23 Ekim 2008

Kavuniçi Düşlerden Petrol Mavi Göklere


Ruhun çığlıkları doldurdu dersliklerin sıra altı gözlerini… Raylara yüklediğim çelik gözyaşları, bu coğrafyaya yerli kalplerin göz pınarlarına değmedi… Renkleri yiten gelincikler sormaz oldu gün dönümlerini…

Ve ben bakmaz oldum tozlu pencerelerdeki, ucuz parmak izi yazılarının arasından yeşilliklere… Soluğumu esir alan şiirler vardı ‘an’larda. Cemal Süreya demişti ya, “an ki fıskiyesi sonsuzluğun…”

Göz kapaklarıma inen akşam, çağırmıyor artık beni, kimliğimi teslim edercesine kendimi adadığım iskelelere, ve dönmüyor artık martılar vapurlarla bir…

Bu şehre sözüm vardı, tutulmamış birkaç defter ve söylenmemiş şarkılar gibi… Aşina olduğum gün batımlarında kızılı eflâtuna saplayıp, deklanşöre bastım. Şarap mahzenlerinde saklı üzüm düşleri, kuytu, karanlık…

Cazibesini yitiren yaz vermiyor artık geri, maviliğini, labirentlerin…

Suskunluğunda körfezin, adını sayıkladım ve karabatakları saydım… Kazıdım adını erken düşen akşama… Körpe beyaz düşleri kızıla boyadım ve martı ve çığlık ve artık masum değiliz…

Can hıraş karabasanlarda Boğaz’ı aradım…

Senaristi olamadığım filmlerin başrollerini, kahramanlarıma düzdüm, gişe rekorları kıran parçalanmışlığımda kurşun kalem izlerini dağıttım. İsli şehre rakip.

Zor zamanların kolay çocuklarıydık, gökkuşağımız renksiz, yağmurumuz kuruydu. Bayramlar ders iptali, dostluklar pulsuz bir zarftı. Dualar inançsız, ve yarınlar güvensizdi.

İplerini saldığım uçan balonlar kavuniçi çocukluğumu derinliksizliğe savurdu, gençliğim petrol mavi…

Yitirilmeyen acı mı var hayatta?

Geçen gece dedim ya, sadece dizdeki yarıklar kalır ve sen her gün okuldan koşup, “Bugün ne kadarı kapandı?” diye bakarsın, bakınca geçmez.

Baharlar artık esaretinde buzul ve çöllerin ve acı vermiyor artık kan…

İçine işleyen soğukların kuruluğunda menevişleri gösterebilseydim, ‘an’ ların doğar ve sokaklarına işlerdi güz mısraları…

Yapabilseydim… Yapamadım…

“An ki fıskiyesi sonsuzluğun

Keşke yalnız bunun için sevseydim seni…”

2 Ekim 2008

Güvercin İzleri Yitmeden, Gökkuşağı Gitmeden...





Sokaklarda yitik güvercin izleri… Esen meltemin saçlarını dağıttığı güzün ilk seherinde bir ıssızlık senfonisi… Değirmenlere uzanan fotoğraf albümünde kaçırılan kareler ve figüranlar ayaz fonda…

Geometrisini, cebimizde buruşan fişlere benzettiğimiz iki kalp arası yolda eflâtun bir haber bekler gibi saatimin yelkovanı… Söz geçiremediğim mevsimler birbirini kovalıyor ve yetişemiyorum renkten renge kostümlere bürünen dallarına selvilerin…

Dudağımın kenarına iliştirilen cılız ve akortsuz ıslıkta seni anmaya başlayalı ki doksan iki gece doksan üç gündüz oldu… Bulutlara taktığım gelin telleri, körpe baharlarına kondu taze çiçeklerin… Ve düşlerime nazır bir kızıl gül, rengi damarımdan akıp gidene benzer… Telefonun boğuk sesinde senden anılar aradım. Sahi üç yıl iki ay bir gün her dakika seni mi aradım, kirpiklerimin arasına düşen yıldızlarda? Seni aradım… Güvercin izleri yitmeden, gökkuşağı gitmeden…

Zeytin ağaçları altında dinlediğim ege masallarında, ağzıma çalınan börülce salatasının tadında ve burnumdaki biberiye kokusunda…

Küçük bir kızken babamla her gece oynadığım baharat oyununa benziyorduk işte. Keskin, dayanılmaz, kavurucu, kadife gibi, ironik, buruk, coşkulu… Güz renkleri geçidiydi baharat kavanozlarının yan yana gelişi… Sen güze vurgun… Benim yazlarımın sapsarılığı ve masmaviliğini kovalayan turuncu ve kahverengi…

Kalemimi dolayan tebessümünde ‘zafer benim’ hissi…

Zormuş be güzelim! Dağları aşıp, gölleri geçmek… Tütün kokulu anıları sırtlayıp, mevsimleri beklemek. Zormuş… Kendini saklamak, geceleri gündüz etmek… Sabretmek, sabretmek, tükenmeden sabretmek… Kağıt kokusunda, kalemin kurşundan izlerinde susmak…

Yeşilliklerin için kırmızıyı görebilmek için tutundum tarçından naneye uzanan gönlüne… Yaşadığım tüm karnavallara inat bir cümbüş başlattın kuytularımda… Dehlizlerime inen sevda sözlerinde sana teslimiyet… Sana tutundum baharlarını yazlarıma gebe et diye… Güzlerle kat istedim kakaolu düşlerini yarı buruk tebessümüme…

“Unutmak” demişti yol göstericim… “Unutmak, inanalar için Tanrı’nın, inanmayanlar için doğanın en büyük hediyesidir…” Unuttun karanlıklarımı… Meşaledeki aydınlığı savurdun beklemekten yorulmadığım mucizemin üzerine…

Sevdim seni çocuk! Üç yıl iki ay bir gün…Durmaksızın sevdim… Tüketilen ve yara açan her kelimeye rağmen soldurmadım saçlarıma iliştirdiğin gülleri…

Uzandım yemyeşil kırlara ve güvercinleri ve martıları ve gösterisine başlamaya hazırlanan ayı izledim. Ve gördüm. Gerdanıma vuran boğaz rüzgârında, kalbine yerleştirdiğin kutupyıldızını gördüm…

Güvercin izleri yitmeden, gökkuşağı gitmeden, masalım bitmeden, soluğumu soluğuna, kutupyıldızına nazır, Ege’nin incisinin kollarında, bıraktım…




22 Eylül 2008

Sonbaharın ilk yağmuruyla, sen geldin...

Gel otur yanıbaşıma, anlat İstanbul
Sokakların dili yok mu kendince
Uzan denize karşı, çek sabah dumanını
Sarayların sahibi kim kaldı

Gemiler gibi dünya, gemiler gibi hayat
Gemiler gibi sevda, geçip gidiyor, geçip gidiyor

Gözlerin gibi bir rüya
Gördüğüm yetmiyor ki
Kalbim açıkta bir gemi
Yolculuk bitmiyor

Gemiler gibi dünya, gemiler gibi hayat
Gemiler gibi yıllar, geçip gidiyor, geçip gidiyor

İçim galata kulesi, taş taş üstünde
Sabahı et gönlünce eteğimde
Gel otur yanıbaşıma, anlat hallerini
Susuşların dili var kendince

**Ezgi'nin Günlüğü

5 Eylül 2008


Kaldığımız yerden...
Bu kez uzun süreli, İzmir sularında...

29 Temmuz 2008

Bütün Sokaklarım Sana Doğru....


Körfez fısıldıyor… Soluksuz sahil şeridinden birkaç tane rüzgâr çalmak için bekleyen coğrafya… Nar çiçeği baharları geride bırakan iklimlerden yolsuz haritalar…

Mürekkepsiz kalemler seni yazıyor, geceden gündüze kollarının arasından dökülen demet demet sevinçler olabilir miyim? Teninden bana akan yaseminlerde aşk. Bir akşamüstü güneşini dilimledim, gönlüne serpiştirdim, duydun mu portakal kokusunu?

Bulutların körebe oynadığı bu saatlerden gerdanına iliştirilen kızıl olmak istedim, yastığındaki iz, çarşafındaki buruşukluk, gömleğindeki ütü izi, losyonundaki mentol ve cebindeki buruşuk fiş olmak… Hayatına usulca sızmak, gerisi zaten soluksuz fotoğraf kareleri…

Kalemime dolanan hayalini içmek sabaha karşı ve eşliğinde leylâk kokuları… Sabun kokusunun tenine sindiği gecelerin ardı yakamoz… Serde erkeklik, delikanlılığında söz… Bir denizyıldızında yitip giden düşlerimin kurtarıcısı çakırlık…

Bulutlu geçmişin üzerine çekilen güneş perdesi… Damarlarının maviliğine uzanan gözlerimde bir gökyüzü çakması, yansıması denizden gelir.

Mısralarımın turunculuğunda kağıttan gemiler yüzdürdüm, benden sana bir alev çalsın diye… Kulağımda ıslığın, dudağımda adın, gönlümde yankılanıyorsun… ‘Seni özlüyorum’dan ötesi bir derin hiçlik…

7 Temmuz 2008


Çırılçıplaktı düşlerimiz.. Yorgun mısraların dayandığı ahşap kokulu şiirlerin özleminde bir mavi ışık... Kızıl alevleri söndüremeyen bir deniz dalgası bende zaman... Dört mevsimin hükümsüzlüğü tende savurgan sarmaşık... Kelepçeli bileklerimi yakan nefesinde usuldan bir ege havası... Raylar çarpık, gönlün fethedilmesine bir kala... Bir bahar akşamıydı bizi vurdular... Körfez ismini haykırdı... Doygun inen sümbüller saçlarıma döküldü, sözlerin leylak kokulu... "Her şiir şâirine vurulur" Ben sana vurgun, her bir dizemle... Yeni dizelere gebe... Hiçbir sahne gerçek değil, surları parçalı ömrümün tek bir ışık huzmesi... Işığımda sevda sözleri... Dudaklarıma ilişen pırıltılı gelecek yazar sen misin? Kıyılarıma sorgusuz sualsiz vuran? Sevdiğim romanlarda altı çizili satırların adresi misin? Kalemimi kıran karar... Bir Escher tablosu gözlerimi kalbine mühürleyen ve bir Kandinsky ömrümün özeti... Gözlerimden akan kalemin boyası gözlerinden tak tek damlayla arınma mı günahtan? Melek olmadan başlamak beyaz sayfalara... ve kurşun kalem izleri boyamaz oldu çocukluğumuzun kırık anılarını... Susuz yaz ve yanlış senaryo...Kırık, renkli cam parçaları kesen kalbimi, gökkuşağı yaratmak istemiştim, kanadım...
**resim: Kandinsky

5 Temmuz 2008

Gidene kal demeyeceksin. ..
Gidene kal demek zavallılara,
Kalana git demek terbiyesizlere,
Dönmeyene dön demek acizlere,
Hak edene git demek asillere yakışır.
Kimseye hak etmediğinden fazla değer verme,
yoksa değersiz olan hep sen olursun...

Düşün...
Kim üzebilir seni senden başka?
Kim doldurabilir içindeki boşluğu sen istemezsen?
Kim mutlu edebilir seni, sen hazır değilsen?
Kim yıkar, yıpratır sen izin vermezsen?
Kim sever seni, sen kendini sevmezsen?
Her şey sende başlar, sende biter...
Yeter ki yürekli ol, tükenme, tüketme, tükettirme içindeki yaşama
sevgisini...
Ya çare sizsiniz yada çaresizsiniz. ..

Öyle bir hayat yaşadım ki cenneti de gördüm cehennemi de.
Öyle bir aşk yaşadım ki tutkuyu da gördüm pes etmeyi de.
Bazıları seyrederken hayatı en önden, kendimi bir sahnede buldum,
Oynadım.
Öyle bir rol vermişlerdi ki okudum okudum anlamadım.

Kendi kendime konuştum bazen evimde, hem kızdım hem güldüm halime.
Sonra dedim ki söz ver kendine
Denizleri seviyorsan dalgaları da seveceksin,
Sevilmek istiyorsan önce sevmeyi bileceksin,
Uçmayı biliyorsan düşmeyi de bileceksin,
Korkarak yaşıyorsan yalnızca hayatı seyredeceksin.
Öyle hayat yaşadım ki son yolculukları erken tanıdım.
Öyle değerliymiş ki zaman hep acele etmem bundan anladım.

NIETSZCHE

25 Haziran 2008

Ayaklarımın Altı Kırmızı Mercan


Uyandık sabahına haziran yorgunluğunun, bir deli rüzgâr; çölden bir deste mektupla kapımızda… Eriyen çakıllara sıkıştı yeni yetme aşklar, körfezin dibi çamur…
Renkle döktüğüm eteğe inat bir maraton iki iskele arası… Yorgun işlediğim yazın, soluk ve kavruk bir öğleden sonrası vasiyetimin göz diktiği…
Baygın kokulu manolyaların tenime işlediği süt tadında dişilikten öte, bir mahsu mor menekşe, tenhalarımda gamı kaldı…
Zor yollara vurduk kendimizi, zihnimizin bir köşesi prangalı…
Boğazımda düğümlenen bir on yedilik yazı… Ve karabasana açılan pencerenin loş derinliği… Harabelerin arasında tenimi yalayıp geçen imbat imkansıza hazır olda… Temmuz… Yoğrulmamış bir ikindi alnıma dayalı tetik ve sıkıntılı yüz on beş dakika, bir filme sığdırılabilecek kadar yaşan(ma)mış an…
Un ufak olmuş maviliğime kaçırılan tek kırmızıda tek sevda… Damladığı yer erguvanî ılıklık…
Yoksul gecelerin peri kızları güzellik uykusunda ve pamuk prenses koşuyor ve uyuyan güzel sabahlıyor seherde…
Vurgun yiyen bir sevdanın telafisi şimdi zaman… Hiçbir notanın açamadığı kilide vurulan uçurtmalar… Dallarımda yaz gülleri, ayaklarımın altı kırmızı mercan... Sedefli kırıntılarım kalemimin döküntüleri…
Şifon yaz gecelerinde dudağımın kenarında soluk, solukta gönül, gönülde sevda…
Denizinde ıssız kentin, göçebe bir kalp hüküm sürer, yorgun ama çelikten, kavruk ama doğurgan… Ölüme bir dakika aşka tek saniye…
Kan gülleri…

12 Nisan 2008

Sızısı Kaldı, Rodrigo'ya Nazır...


Duvarlara yaslandım, düşledim sabahlarını bu yorgun, intihar gecelerinin… Tan vakti döşeğinde, düşman gecenin koynunda paslanan kabusları çocukların… Dişli rüzgârların ısırdığı masallarına sızan kanda, bekleyiş aydınlığı…Sahili döven her dalganın şiddetine yüklenen bir hasret… Gecikmiş gelişlerin gölgesinde diyalektiği bozulmayan düzene bir umut, her bahar değişen renklere nazır… Değemedikleri şeftali kokulu dudaklar ve gidemedikleri barış ülkelerinde bir avuç yitik turuncu… Dağları aşıp, lacivert gökyüzüne asılı kalan yıldızları toplayıp, ışıltılarını saçma isteği toprağına… Yamaç suskun, su durgun, gece pusuda ve yoksun… Fakir dizelerinde servetimizin, bir usuldan Nazım havası… “Kapıları çalan benim teker teker…” Şekerleri çalınmış çocuklara ve rengi soluk gökkuşaklarına fırça darbesi…İnfazın eşiğinde, duramadığımız durakların telâşında ve mahpusken yollara… Kışlara saçtığımız gençliğimiz baharı getirdi mi tarlalara, ovalara? Türkülerde usuldan bir yiğit sevda havası… Kan gülleri iliştirdiğin sararmış yapraklarda dayanılmaz bir zafer tutkusu, paylaşılmayı bekleyen… Prangalanan umutlarla, iskemlesi devrilmiş hayatlarla, ve tenin çığlığıyla… ‘Hayata savrulan isyan filizleri’ bir derin hıçkırık şimdi dramında dünün ve gözyaşında yarının… Tutanaklara işlenen görkemli adımlarına hayran duruyorum karşında, doğumuma on yedi sene… Ömrüm ve ömrün ve kaderine terk edilemeyecek toprakların bereketine nazır, hürriyet… Kızıl akan derelerde adım adım soluksuzluk… Güne gerinen dağların ev sahibi olduğu umut, güneşi kucaklıyor şimdi seher yeliyle ve koynuna koyuyor aydınlığı, kışların.. Diri solan tebessümlerin ardında bir mütevazi vasiyet, dallarında baharlar açan memleketin güzel çocuklarının kardeşleri gerçekleştirdi… Bir derin ezgi, yaşayamadan gittikleri mevsimlere ithafen… Gözle görülemeyen buruklukları kırgınlık… Kırgınlıkları vicdan azabı… Soluksuz kaldıkları yıllar, soluşumuz., birlikte infazımız… Yorulduk… Sokak sokak, köy köy, diri diri… Bastıramadığımız sesimiz, vazgeçmediğimiz inançlarımız, uğruna prangalandığımız hürriyet aşkımız… Çelik adımlarla üzerine yürüdüğümüz karanlıkları gül bahçelerine çevirmek istedik… Kanımız suladı, kanımız kızarttı… Dolmadı bahçeler… Solgun çiçekler dirilmedi… Üç kayıp kalmadık, gençlik yakıldı soğuk odalar, kirli sokaklar, metafizik teoremleri arasında… Derin kuyularda bir usuldan serzeniş kaldı… Dağlarına kar yağdı memleketin… Sızısı kaldı…Direniş, yitiş ve aydınlanmayan karanlıklara… Yine de var olmak umutla, inançla ve geride bırakmak istemediğimiz, soluklarla… “Kimi ölüler bize ne kadar yakın, yaşayanların bir çoğu ne kadar da ölü..” Hayat yumruğunu sıkmaktı, gökyüzüne… Yeni renkler yaratıp, adımlarının Ve haykırmaktı fikrini… Susturdular… Rodrigo’ya nazır tüttürmekti sigarayı, yarını düşleyip.. Dolu dizgin bir yağmur indi geceye, gökyüzünde asılı yıldızlar, görünmüyor…Sızısı kaldı yitik günden…

Ve gözyaşı ve inanç ve umut ve minnet…

Geride bir yiğit “ Hadi eyvallah…”

8 Nisan 2008

Direnişiyle Sevdanın...

Rüyamda lale bahçelerinde, lacivert gecenin koynunda ateşböcekleriyle rakstaydım ve yankılanan adımda, labirentlere yönlendiren buyurgan ses, iliklerime işledi… Gece oldu, gün doğmadı. Gencecikten nisan yağmurlarının diri sızısında seni aradım. Renklerimin peşinden koşarken, beyazlar arttı. Fısıldadın… “Beyazın engin halini sevmezsin…” Engin maviliğinde (D)denizlerin bir tehdit beyaza doğru. “Bir çocuktum, sevmiştim, avuçlarımda aynalar…” Aynalara yansıdığında, küçük bir kızın düşlerinden, kırık bir çift sevdiği rengin çıkartması, gözlerinden akan yaşların kaynağında, yapıştırdığı…

Uçurtmaları vurdukları seherlerde yanık ot kokusu… Ellerinden şekerleri çalınan umutlar, dizginlenemeyen bir infazın zorla tanıkları, sorgusuz sualsiz…

Demlikten tüten buhara karışan tütün kokusunda, tek zenginliğimiz mısralar şimdi… “..Biliyorum sen de mi diyeceksin/ ama akşam erken iniyor mapushaneye/ ve dışarıda delikanlı bir bahar/ seviyorum seni çıldırasıya…”

Yıldızların yorgan, toprağın döşek olduğu saatlerde mesafenin gerçeklik kabul etmediği çözümsüzlükte tartışmasız tek gerçeklik, gözlerin… Uzağı yakın, soğuğu sıcak, ölümü ömür yapan… Ecelimin kuytularından sahili döven dalgalarıma bir kısır döngü şimdi zaman. Sevda sözlerinin zafer çığlıklarıyla donatıldığı tarih çizgisinde adım adım hürriyet.. “Ne Tanrı ne devlet aşk aşk hürriyet..”

Prangalanan masallarımdaki zinciri kıran bir gökkuşağı, kalbime iliştirdiğin… Sonucunu kestiremediğim turkuaz çelişkilerde, ‘nakarat gibi yağmur’dan kalan bir miras, çakırındaki hüzün ve hüznüne temel gönül ağırlığın.. Sana meyilli baharlarımda bir imbat… Körfeze yerli coğrafyalar, karabatakların, uçuş yönündeki tahmin, ertesi günün bulutundan haberci. Göç yollarının yorgun döngüsünde körfeze çarpan alkol kokusu, dizelere muhtaç.. “Sen sabahlar ve şafaklar kadar güzelsin/ sen ülkemizin yaz geceleri gibisin/ saadetten haber getiren atlı kapını çaldığında/ beni unutma/ ah saklı gülüm/ sen hem zor hem güzelsin/ şiirlerimin ılıklığında açmalısın/ sana burada veriyorum/ hayata ayrılan buseyi/ sen memleketim kadar güzelsin/ ve güzel kal…”

İsyanlarla doldurduğumuz gençliğimizin vurgun yediği sularda bir deli sevda, tıka basa renk, ağzına kadar rüzgâr, toprak ve güneş… Kalemlerin doldurduğu soluklarımızda korkusuzca ölmek eylemi, akşamsefalarına nazaran… “Şimdi öyle uzak ki geldiğim yollar, yanlış bir öyküdeyim beni yeniden yaz…” Kelebeklerin saçtığı yazlarla bir mevsim kuşatması sol üst köşeye doğru…

Birlikte öğrendiğimiz yaşam, çok yönlü ama tek olan, tüm yönleriyle yaşanmadığında yaşam olmayan yaşam, renklerinin her tonunu kalbime işlediğin yaşam, sevdayla, zaferle, umutla ve daima… Daima “bulutuyla, gemisiyle, balığıyla, yosunuyla…”…

Temmuzun kavuran sıcaklığında, sabaha karşı gözlerimin önündeki çaamşır ipiyle ve direnişiyle sevdanın…

5 Nisan 2008

GÖLGESİNDE BÜYÜDÜĞÜM ÇINAR

**Denizine, Denizlerin yıkıntısını bastıracak umudu yüklediğin için, benim olduğun için…

İmbat esen şehrin yerlisi bir kalp… Coğrafyalara zincirlenen hayallerinde bir yoksun dalga dizisi… Zor zamanlarda kuşatmalara kaldık… Baharı getiremediğimiz bahçelerimizde ateşböcekleri öksüz… Bir Salı akşamı rastladım sana, huzursuz bir köprü gölgesinde. Susayan martıların çığlıklarında bir deli boğaz havası… Binaların bağırdığı hikâyelerden bir çengel bulmaca yarattım… Sütunlar boşluklu. Ayın göz göre göre soyunduğu gecelerin sarhoşluğunda körfezde bir ışık seli, menevişlere nazaran… Ege kokusunda, ege rüzgârında mahpus… Şiir uyaklarına çekmiş mevsimlerim… Salına salına engin sulardan, kıyılara… Uslan denizim… Goncalar açtırdığım sevda ve zafer türkülerinde bir çılgın direniş teslimiyete… Yel değirmenlerinin dibinde usuldan çocukluk… “Eğil salkım söğüt eğil, bu benimki sevda değil…” Mavi bir buğu iliştirdim sularımdan, göklere dayanan yüreğine… Fısıldadığın şiirlerin dizelerini çalıp telli duvaklı alaylar kurdum, yanımızdaki cenazelerin hüznünde… Tıngır mıngır sallanan bahçe ışıklarında adım adım yaklaşırken sana, turuncu turuncu… Rüyalarıma yasladığım delikanlılığında, kalemimi donatan leylak kokusu…

Uyandık, marşlarla ve güneşe olan inancımızla… Seni buldum dağ yorgun dağ yamacında, tuttun elimi ve çektin güneşe giden yola… “Haziranda ölmek zor..” dedik ya, zordu… Bedenlerimizdeki diri savaş yıkıntıları, dudaklarımıza mühürlenen umutla ufku gösterdi… “Seher yeli çık dağlara, güneş topla benim için…”, her sabah yeni baştan… “Kızıma”, “Kızımı güneşle büyüteceğim” dedin ya… Hadi denizim… Özlediğim ellerinde bir güz öğleden sonrası, dokunamıyorum… Gölgesinde büyüdüğüm çınar…Kör sokaklarda yitmeden ‘uslan denizim’…

25 Mart 2008

Boynumdan Akan Yazlarla, Erguvan Mevsimi...

Karantinaya alınan gül bahçelerime, martla birlikte güneş vurdu, yorgun yağmurları geride bırakıp, tomurcukları patlatan baharla, meltem, adını fısıldadı… Kurşun kalemden izleri, gönlümün; yeniden belirdi. Senfonilerin bulutlu kemanlarını titreten ince isyanlar, keskin gözyaşları, Aşiyan’da, ömür başlatan erguvanların gölgelerine saklandı… Masallardaki kavuniçi heyecanlara benzer, bir tıka basa martı çığlığı körfezde… Maviyi yeşille birleştirdiğim suların raksında bir söylem, eski zaman yitmelerinde… Bu şehrin kokusuna dokunduğum saatlerdi, omuzlarıma çöken hasreti, sevdiğim ellerle sıyırıp atarken, erguvanların şehrine bir selam çaktım, kaldırımlarını, taş sokaklarını, bitmeyen ışıklarını, sönmeyen insanlarını, durmayan yaşantısını… Evsiz amcanın başrolünde, sarhoş aşığın yönettiği oyunda ve kendi filmimizin galasında, boğazda bir eflâtun huzme… Kalemimin bağırdığı ‘sen’, teninden dökülen yediverenler… Toprakta adımın, adımın katmer katmer erguvan… Erguvanların, kanım… Bir derin ‘es, sonrası yeniden hayat… Kalabalığı yaran beyazlıkta, bejden maviye bir asuman kopyası, sende zaman ve bende tan vakti, sümbüller…Anka kuşunun zümrüt tüylerinde saklı masalımız ve bir gurbetçinin nabzından bağıran sıla hasretinde… Gözlerimi yapıştıramadığım aynalara iliştirilmiş temmuzlar ve bir dolu elma şekeri düşlerim… Boynumdan akan yaz, avuçlarındaki bahara döküldü. Burada her mevsim körfez alkol ile sarmalar aşkı… Fallardan renk renk, boncuk boncuk dökülür ve kadehler çarpar birbirine, çarptıkça çoğalır sevda sözleri ve ben rüyama sıralarım incilerimi… Gelişinin soluksuzluğunda fısıldarken şarkımı, sığamadığım renklerden bir uzanış, buselerle kaplı… Uykulu sabahlarımı donattığın erguvanlarla gün doğdu ve şehrimde aşk koktu, saçıldı incilerim ayaklarımızın dibine… uzanıp duydum kokunu akşamsefaları arasından, sustum ve dudaklarım kırdı karantinasını bahçelerin, tek gül, tek sevda, tek kızıl…

20 Mart 2008

Geçirimsiz yollarında ömrümün, arnavut kaldırımlarına sıkışmış yağmur damlalarını döken gözlerimde çöl misali bir kuraklık… Yazı getiremediğim şehirlerin özlediğim kent dokusunda dayanılmaz bir tanıdıklık füme ve vizon… Duraklarına yüklediğim anlamları yarıda kesen korna çığlıkları, içimdeki enkazın tetikleyicisi… Birbirinden uzak kurduğum köylerdeki keder, seni geri getirmiyor… İnanç ve sadakat birliğinden geri kalan kırıntılarla mevsim devrimi… Üç isyan filizine bağlı ömrümüz bir tabut şimdi bize… “Bilmem artık seni/ boş sokaklar mı/ yoksa sessiz gözyaşları mı gizler/ oysa adımların kayalıklar kadar görkemli senin…”/ “Acının surlarında nefessiz kaldık..”… Tutamadığım kederimde bir dolu uçurtma şimdi hayat, yükselmeyen… Denizin engin derinliğinde mercan kırıntıları… Kırıntılar kırmızı, kırmızısı meneviş, menevişi aşk… Zorunlu bir bekleyişin kısır sessizliğinde boğulmak üzereyim… Onların göremediği görse de farkına varamadıkları insan manzaralarıydık ve ressamlarımız yitik… Alevler arasında dinlediğimiz nakarat gibi yağmurdan arta kalan beyazlıklar taşıyor geceden, beyazlık… Hastalık… Hastalık beyazlık… Katmerlenen yalnızlığında beyazın, bir sevişme şimdi gece bitkilerinde… Uzaktaki çamaşır ipinin gönlüme dokunan gevşekliğinde, bir salı yorgunluğu… Kalemimdeki kanda uyku…

13 Şubat 2008


Her gece hayalimde çiziyorum resmini.. Her halini... fikrine sürgün sesine hasret ... Sabah olup uyanınca silip de gidiyorsun ya, tek başıma.. zaten hiç benim olmadın ki.. Yine de insan soruyor kendine bu yazık hikayenin neresindeyim yeter ki.. Susma bir şeyler söyle biraz olsun yardim et... Gelemiyorum üstesinden ben bu aşkın tek başıma...

9 Şubat 2008

TUTANAKLAR (1)

Sen kalbini savunurken düşmana uluorta
bağrında alkış benzeri bir gürültüyle yükselerek
şehri beyaz bir örtüyle kaplıyor içinde duygular

Sen kalbini savunurken
habire göğsünde yumruklanan dünya
nemli duvarlarında hücrelerin
kanayan parmakların izleri gibi

Bilemem
hatıralar mı artık
seni
karanlık bir sokakta unutulmuş
sessiz gözyaşları mı gizler

Akarsular kadar berraksın oysa
adımların
kayalıklar kadar görkemli senin

NİHAT BEHRAM

25 Ocak 2008

Söz Ver

inanırdım duyduğum her söze , bir zamanlar saflık vardı
şimdi yerim yok aldanmaya , bir hayat sıradanı kalbim
bana bitmeyen bir tek şey söyle , söyle sonsuza inanayım
bana nasıl seveceğimi anlat , aşk karlı yokuş yorulmayalım

söz ver , durma öyle bana söz ver , bakışına kanmam artık , söz ver
çok zor soru değil bu , hadi çöz ver , birlikte ölecek miyiz ?

inanırdım duyduğum her söze , bir zamanlar saflık vardı
şimdi yerim yok aldanmaya , bir hayat sıradanı kalbim
hadi beni biraz heyecanlandır , yüzüm gülmüyor çoktandır
ben kaybetmekten çok korkarım , tüm alışkanlıklar çocukluktandır

geleceksin belki çok seveceksin
zamanı gelince gideceksin

bir keşkeye daha yer yok kalbimde
birlikte ölecek miyiz ?
söz ver , durma öyle bana söz ver , bakışına kanmam artık , söz ver çok zor soru değil bu , hadi çöz ver , birlikte ölecek miyiz ?



Es esta tu "Rosalinda" que solo quiere tus besos :) ...



Bugün nerdeyse 6 senenin ardından, yine yeni yeniden... Denizleri aşmak için Deniz'den bir parça aşırsın istedim, İzmir'e nazır... Bitecek bu "yorgunluk, kırgınlık" içimizdeki solmaya yüz tutan güller yeniden yeniden yeniden... İnanmasak da, umudu yük gemilerine bindirip yollasak da, bitecek bir gün.. Hem onunki hem benimki..Ama suda ama karada... Geçmişten bir sandık dolusu gözyaşı ve kahkaha buruk da olsa, ve sadece bir sarılış 6 seneye bedel...

**içimde sızısı kaldı... çok derin bir yara halinde...

20 Ocak 2008

Ay Zeytin Gece

Kamçılı karanlıktı geldin üstüme

Bütün masalları dolaştın

Ay zeytin gece

Ay vurmuştu alnına

Perçemlerin Tokat akıtması

Yorgundu atılmış yılan derisi

Değiştirilmiş güvercin gömleği tende

Nereye gidiyorsun, dedim

Zeytinlerin arasından

Siste silinip giderken yollar

Aydı zeytindi geceydi

Korkmadım bağırdım ardından

Aydaki zeytindeki gecedeki delikanlı

Nereye böyle

Aldı rüzgar sesimi duyurmadı

Vurdu geçti durduğum yeri

Gümüşünü silkeledi yüzüme

Atının kanatları

Ben öldüm, ölüm bulunamadı

Kamçılı bir karanlıktı

Hikayemin gecesini durdum de

Kimse çıkamadı dışarı

Ay kaldı zeytin kaldı gece kaldı

Sis kaldı yollar kaldı

Karanlıktı


Murathan Mungan



14 Ocak 2008

...deniz olacaksın oğlum/ bulutuyla gemisiyle/ balığıyla yosunuyla...(N.Hikmet)

Bu şehirden çıkamıyorsun... Ne içine alıyor ne de dışına atıyor... Her şey sokaklarda yaşanıyor bu şehirde, sokaklarda körfez değiyor tenine... Gençliğinin ardında derin bir hüznü var bu şehrin, iç kanatan bir hüzün... Kaybettiğini bulduğunda sarmalıyor seni, her kaybedişte zindan oluyor... Huzurunun yanında sürekli dikende tutan bir enerjisi var bu şehrin... Rengini belirleyemediğin gökkuşakları, her mevsimi yaz sanılan bir havası var, usuldan usula cinayetler işleten ve yeni bebeklere ömür veren... Aşkın ve nefretin yakınlığını milim milim hissettiren bir kaçınılmazlık... Hem kardeşini verir sana bu şehir hem katilini... Her mevsim alkol akar bu şehrin insanının damarından... Körfezden kadehe, kadehten körfeze... Gece palmiyelerin hışırtısında menevişleriyle dertleştiğin şehir bu şehir... Gidilmez, bırakılmaz bir şehir değil bu şehir, gidersin kaçarsın ama sızısı kalır, her fırsatta ben oralıydım dersin göğsünü gere gere, dönmeye cesaretin olmaz, vefasızlığını uzaktan ismiyle oyar içine... Giden özler bu şehri, özlemiyorum diyen zaten buranın sokaklarında aşk yaşamamıştır... Sokakları, körfezi, körfezinde yosunu, yosunuyla balığı, balığıyla rakısı, rakısıyla sevdası, efesiyle coşkusu, kederiyle gözyaşı, sevdası sevdalısı... Seviyorum seni İzmir, kaybettiklerimi geri veren adın, yitirdiklerimin acısını hissettiren insan yanın, ve sana tutuklu kalışımla seni seviyorum...

8 Ocak 2008

Tam 10 sene oldu seni kaybedeli, elimden bir avuç kum gibi savruldun.. 8 yaşında ufacık bir kızken, yitirdim seni, hayat durdu, kanadı yaram, hiç durmaksızın.. 10 senedir hiç durmadan.. O kadar çok engel karşımda duvar oldu ki.. Kıymetlini yitirmek nedir anladım, anlattı hayat... Kaldırımın kenarındaki soluk gül oldum.. Kimseye duyuramadım çığlıklarımı... Mavisini çektiler denizin, yeşilini ağaçların ve çiçeklerimi kopardılar... Sen gideli bugün tam 10 yıl oldu.. Başka bir gidişi de peşinden sürükleyerek... Ve yine aynı acı, hiç mi hafifletmedi yıllar, hiç mi sarmadı kanayan yaramı yeniler, sarmadı, saramadı... Sen gittin, peşinde diğer baharları sürükleyerek... Sensiz hiç hissettim, yok oldum, sesimi çıkaramadım, yok oldun, gittin.. Gittin... Depremler korkutmaz oldu kuytularımı, yok olmak ifadesizliği de getirdi peşinde.. Kızdılar çok kzıdılar bana, acıyorsun kendine dediler, kalbim kaldırmadı yokluğunu, dayanamadım, tükendim... Renklerimi dağıtmaya çalıştım rüzgâr rüzgâr, kelimelerimi kazıdım mevsim mevsim... Yetmedi.. Sen gittin, o gitti, diğeri.. Kendimi bulmaya çabaladığım her soluk tükendi gitti... Her güne canımın yarısı sağ mı diye uyanmaktan yoruldum...
Bugün 10 yıl oldu ve peşinden bir renk daha kayalı 1 ay... Hayat tüm yenilgilerimi bugüne koydu... 8 ocak, 8 aralık...
Söylesene onu da görüyor musun cennetten... Hala söylüyor mu "seni çok seviyorum kuzucuk.." diye? Kazıdığım kelimelerime dönüp de bakıyor mu? İzmir ona da dar geliyor mu?
Nerdesiniz nerde? Neden yanımda değilsiniz?! O kadar kuytuda o kadar karanlıktayım ki.. Nolur gelip çıkarın o kara bulutları, atın güneşin arkasına arkasına...
Özledim seni... Seni de...
Özledim seni anane... 10 senedir bıkmadan usanmadan şarkılarını dudaklarıma yapıştırdım, renklerini yüreğime... 10 senedir sensizliğin boş bomboş sandıklarında soldum... Daha bana gelinliğimi dikecektin... Özledim seni...
Ve seni Omayra, seni, en derinimle, içime işleye işleye özledim seni...

**"Yokluğun(uz) cehennemin öbür adı"...

**Ahmed Arif

1 Ocak 2008

Bu sana son veda… Yorgun bir düşün yanmış ampüllerinin işlevsiz duylarında bir duydık. Varamadığımız aydınlıklarda gelincik bahçeleri gönlümün dağlarını kaplar gibi… Ağız değmemiş sularda arınma arzusu, zamanı kamçılarken içimdeki küçük mum hala yanıyordu. Sevdama bağdaş kurmuş gamın ağırlığıyla, akrebin vazgeçilmez bir tutkuyla yelkovanı yakalama çabasını izliyordum. Günlerden Çarşamba vakitlerden seherdi. Bulutlu bir haz, tatminsiz bir özlem ve çanların uğultusunda bir ikilem… Kalmak ya da gitmek… Yorgun gecenin kavuştuğu buruk günün ilk ışıkları yapraklara vurmadan, yaprakların nefesinde çiy taneleri… Yağmur sonrası gökkuşağının vurgun yemiş renklerinin saklambacında, küçük bir kız çocuğu Newton harelerine gözünü yapıştırmış. Dumansız kışlardan miras kar kokusunda hissiz soğuğun imzası, imzada enkaz, enkazda kırılmış oyuncaklar… Beklenecek sabrın kalmadığı nutukların geçimsiz saatlerinde karalamaya mecbur avuçlar, karalamayı can tükenmesiyle öğrenirken… Kızıl çehreli kadehlerden dökülen kanda, duvar. Ördüğün duvarlardan sızan ışıkta zorunlu bir olgunluk şimdi zaman. Sarı yazlardan kalma koyu akşamsefalarının susamışlığı… Benden sana, senden sana ulaşan bir yolculuk… Tenimden dökülen nar çiçeği baharları noktalayan cümlelerin keskinliğinde vuruldum. Vurdun… Çığlığıma soluğum yetmedi. Kıydılar… Cenazenin yanına düğün kurdular… Seher doldu bağrıma.. Sen güldün, ben öldüm…