Bu sana son veda… Yorgun bir düşün yanmış ampüllerinin işlevsiz duylarında bir duydık. Varamadığımız aydınlıklarda gelincik bahçeleri gönlümün dağlarını kaplar gibi… Ağız değmemiş sularda arınma arzusu, zamanı kamçılarken içimdeki küçük mum hala yanıyordu. Sevdama bağdaş kurmuş gamın ağırlığıyla, akrebin vazgeçilmez bir tutkuyla yelkovanı yakalama çabasını izliyordum. Günlerden Çarşamba vakitlerden seherdi. Bulutlu bir haz, tatminsiz bir özlem ve çanların uğultusunda bir ikilem… Kalmak ya da gitmek… Yorgun gecenin kavuştuğu buruk günün ilk ışıkları yapraklara vurmadan, yaprakların nefesinde çiy taneleri… Yağmur sonrası gökkuşağının vurgun yemiş renklerinin saklambacında, küçük bir kız çocuğu Newton harelerine gözünü yapıştırmış. Dumansız kışlardan miras kar kokusunda hissiz soğuğun imzası, imzada enkaz, enkazda kırılmış oyuncaklar… Beklenecek sabrın kalmadığı nutukların geçimsiz saatlerinde karalamaya mecbur avuçlar, karalamayı can tükenmesiyle öğrenirken… Kızıl çehreli kadehlerden dökülen kanda, duvar. Ördüğün duvarlardan sızan ışıkta zorunlu bir olgunluk şimdi zaman. Sarı yazlardan kalma koyu akşamsefalarının susamışlığı… Benden sana, senden sana ulaşan bir yolculuk… Tenimden dökülen nar çiçeği baharları noktalayan cümlelerin keskinliğinde vuruldum. Vurdun… Çığlığıma soluğum yetmedi. Kıydılar… Cenazenin yanına düğün kurdular… Seher doldu bağrıma.. Sen güldün, ben öldüm…
1 Ocak 2008
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder