden de eksiltmedin kendini...

Seni seviyorum...

3 Ağustos 2012

"..doğduğu kentin bu anmalığı..."

"Doğa görünümü renkleri üzerine notlar... Uzayıp giden renk uyumları. Limon kokuları arasından süzülen ışık. Tuğla tozuyla, hoş kokulu tuğla tozuyla dolu bir hava, suyla söndürülmüş kızgın kaldırımların kokusuyla. Hafif, ıslak bulutlar, sonları toprak, ama yağmur ummayın pek. Bu fon üzerine, toz- kırmızısı, toz- yeşili, tebeşir- moru ve sulandırılmış fesrengi fışkırtın. Yazın denizin nemi hafifçe verniklerdi havayı. Bir zamk örtüsü altındaydı her şey."

1 Ağustos 2012

işte böyle bir şey...

Bir temmuz daha bitti. Sanki tüm geçişlerini kalbin, bir mevsimin bir ayına saklamış gibi..; ama bitti.

Özlediğim kokuları içime çektiğim, sevdiğim coğrafyalarda uyandığım, yarından ümidimi kesmişken yeniden hayallerimi doldurduğum valizi bulduğum, suskunluğumla örttüğüm bekleyişleri, bekleyiş olmaktan çıkarıp gündüzün şarkılarını aramaya koyulduğum, konuştukça hata yaptığım, hata yaptıkça üzüldüğüm, üzüldükçe ömürden gülümsemesiz eksilen günler olduğunu gördüğüm, bulutlara yaklaşan beyazlıktaki ıslıklarımla mucize yarattığım, bol çay içtiğim, güzel elbiseler giydiğim, gözü yaşlı geceleri "günaydın" kadar fırından yeni çıkmış ekmek kokusunda kelimelerle tamamladığım, sevdiğim, sevildiğime inandığım, sevmediklerimle ve sevmeyenlerle vedalaştığım, kendi mevsim döngümün yılbaşısında bir temmuz bitirdim.

Büyümek mi, yaşlanmak mı.. Cevabını duymak istemeden sürekli sorduğum bu soruyu nereye koyacağımı bilemediğim için bu kez sormadım.

Avucuma sığacak bir karpuza dikilen mumları üflerken ne dilediğimi bilmiyorum; büyümek mi, yaşlanmak mı, yarına varmak mı, dünde kalmak mı.. Belki de sadece ufak bir kırıntı; umut adına..

Birlikte çok uzun zaman geçirdiğim dostları gördüm. Değişen şeylerden suç etiketleri kesmektense, aynaya baktım uzun uzun. Değişenlere; saçlarıma ve tenime ve gözlerimin artık nelere değdiğine.. Birlikte çok uzun zaman geçirdiğim dostlarımla hâlâ gülümseyebildiğimi fark edip, sadece kadeh kaldırdım değişikliklere. Belki de tebdil-i mekân meselesi... Herkes kuyuya düşmüş kadar çaresiz ve karanlık görünse de güneş, temmuzda inatla doğuyor.

Birlikte çok uzun zaman geçirmediklerimle de kadeh kaldırdım; ortak düşen çizgilerine mi yolun, bıraktığımız yerden devam ettirebildiklerimize mi, çok tanıdık bir çift bakışın önünde hayallerimizi saklayamayışımıza mı, değişik görüntümüzün değiştiremediği o dudak kenarı tebessümlere mi; bilmiyorum, çok da önemli değil. Birlikte olmanın huzur getirdiklerine diyelim..

Peşine iyelik eki takmışçasına sahiplendiğim dükkânlara, meydanlara, sokaklara girip çıktım. Çok güzel bir kadın şöyle dedi: "Kâğıt kalem seven insandan zarar gelmez..." Avucuma nazarlık gibi bir kart iliştirdi, "Yine gel..."
Kâğıt seven insan olduğum ortalığa döküldüğünde, yaşını kestiremediğim bir adam -ki yaşını tahmin edemediğim insanları tarihsiz yaşayabildikleri için severim- pimpirikli tavırlarımdan ötürü özürümü şöyle cevapladı: "Kurabiye ister misiniz?"

Girip çıktım. İki günde sahiplendiğimiz, oturma düzenimizi bile yerleştirdiğimiz bir kafeteryada -belki de barda- sır verdim, kime olduğunu bilmiyorum. Sadece civardaki dairelerin bin üç yüz lira kirası olduğunu, en azından o kiraya bir yer bulunabildiğini öğrendim. Belki de birçok şey imkânsız değildir. Hayal kurmayı mı unutmuşum, bilemedim...

Sevdiğim bir semtte, bindiğim bir otobüsün kapısında ve inerken, uykulu göz kapaklarımın arasında bir beyefendinin gülümsemesini hissettim. Aramızda konuşulmayan bir zarafet oldu, feminizme tokat atmayan, ben öyle gençken, ve o bir o kadar babamken.. Yıllar, dedim. Yılların ve kimliklerin öldüremediği bir şeyler hâlâ belediye otobüsü kullanıyor.

Bir gece yarısı şu cümleleri kurdum..; hiçbir şey için geç kalmaya cesaretim yok, hiçbir güzelliği bozmaya da.. İçim düğüm düğüm.. Bir tanrım da yok üstelik... Uyandığımda baştan başlayan bir hayatın kıyısındaydım, elimde bir bilet, dönüşü başka bir yere kesili.. Bak evdeyim şimdi. Ev dediğim kaçıncı kapı kilidiyse döndürdüğüm..

Sonra, içimin turuncusuna yüzdüm. Habersiz, öyle "Özledim, geldim.." diyebilmek için.. Dedim de.. Henüz sabah bile olmamıştı. Birkaç gün içinde, suluboya yaptım ve masal dinleyerek uyudum. Kulağımı deniz kabuklarına, kalbimi beraber uyuyabildiklerime yasladım. O birkaç gün içinde, titreyen ellerinden düşmeyen sigarasıyla, heykeltraş bir çocuğun, kızarmış gözlerini kendi falına bakmak için fincana düşürüşüne tanık oldum. Sordum ister istemez..; "Her bitiş mi böyle.."

Dönüşe bilet kesildi ya, bu kez de "Özlemediğim için gelmiyorum." demek istedim, olmadı. Bitişlerin varlığa kazınan ızdırabı bir yana, vedalar zor.. Evi, her ne kadar bulduğumuz gibi bıraksak da, bir ayı aşkın süre daha karasal iklimden uzakta kalp sarartacak olmanın gerçekliği de zor. Hayır, vedaların hiçbiri güzel değil. Belki de ben bunlarla karşılaşacak kadar büyümedim daha. Büyüyemedim ya da. Ve, veda ederken neye veda ettiğini kestirememek de güzel değil.. Neyse ki, ona dokunabildiğim mesafeden de, otobüs camının arkasından da iyi görünüyor. Bakmaktan usanmayacağım kadar iyi, eksiksiz ve dikkat çekici. Onda, hayatın, vedaların çirkinleştiremediği bir şey var. "Hep öyle kalsa.." diye mırıldandım.. Duydu mu, bilmiyorum. Ama özlemiştim ve gelmiştim; ve o, bunu biliyordu...

Temmuz bitti. Kalbim demirledi mi kendisini şu balkondan görünen iskeleye, bilmiyorum. Burası da olsun istemiyorum aslında kalınacak yer. Valizimi buldum ya, içi hayal dolu, sapı umut kaplı, elbet haritalarını da tedarik etmişimdir birkaç düş renginin arasında.. Oralara gitsem, demirlensem, bin üç yüz lira kirayı ellerimde boya lekeleri, etrafımda beraber kadeh kaldırabildiklerim, özleyip de gidebildiklerim ve vedaların çirkinleştiremediği şeylerle verebilsem..

Karpuzdaki mumları üflerken bir dilek istemişti ya temmuzun ortası, gecikmiş de olsa...