30 Aralık 2012

Külsüz kedi zamanı

Bazı şeylerin yalnızca rayihaları kalıyor geriden esen...
Zamanın, kurşun kalemi parmaklarının arasında ezip, bastırdıkça arka sayfaya iz bırakan hali bir ömrün kokularını kronolojik olarak sıralamaya yarıyor gibi..
Kış kokusunun genzimize doldurduğu beyazlık ve hafif kızarmış domateslere ayna tutan burunlarımızla,
Bir kez daha, sıfır olması umut edilen noktaya merhaba.
Yarın sayfaların sağ üst köşelerindeki, üçüncü noktadan sonrası değişecek; ve biz yine geçmişe saplı kalplerimizle 12'yi yaşatmaya devam ediyor olacağız. Bahara, kabullenişimiz çiçeklenecek, yeni sayıları eskitmeye girişeceğiz.
Eskittikçe mutluluğu artacak bir sene, en güzelidir.
Herkese ve tüm kuşlara sıcak ve mutlu zamanlar...

http://fizy.com/#s/124psd

22 Aralık 2012

Tek..


Kalbe ihtiyaç, ömre mücevher...

21 Aralık 2012

Son-suz..


     Gece nefes nefese...
Aşk renginde..
Durmaktan vazgeçecekse de dünya, 
"bu su hiç durmaz"...



*fotoğraf: pinkshake

12 Aralık 2012

kapan

 Hiçbir şeyin zamanı değil.
Hep geç, hep erken...
Yorgunluğum çok diri..
Eskimeyen bir sararmışlık..
Tozlarına ufalanmayan keder..
Kar yağmıyor,
tarih alaycı..
Neredeyim..
Sevdiğim rengi görünce
içinden geçen kelime: "........."
Hadi sen söyle..

11 Aralık 2012

a.a.

"Kışın insanın içine sıcak bir içecek gibi akıttığı tarçın ve mahcubiyette, mahlep ve içe kapanışta, süt ve yanık kokusunda, camın dışı ve pencerenin titreyişinde, arkadan kapıyı örtüp halıya basıştaki emniyette bir şeyler sezip bacağını kırıp oturma ve buzdan bir şeyler öğrenme hali vardır. Bu aralık ayı ile mart ortasına kadar devam eden dönem bir edeplenme ve hali ile bir olma zamanıdır."

9 Aralık 2012

uydusu..

Bu temmuz da bir o kadar aralıktı ya, şimdi birbirinin peşindeki telaşlı kuşların tüylerinden sızan gökyüzünün rengi koyulaşmış yine de. 

Bazı zamanların kokusunun peşinde geçen satır aralıklarında sağ elimdeki kalem ısırıkları sızlıyor. Ellerimin ağrısını geçirmeyen yazlar, onları kızartıp pürüzlü kağıttan yollara çeviren kışlar, ve bahar herkese; ellere...

Uslanmayan bir su birikintisinin kenarında gökgürültüsünü dinlediğimiz ömür yatağında, genç ama ölmeye yaklaşan, yaşlı ama yeni baştan başlayan, başlamak arzusu olan..

Bu şehrin köpeklerinin gözlerinde buğulanan rüzgâr, sulanmayan keder, kuraklaşmayan tebessüm...

Evden haber var. Adresi yitmeyen, esnafı değiştikçe, insanı sokağa indirmeyen ev..
Birkaç yaşımdayken her hafta sonu gittiğimiz çocuk parkı yok ya, ya da ilklerin acemiliğiyle ada- parseline takılmadığımız yerler yönler hatıralar...
Temkin ne yaşlı bir kelime...

Bazen kırmızı bir pijama altıyla sokağa çıkmaya çekinecek kadar yorgunum ya, en çok ona kırgınım..

5 Aralık 2012

*

En canınızdan bezip "Benden bu kadar," dediğiniz anlarda, bir oyunbozan çıkar ortaya. Kendinizi yok etmeyi, en azından yok saymayı düşündüğünüz bir anda, birisi bir kahve ısmarlayıverir; ve bir kahveye fit olup, yaşama devam etmeye karar verirsiniz. Değişen bir şey yoktur tabii - ve bu kimse yeni biri de değildir. Bu, iyiniyetli olduğu sanılan, o anda yaptığının farkında olmayan insanlar yüzünden yüzlerce intihar önlenir; yüzlerce kopuk yaşam, çürük de olsa yaşamınızın rengine uymayan renkte iplikle dikilir. Önüne bakıp da renk farkını gören, daha fazla dayanamaz; ama nasılsa bu pek rastlanan bir şey değildir.

Çünkü insan kendisi için yaşamıyor; yığınlar için yaşadığını sanan, hiç yaşamıyor - geriye, bir iğne iplikle peşinizden koşturan birkaç kişi kalabiliyor ancak. Ve tüm uğraşılar, yaratılmaya çalışılan şeyler, öğrenilen sözler, başka kimseler tarafından beğenilmek bile, bu birkaç iplikçi için. İplikçisi (cep tiyatrosu) olmayanlar da var tabii; ama onların dikiş tutacak bir yanları da yoktur.

Ve yaptığım hiçbir şey benim seçimim değil: "Aydede" diye şiir okuyan bir babam vardı - yürüyebilmem bile mucize. Dudaklarım küstah; uyumlu olsun diye böyle konuşmak zorundayım. Gözlerim annemin (hem de onun) ; ona da kim bilir kimden kaldı. 

Ve bu yaşa geldim, öğrendiğim tek şey, kahve ile şekerin bir arada olamayacağıdır.

Şule Gürbüz- Kambur

14 Kasım 2012

..*

"Bana renk bile sormayın- bir beyazdan ya da sarıdan ne anladığınızı bilmeden size yanıt veremem..."

13 Kasım 2012

hicrimden..*

Zihnime yarım yamalak tutunmuş dizelerin avuçlarını terletiyor tarih ki, düşüyorlar. Denize mi bu kez, bilmiyorum.. Altına tarih atılan her not beni biraz duraksatıyor; dünleri sonlandırdığından mı, anın kendi başınalığından mı...

Azerice bir şarkıydı ninnim. Hâlâ her gece rüyalardan kaçarken, ona varacağım anı kolluyorum. Annemin o zamanlardaki görüntüsü fotoğraflardan değil, rengini bulamamış gözlerimin belleğinden düşüyor.. 

Çok zaman geçti. Çok zaman geçiyor. Zaman çok geçiyor.
Duraksamadan duraklarda bekleyen onca insanın arasından, hesaplanmamış onca cümlenin arasından, kenarda saklanırsa bir gün yolumuz olacağına inandığımız biletlerin koçanlarından, gökyüzünün devingenliğinden, sokakların bir yağmura bakan gözü yaşlı halinden ve kendini karla sarmalayıp her engebesini yok edişinden, çaydanlıkların ocakta unutulmuşluğundan, uykuya varmayan nice geceden...
Boşluklardan geçiyor ve dolu olduğuna topluca kanaat getirdiğimiz bir çok şeyin arasından...

Yeni bir sayfanın başındayken sormak geçiyor içimden, sen varacağını biliyor musun..?
Ninnine, müziğine, bellediğin o ilk huzura..
Çıkmaz sokakların arasından geçmeyi başarıp çatlayan narlara karıştırabileceğine kanını?

Gidip de dönmüş bir soluğun, kendinden emin nasihatı falan değil bu.
Takılı kalmışlığın tarihi.
Dünleri yırtamamanın, yarından ürkmenin..
Anları sonbahar yapraklarıyla aynı çuvallara doldurma arzusunun..

Ben hâlâ, her gece, o geceye düşen zeytin kadifeliğinde olduğu gibi, her karartıda, her çarşafta, her sözcükte...
Yalnızca o zamanların değil, belki de ömrün yalan olduğunu bile bile...

Yine de "iyi ol".. Yalansız, dolansız, öylesine geçip gitmeden...

http://fizy.com/#s/1aimdb

12 Kasım 2012

dağılmamış..*

 Dişlerimizde kamaşan renklerin kokusu var..
Pazartesilerin dilimlenen sokakları, mevsim meyvelerinden dudak aralıkları...
Avuçlarımızda mı dersin şu yedirenk dünya...

6 Kasım 2012

Baskısı tükenen kitaplar gibi hüzünbaz son baharı dörtlük döngünün. 
Bir sahaf aralığında tozlanan sayfalarımız; gizli, arayanın haberi olmadan sararan..
Bul beni... Belki de köşeye saklayacağın bir cümle çıkar, imlâma seslenirsin; sessiz...
Bekleyen, beklenen, ayrı düşen.. 
Kasımı üflesen, sobanın üzerinde içine kapanan portakalın kokusu saçılacak...

1 Kasım 2012

sayfası..

Güzel bir kitap ayracı gibi ömrüme bu coğrafya..
Hava çok serin, sokakların koynundan başını gökyüzüne uzatmış ıhlamur ağaçları..
Nehrin, herkesin gözüne değen, ama kendini herkesten sakınan yeşili..
Bozkırda sonbahar, Cézanne'in nehirlerine düşüp de suyun renginden çatlayan meyveler gibi..

30 Ekim 2012

"Ey suları usul usul yükselen deniz
 İçimiz damar damar parçalansa da
 Dışımız lâl gibi sessiz..."

28 Ekim 2012

yudum yudum, damla damla...*

Zamanın akmadığı yerde, günün renkleri değişiyor.
Perdeleri aralayacak bir şeyleri ararken, fonda hep aynı şarkı çalıyor.
Örtünmemekte direnen yanımın ne farkı var kendini kapatmayan umut çiçeğinden..
Zaman, yaralı.
Zaman, hızlı.
Zaman, ağır aksak.
Zaman, hırsız.
Zaman, bağışlayıcı.
Zaman, gündüz açan.
Zaman, gece asla kapanmayan.
Zaman, kendini tüketmeyen bir pazarda.
Zaman, kaçıncı perdede.
Zaman, üçte.
Zaman, ikimizin arasındaki doğrusu yitmiş sonsuzlukta..

25 Ekim 2012

26.01.


"Değil, unutulur şey değil
Çaresiz geliyor aklıma.."

23 Ekim 2012

dem

Birbirine sokuluyor bulutlar, uzun bir yasın başındalar. Bir damla bırakana katılacak diğerlerinin tutmak için kendilerini zorladıkları yaşları. Uğurlayacaklar son yazı, şehri yıkayıp paklayacaklar, hazırlayacaklar sonbahara. Bu şehrin huyu bu, kavruk yaz renklerinden, gelin çiçeklerinden sonra anlaşamadığı şeyler oluyor. Oysa deniz, yağmuruna kavuşmayı bekler içimizde, ama burada işler başka. Bulutlar azıcık ağlasalar, şehir birbirine karışıyor, her işi olumsuz gidiyor şehir insanının. Hani şu, günde birkaç aspirin, ağrı kesici, vitamin alan ve h harfi yutan rahat şehir insanlarından* bahsediyorum. N'aber?'in cevabı bu işte. Yağmurla yıkanınca sokaklarının tenhalaştığını ve duştan çıkan bir kadının aynaları buğulandırışına benzediğini görmüyorlar ya, ben en çok ona kırılıyorum.

Sonbaharın ikinci gelişi bu. Oraya erken geldi, buraya biraz gecikmeli. Geç bir yazın son fuşyasına yetişemediysem de kızaran yaprakların döne dolaşa suya uçuşunu yakalarım gibi.
Yeşil bir su değil buradaki, oradakinden biraz büyük ölçekli, en büyük birikintilerden biraz ufak, ismimizi karşılamaya yetecek bir mavilik..

Telefonlar var bu mevsim karşılama törenine yetişecek; uzak yakınlık.*
Ulaşamadığımın telâfisi gibi; eve dönenler..
Biz; eve dönenler. Aynı eve dönenler. Birlikte büyüyenler. Büyüdüğünü sanıp elbette ki karşılıklı bilinen sokak köşelerinde buluşanlar. Kediler.
Kedili şehirlerin çocukları. Büyüseler de büyümeseler de bir suya, ortak kaleme alınan anılar düşürenler.
Oynanılan oyunları anımsayamamanın değil, bir aralıkta birbirini bulmanın yarı buruk mutluluğuna kapılanlar.
Anne kokusunu duymaya gelip, bulutları dürtenler.

Gözlerimiz, yo hayır kalbimiz, belki de her şeyimiz..; artık sonbahar.

9 Ekim 2012

yüzün, gündüzün..*

"Neyin özlemini çekiyorsun? Seni hasretle yanıp tutuşturan şey ne?"
Vücudun tüm salınımını ve diriliğini borçlu olduğun şeyin özlem olmasını Pina Bausch sürekli bu soruyu sorarak hatırlatırmış. Senin bedenine ayın hangi hali düşüyor bu aralar.. 
Hangi müziklerin kıyısından sallıyorsun oltanı..
Sonbaharı aşan bir şeylerden bahsettiler. Kızaran yaprakları aşan bir özlemdir belki iki köprücük kemiğimin tam ortasına düşen yaprak çiziği.. Senin köprücüklerinden hangi mevsim yürüyor.. Ben hep bordoyu düşünüyorum. Gri; yağmurlu, belki de haklı olarak karlı.. Bugün izlediğim filmde devasa bir kayaya çarpan suya da yakışıyordu. Ve Ortaçgil'in yaklaşık iki sene kadar önceki bir sohbetinin kıyısından denizin sesi duyuluyordu. Vapur seslerini düşündüm, zamanında çığlıklarıyla günleri başlattığım martıların kanat aralıklarına düşen fümeyi..  Sen hangi kuşlarla uyanıyorsun göç mevsimi dayanmadan yurt geneline..
Bu aralar insanlar büyüyor. Geçen senenin bu seneden farkı neydi bunu kavrayamadan bir sonrakine varıyoruz. Fark etmedim iki ardışık sayı düşmüş nefes aldığımız yıl hanemize. Yaşlandıkça jestleri, mimikleri mi azalıyor insanların, seslerimi daralıyor, kelimeleri mi kendilerini tasarrufa sokuyorlar, bilmiyorum ama uzaktan fark ediliyor gülmediğin. İfadelerin zayıflıyor galiba, ya da çok takılır oluyorsun sahici mutluluklarında çizilen resimlere. Sen neler yapıyorsun. Ben kahvaltılarını özlüyorum. Minik kırmızı kareli örtüler düşlüyorum, kenarları püsküllü olsun diyorum, ellerim örüyor hemen salkım saçak ne bulsa.. Utandığımda uğraşacak şeylere ihtiyacım oluyor. Mutfağın bir köşesinde portakal ağaçlarına bakan bir pencere olsun istiyorum. Fıstık yeşili saksılarda ismini bilmediğim küçük ve renkli çiçekler yetişsin diye, daha çok; sulamayı unuttuğumda dudak kıvrımların değişsin diye.. Ne zaman sıcak bir şey içsem, içime akıyor sesin. Bu aralar televizyonda kimi görsem sana benzetmeye kalkıyorum, olmuyor. Televizyon izlemeyi de beceremiyorum. 
Bir kursa başlamaya karar verdim, birkaç kadeh bir şey içtiğim bir yerde dünyanın öbür ucuna gitmek için çekiliş kuponu doldurdum, bayram için denize doğru bilet aldım, eve. Dönerken boyoz getirmeye karar verdim. Buradaki komşularımla tabaklar boşalmasın oyunu oynuyoruz. Sen neler yapıyorsun.. Benim zeytinli poğaça gördükçe gözlerim doluyor..
Bazı geceler sabaha varmasın istiyorum, sabaha sadece büyükler dayanabiliyor sanırım..
Uykusuz geçen gecelerin rüyasız olması belki huzurlu gelen kısmı.. Sen uyuyabiliyor musun, rüyasız ama sarman sıcaklığında...
Uyumanı istiyorum, gecenin yanağından kaymasını, sabahın toplu taşıma araçlarının gürültüsüyle değil de piyano sesiyle başlamasını..
İyi olsan... 


http://fizy.com/#s/123yi5

6 Ekim 2012

kırıntıları yerleştirdiğin yerden..

 Başka türlü mevsimlerin baş dönmesinde bir hare miyiz, 
eylül şiirlerinin hangi dizesinden ekim doğuran yerdeyiz,
toparlanıp gitti mi, başucumuzda ninnide mi..
Tarçından karanfile yuvarlanan kokuda, 
biliyorsun ya; 
bize en yakın renkteyiz...

25 Eylül 2012

kayıp

Karşılık bulsun diye söylenmiş bazı cümleler, ruh suskunluğuyla cevaplanıyor.
Belki de suskunluğun deprem yarattığı o büyük gürültüyle.
Sevdiğin bir sokağın kaldırım taşları arasından yuvarlanarak her şeyin büyüsünü kaybetmesine yol açan birkaç cümle.
-Cik derdi belki o, ben diyemiyorum.
Kocaman kocaman cümleler.
Ama senli, ama benli.
Bizden uzaklaşan.
Sana fark ettirmeden benden uzaklaşanlar.
İnsanlar nasıl bir araya geliyorlar ki hayalleri paylaşmadan.
Ben kaçıyla, başka ne şekilde bir araya geldim.
Mevsim hayali olmadan, yol hayali olmadan, uyanışların hayali olmadan, iki renkten bir yenisine varacağının heyecanlı hayali olmadan, gitmenin...
Yerleşikliği mi göçebeliği mi tartışıyoruz bu beklemenin zulmünde, bilmiyorum.
Ne istediğini bilip de cevapsız kalmaktan daha çaresiz bir şey yok.
Zaman yalan, demeyi isteyip de koluna saatini takmadan dışarı çıkamayan halinden daha zavallı...
Şehirler değişiyor, fütursuzca baktığımız şeyler değişiyor, gözlerimizi kaçırdıklarımız..
Hayallerimizin değişemediği yerde nereye kıvrılıyor peki yol?
Ya hiç değişmiyorsa bir şeyler, gökyüzü gibi denizlerde de..
Ya büyümek değilse bu düşen takvim yapraklarının sonunda bize kalan..
Gözle görünür şeyler değişirken, ya değişmiyorsa o ara sokaktan ayak bileklerimize dolanan yokuşun seslenişi yarına..
Değişmiyor-sa-n...

24 Eylül 2012

Olabilir.

 Aynı gökyüzünün altında olup da ayrı şehirlerde ayrı mevsimler yaşamamız çok tuhaf.
Coğrafya sahiden kader midir?*
Kadere inanmıyorsak, haritalarımızda neyin adresini arıyoruz..
"Belki aynı posta kutusuna, değişik zamanlarda da olsa...
Olamaz mı?.."

19 Eylül 2012

zerrelerce..

Radyodaki kadın Hollanda'dan ve olmayan dağlarından bahsediyor.
Pencereden cam silme sıvısının ve yağdı yağacak yağmurun açığa çıkaracağı toprak kokusunun izleri karışarak yükseliyor.
Kağıtlara gömülü bir güne çok belirtili ve bol nesneli, işlevli cümlelerden sıyrılarak birkaç dize iliştirmenin telâşına düştüğüm anda, güneş fransız balkon korkuluğunun metalini yalayıp geçiyor.
Evdeki döşemeye sızan büyülü mavi bir sıvının peşinden günün gölgesiz kısımları kendini açığa çıkarıyor.
Birkaç mahalle ötemde uyuyan adamın düşüne güvercinlerin kanat sesi düşüyor.
Haftayı yarılamanın ve yarısında başladığımız ayın henüz başlangıcının sesinde ana dilimden kopan şarkılar yuvarlanırken, sevdiğim bir ülkenin haritasında, girdiği şekerci dükkanlarını arıyorum. Parmak uçlarının dokuduğu yuvarlak ve bulutsu renklerin kokusunu.
Uyuduğumuz şehirlerde çarşafların kokusu değişiyor.
Kendi kokumuzu duymadığımız ve ayrıştıramadığımız bir yerde, birbirimizi arıyoruz.
Lavanta kokusunu.
Toprak kokusunu.
Anne olmaya karışan kokuyu.
Ömrün ilk yıllarından yükselen, yeni tenin kokusunu.
Fırından yeni çıkan ekmeğin kokusunu.
Tarçınlı kış gecelerinin kokusunu.
Kar kokusunu. Yağmurunkini daha çok.
Ihlamur ağaçlarıyla bezeli şehrin, nehrinin kokusunu.
Büyüdüğüm şehrin körfez kokusunu.
Köprücük kemiklerine takılarak akan kadın kokusunu.
Tanıdık olduğum, zeytin yeşili koltuklu evin kokusunu.
Köprülü şehrin en kalabalık caddesinin kokusunu.
Ve gözyaşının kokusuz olması, bu yağamayan yağmurlarda kırıcı değil mi...

15 Eylül 2012

yol..

Yol çatallanıyor..
Bir kıyıdan kalkan vapurlar, tren istasyonlarının kırmızı hüznünü harap eden hızla bakışıyorlar.
Mahallesinden metroya binen çocuk, iki saate yaklaşacak yolu çeyreklere varmadan tamamlıyor.
Ofis çekmecelerinde bekleyen otobüs biletlerindeki tükenmez kalem halkaları nedendir bilmiyorum; bir geçeleri çevreliyor.
Hangi mevsimden hangi rüzgâr dolduruyor yelkenleri, rotasızken zor..
Camadanla izbarcoyu ayırdın eşiğindeki karman çorman damarlar, nefes nefese bir öpüşün rengini akıtırken, hangi suya dökülüyor geceler.. Gündüzü beraber karşılanan..
Üflediğimiz hangi kuşun tüyü zamanda, ve sen hangi kuşlarla uyanıyorsun..
Tanınması güçleşen kanatların hangisinden düştü kaleminin sapı..
Sus-uyorsun..

Kana kana susuyorsun...

13 Eylül 2012

..

Bir ara sokakta öldüm, dün
Öylece yani.
Birdenbire..
Boşluğa düşer gibi, sarı bir sessizliğin içinde.
Granit duvarlı binanın anlamsızlığına,
Şehrin boşu boşunalığına içerlerken
Bırakmışım son nefesimi kaldırıma
Bitmiş..
Öylesine yani..
Birdenbire..

Yan binadaki otel odasından izliyordu oğlan
Yüz ifadesini göremesem de
Anlamış mıydı acaba öylece oturmadığımı?

O sokakta bitti her şey
Öğleden sonralarını bir bardak sütle geçiştiren
Apartman sakinlerini düşlerken
Sıkıntıdan ölmüşüm.., dün..

Arka odada ütü yapıp
Buharını burnuna çeken kadını,
Mutfağında her öğün için soğan doğrayıp
Gözyaşını kabuklara saklayan Madam Mari'yi,
Kocasıyla artık sevişemediği için
Kapı komşusu, gar sabunu satan adamı düşleyen Servi'yi
Düşündükçe
Ölüvermişim.., dün..
Böylece bitmiş yani
Birdenbire..

Sıkılıvermişim derinden zahir.
Tutunca da nefesimi
Portakal kabuklarıyla çay demi döktükleri çöpe
İki kedi de bulanınca
Kaldıramamış nefsim demlenmiş portakal kedilerini.
Balkabağı mevsimi bile değilken
Dönüşüvermiş her şey baldan kabağa
Ve saat henüz 12'yi vuramamışken
Kalkmış otobüsler durmamaya
Mecal mi bulamamışım, yere döktükleri bala mı basmışım
Hatırlamam ama,
Öylece kalakalmışım- kalkamamışım..

Şehrin insanı haberdar değil mi bu öldüresiye sıkıntıdan?
Vagonlar boş, birkaçı kiremit taşıyor topraktan
Kayıklarda serseri misinalar
Otobüsler kimseyi almadan durup durup geçiyorlar duraktan
Arabalar yürüme mesafelerini öldürüyor her gün, her öğle,
Her gece..
Bisikletleri balkonlarında unutanlar
Her an yağmur yağsın diye dua ediyor,
Üç öğün yemek yiyip, dört öğün uyuyorlar,
Buna rağmen erken uyanıp, geç yatıyorlar,
Aynı kuru kahveciden gün aşırı - iş olsun diye -
Yüzer gram kahve alıp, evde - iş olsun diye - öğütüyorlar,
Ve bir gün bile sormuyorlar öğütülmüşünü.
Kimse sormuyor; iş olsun diye yapılan iş, iş midir? diye..

Bunlar olurken ölmüşüm o ara sokakta
Balkondaki beyaz brandalar rüzgârla sökülürken
Sökülüvermişim
Şişip patlayan bir eteğin dikişi gibi
Sıkıntı işte..

Ya da ölmek yerine
İki adım yol yürüyeydim de
Konuşuverse miydim şu gelin çiçeğiyle..
Gitmek yerine..?

Jehan Barbur

http://fizy.com/#s/31q8rh

9 Eylül 2012

Corona

güz kendi yaprağını yiyor elimden: biz iki dostuz.
zamanı ceviz kabuklarından ayıklayıp yürümeyi öğretiyoruz ona:
zamansa dönüyor kabuğuna.

aynada pazar,
düşte uyunan uyku,
ağızsa gerçeği söylemede.

gözüm bir sevgilinin cinselliğine teşne:
öyle bakışıyoruz,
karanlık sözler ediyoruz birbirimize,
haşhaş ve bellek gibi seviyoruz birbirimizi,
uyuyoruz şarap gibi midye kabuğunda,
bir deniz gibi ayın kanlı ışığında.

penceredeyiz sarmaş dolaş, kendimizi seyrediyoruz sokaktan:
vakt erişti, herkesler bilsin bunu!
artık çiçek açma zamanıdır taşın,
yüreğinse tedirginlik zamanı.
zamanıdır, zamanı gelmenin.
artık zamanıdır.

Paul Celan

7 Eylül 2012

geçiş

Yürüyorum. Şehirlerin nemi kalıyor tenimde.
Tülle süslenmiş heyecanların, pastel yazdan kalma umudun, ikiyken bir oluşun davetlerinin, geniş bir gülümseyişle şahit olunan hayatın mevsimindeyim.
Kadınlar omuzlarına dökülen kestaneleri, kırgınlıkla küllenmiş sıcakların üzerine düşürüyorlar. Düşerken, erkekler ve başka kadınlar parmak uçlarıyla çatlatıyorlar o kestaneleri.
Kış arifesindeki renkler dudakları renklendiriyor, gecenin sıcaklığı yok olmadan, gündüze yetişen sıcak çarşafları ikinin huzurunda..
Sesten çok, döktüre döktüre susulanların* peşinde bir tarih..
Zamanın akmasına bunca davetiyeli tanıkken, takvim yaprakları ağaçlarınkine uyum sağlamaya bunca hevesliyken..,
Kalsın istiyorum eylül ortasında, omzuma döktüğüm mürdüm erikleri..
Parmak uçlarının izi, buğusunda kalsın.., dudaklarımda çıtırdarken son baharın renkleri...

4 Eylül 2012

Palavras num silêncio de ouro.

Altın sessizlikte kelimeler.

Gazete okurken, radyo dinlerken ya da kafede insanların konuşmalarına dikkat ederken, hep aynı sözlerin söylenip yazılmasından, hep aynı deyimlerin, süslü sözlerin, metaforların kullanılmasından çoğu zaman bıkkınlık, hatta tiksinti duyuyorum. En kötüsü, kendime kulak vermem ve benim de hep aynı şeyleri söylediğimi saptamam. Müthiş aşınmış ve harap olmuş kelimeler bunlar, milyonlarca kez kullanılmaktan yıpranmışlar. Hâlâ bir anlam taşıyorlar mı? Elbette, kelimeler yer değiştiriyor, insanlar onlara göre hareket ediyorlar, gülüp ağlıyorlar, sola ya da sağa gidiyorlar, garson kahveyi ya da çayı getiriyor. Ama benim sormak istediğim bu değil. Sorum şu: Kelimeler düşüncelerin ifadesi mi hâlâ? Yoksa, lakırdıların içe kazılı izleri durmaksızın parladığı için insanları oraya buraya sürükleyen etkili ses oluşları mı sadece?

Deniz kıyısına gidip başımı iyice uzatarak rüzgâra tuttuğum oluyor, buradaki bildiğimiz gibi değil de daha soğuk, buz gibi esmesini isterdim o rüzgârın: Keşke bütün o yıpranmış kelimeleri, alışkanlıkla söylenen yavan kelimeleri içimden üfürüp alsa, ben de hep aynı olan lafların pisliğinden ruhum arınmış olarak geri dönebilsem. Oysa ne zaman konuşmaya kalksam her şey yine eskisi gibi. Özlediğim arınma, kendiliğinden olan bir şey değil. Bir şey yapmalıyım ve bunu kelimelerle yapmalıyım. Ama ne? Kendi dilimden çıkıp bir başka dile adım atmak istiyor değilim. Hayır, askerden kaçar gibi dilden kaçayım demiyorum. Ve kendime bir başka şey daha söylüyorum: Dil yeniden icat edilemez. O zaman benim istediğim ne?

Belki şudur: Portekizce kelimeleri yeniden dizmek istiyorum. Bu dizilişten doğacak cümleler çarpık çurpuk olmamalılar, tuhaf da, alışılmadık da, abartılı ve yapay da. Portekizcenin merkezini oluşturacak arketip cümleler olmalılar, doğrudan ve kirlenmeden bu dilin saydam, ışıl ışıl yapısından fışkırıyormuş duygusu uyandırmalılar. Cilalı mermer gibi pürüzsüz olmalılar ve Bach'ın bir partitasındaki notalar gibi de tertemiz; kendileri olmayan her şeyi tam bir sessizliğe dönüştürmeliler. Bazen, içimdeki balçığa benzeyen dille azıcık uzlaşır gibi olduğumda, rahat bir oturma odasının huzurlu sessizliği sayabilirim onu diye düşünürüm, ya da sevgililer arasındaki yumuşak sessizlik. Ama yapışıp kalan, alışkanlık olan kelimelere duyduğum öfkenin pençesine düştüğümde, ışıksız uzamın berrak, serin sessizliğinden daha azıyla yetinemiyorum. Portekizce konuşan tek kişi olarak orada sessizce kendi yolumu çizmeliyim. Garson, kuaför kadın, biletçi- yeniden dizilen kelimeleri duysalar şaşkınlıktan ağızları açık kalırdı ve cümlelerin güzelliğine şaşırırlardı, bu güzellik de o berrak cümlelerin parıltısından başka bir şey olmazdı. Zorlayıcı cümleler olurlardı bunlar -öyle hayal ediyorum-, hatta acımasız da denebilirdi onlara. Dediklerinden şaşmadan, yere sağlam basarak dururlardı, böyleyken de bir tanrının sözlerine benzerlerdi. Aynı zamanda abartısız ve heyecansız olurlardı, kesin olurlardı; ve öylesine ölçülü ki; bir tek kelime, bir tek virgül bile çıkarılamazdı o cümlelerden. Bu bakımdan bir şiire benzerlerdi, söz kuyumcusunun işlediği.

Pascal Mercier- Lizbon'a Gece Treni

1 Eylül 2012

Kaf Dağı'nın ardına kaçsa bile...*

Kapıları gıcırdatan ağustos, nihayet sert bir rüzgârla o kapıyı kapatan eylülle beraber ardından su döktürttü.

Bu yaz, yaza mucizeviliğini veren bulutsuzluktan uzakta, ya da bulutları pamuk helvaya benzeten bir gökyüzü telâşıyla geçmediğinden sonbaharı çok özledim.

Tüm anlam bulan hayat aktivitelerinin temeline yerleşen o özlem..

Bir mekânda bulunmanın özlemi, bir mevsimin düşürdüğü ve doğurduğu yapraklara şahit olmanın özlemi, en güzel notayı kulağınla çekip çıkardığın şarkıları duymanın özlemi, bir öpüşün buğulu tadındaki hissin özlemi, tenin tene karışmasına sabırsızlanan dokunmanın özlemi, kalbi sızlatan bekleyişlerin yaklaşmasının özlemi, insanın insana, insanın kente, insanın kendisine özlemi...

Griliğinin içerisine eflâtun parlaklıklar karışmış uzun bir rüya gibiydi geçtiğimiz üç ay. Temmuz sonlarında eflâtunu, uzay tasvirlerindeki fuşyadan mora dönen fırçalara kayan... Şimdi hem bekleyen hem beklenen olmanın siyahtan uzaklaşan griliği..; ben olsam betonu düşünmem, daha çok yağmur öncesi bulutların sıkıntısı gibi..

İçin için kendini tutuşturan, bir kibritle oluk oluk boşalacak olan sıkıntı..
Eylülü bekleyen titreşimi dalların..
Kendini artık bırakmak isteyen yapraklar..
Rengini değiştirmek isteyen sokaklar..
Tüyleri diken diken olmuş gibi pürüzlenecek körfez yüzeyi..
Orada, beklediğini bildiğim yeşil nehir..
Dallarından avuçlara düşmüş meyvelerin, kahvaltı sofralarına değecek şekerli kurulukları..
Altı söndürülmeyecek çaydanlıklar..
Buharında yine "aşk var..."

30 Ağustos 2012

eylüle..

Özlemek, ne mecalsiz ama ne çok salıncaktan göğe değen bir kelime...

29 Ağustos 2012

Bir Zamanlar Bir Yaşam Diliminde

Saman balyalarını bağladığım tarlanın kuzeyine düşen az ilerideki alçak bir tepede başladı her şey. Bu tepede kendi kaderine bırakılmış üç armut ağacı vardı, ikisi yapraklarla kaplı, biriyse grileşmiş gövdesiyle çıplak ve ölüydü. Arkalarında kocaman, ak bulutlu mavi bir gökyüzü vardı.

Daha önce hiç dikkatimi çekmemiş bu küçük görüntü, birden gözüme çarpıp mutlu etti beni. Sokakta yürürken görülebilecek tanımadık, hatta hiç çekici olmayan, ama bir nedenle, yaşanan bir hayatı sergilediği için belki, insana hoş gelen bir yüz görmüş gibi olmuştum.

Hemen sonra izlendiğim duygusuna kapıldım. Bir an, tepede bir insan durduğunu, ya da bir çocuğun armut ağaçlarından birine tırmandığını sandım. Ölü ağaç, iki canlı ağacın arasında öyle duruyordu. Ortada kimsecikler yoktu.

Bir insan bir hayvanı ürküttüğünde ya da tam tersi olduğunda, bakışların izlediği yol bir an öteki şeylerin hepsini dışlar. Şöyle ki, olay bir hayvan ve bir insan arasındaysa, ortada genellikle bir var olma eşitliği vardır. Oysa bu kez bir eşitsizlik olduğunu seziyordum. Yani beni izleyen manzara parçasından daha az var oluyordum...

Seninle karşılaşıncaya kadar gerçekleşmekte olan bu değişimi adlandırmaktan acizdim. Bugün ilerlemiş yaşımda koyduğum ad ise; aşkın içe işleyişi.

Her şey bir akıntıya kapılmıştı. O üç armut ağacı, o alçak tepe, vadinin öbür ucu, biçilmiş tarlalar, orman. Dağlar daha yüksek, ağaçlar ve tarlalar daha yakındı. Görülebilir her şey bana yaklaşıyordu. Daha doğrusu her şey durmuş olduğum yere sürükleniyordu, çünkü ben artık orada değildim. Her yerdeydim, vadinin karşısındaki ormanda olduğum kadar ölü ağacın içinde, dağ yakasında olduğum kadar saman balyalarını bağladığım tarladaydım.

John Berger- Ve Yüzlerimiz, Kalbim, Fotoğraflar Kadar Kısa Ömürlü

26 Ağustos 2012

dönmek..

Mevsimin uzatmaları oynadığını yerden yazıyorum.
Henüz eskiyip de sararıp solmaya başlamamış fotoğrafların gölgesinde bir eylül hazırlığı içerisindeyim.
Belki yaza çok yaklaşamamaktan, belki tenimin bu yaz deniz tuzunu tutmamasından..
Bisikletimin tekerlerinde renk değiştiriyor yapraklar..
Kuruyor günler, sahil çekiliyor..
Çocuk seslerinin içinden çıkılmayan cümbüş, yerini eski bir balkan filminden hatrımda kalan dağınık düğün yerini anımsatıyor şimdi.
Her şeyi saçmıştık oysa, neşemizi, umudumuzu..
Özlem denilen şeyin bir tür hastane kokusuna sahip olduğunun duyumsandığı şu zamanlarda, sanki soyunuyoruz birer birer dudak kıvrımlarının mutlulularını..
Açık adresini bildiğin evlerin kapılarını çalamadığın bu gün dönümleri, çocukluk kabusundaki ilerlenemeyen yola benziyor; aydınlık bir oda, karanlık bir yol..
Beklendiğini bile bile varamamak.
Özlediğini öle öle hissetsen de kımıldayamamak.
Yarım uykular, ardışıklarına varmaya bile nazlanan saatler..
Bazen coğrafyanda ölüyorsun.
İnsan yaşadığı yere mi benzerdi Ahmet Abi?*
Yaşadığım yer neresi.
Bu ölüm neyin nesi.

18 Ağustos 2012

..beklerken...

Hiçbir şeyin manasının olmadığı zamanlardan sıyrıldığımızda,

güzel yerlere gidip, güzel şeyler içerek, güzel şeyler okuyup, güzel kalemlerle peçetelere notlar alalım.

Böyle zamanlarda, öyle şeylere çok ihtiyaç duyuyorum.


14 Ağustos 2012

Bu yazlar nasıl da kış..

Yorgunluk değil, sıkıntı ve bıkkınlıkla gelen gömülme hali. Kabuk üzerine kabuk çizmek sırtına günlerin, gürültüden sağır olan yaşama, geceyi sığınak yapmak..

Mekanlarla değişen renklerine inanırdım insan soyunun. Gülümsemelerine düşen müziklerin ritim farklılıklarına, üzerlerindeki kumaşlara rastgele dokunan gün ışığının açısına, kelimelerle oynaşan dudak kıvrımlarına..
İnanırdım, ama artık değişmiyor kimsenin kaşlarındaki büzüşüklük, güneşe selam vermiyor hiçbir şeftali renginde dudak..
Nerede kayboldu yeni günün hediyeleri, ben bulamadım.

O bana anlatırken, ben de düşündüm. Tahammülsüzüz. Bir iç geçirmeye, kullandığımız sözcüklerin dışına çıkan sözlüklere, bilmediğimiz renklerle karşılaşmaya, kendi türümüzden olmayana, ama en çok..
En çok birbirimize. En yakınımızdakine kör halimizle inat ediyoruz.

Ne için olduğu sorusundan vazgeçmek istiyorum.
Kutsanmıyorsa denizin maviliği, gökyüzünün pişmaniye görünümlü bulutlarla nazlanması, şiirler artık kutsal kitap bellenmiyorsa, ben yokum diğerleri için de.

Sınırlarını bilmeksizin sürekli kurallara, kaidelere takılan heyecanımı küçültemiyorum daha fazla, inanıyor gibi yaptıklarınızla.

Bir tebessümünüz için yok gibi kalmaya da tamam demiştik ya, tamam.

Üstü kalsın.

11 Ağustos 2012

birinci çoğul şahıs*

Hep başka yöne kıvrılıyor salyangozun kabuğu. Oysa spiral formlu şeyleri sevdiğimi nasıl da herkesten iyi bilirsin, o çizgilerin hangi sonlara varacağını, hangi sonsuzun başını döndüreceğini..

Bildiğin ayrıntılarla kurduğum bir ömre nasıl ekleniyor ithamlar, ben bilmiyorum. Her şeyi(mi) bir tek sen bildin oysa, kalp kıvrımlarımdaki küçük gülücüklerin isimlerini..
Korkmaksa, birlikte değil miydik o uçurumun kıyısında da..

Kendimi tanıyamıyorum bazen, bu yüzden mi tüm o ayna gibi cümleler..

Her sesimi yitirişimde, zihnimdekileri çamaşır sularına batıracağıma inanışın.. İncitici benim için, senin için olduğu kadar...

Niye yaptıklarım ve söylediklerim perdeliyor o gecelerin ve mesafesizliğin eteklerimizden saçtığı dokunulamayan zamanı..

Gölgelerin ardından yankılansın istemedim ısrarcı cümlelerim, hepsi buydu; uykuna kalabilmek, rüyanın rengini giyebilmek..

Hiç olmuyor.
Hangi yolun, neresinde olursam olayım, seçmediğim mevsimsizliği kokluyorsun bana dair.
Oysa ben bugüne dek sana deniz kokusundan başka ne taşımak istedim, ne taşıdığımı sandım..

Yapma.
Gitmediğim yolların biletlerinden haritalar düşürme aklına.

Her bulut, turuncudan eflâtuna karışan yaz göklerinde salınırken hangi gökyüzünde olacağım, seninkinden başka..

Lütfen...

9 Ağustos 2012

yarına...

Şiirsizlik.. Hayatın şiirsizliğinden korkuyorum en çok.
Bir yanı dizelere yaslananı bulunca, o yüzden..
Bazı kelimeleri sarf etmek çok zorluyor. Denize atar gibi mavileri geçirmiyor üzerine, karşındaki kalbe attıkların. Kurak bir savaş alanına dönüşüyor noktalarla virgüllerin yan yana gelişiyle bir şeyler.
"İmlâ kuralları ve mutsuzluk üzerine" diyor buna şair.
Şiirsizlikten korkuyorum.
Uyandığım sabahlardan birinde ona sarılmaktan..
Ölümsüz şairlere sağır bir yarından..
Bu yüzden kalmalarım.
Bu yüzden gitmelerim.
Ben, sadece bir mektubun sonundaki birkaç dize için yaşıyorum; Dize için...

8 Ağustos 2012

Bu yazlar...

..yıkansam, yıkansam, hep o güneşlerle yıkansam
dişleri tenime geçse yaz rüzgârlarının
izine pek rastlamasam
ama kalbini sert ve serin tutan bir denizciye
bunu bir daha sorsam
ne çıkar bir daha sorsam
sonra hiç konuşmasam, sonra hiç konuşmasam
ve bu yorgun, bu üzünçlü yüreği
benim değilmiş gibi, benim değilmiş gibi
kimse görmeden şöyle bir yol kenarına bıraksam...

Edip Cansever


* Bu mevsim İkinci Yeni'nin..
Hoş geldin...

7 Ağustos 2012

*

Paniğini kukla yapmış hasta bir çocuğum ben. Oyuncağı panik olan sayrı yalnızlık kendi kendine nasıl da eğlenir..

Niye izin vermiyorsun yoluna kuş konmasına,
Niye izin vermiyorum yoluma kuş konmasına,
Niye kimseler izin vermez yollarına kuş konmasına?

"Öyle güzelsin ki, kuş koysunlar yoluna.." bir çocuk demiş...

Nilgün Marmara

5 Ağustos 2012

ne mümkün...

Lokomotiflerini raylara dizemediğim kırmızı bir oyuncak trene benziyor bazen gündüzden geceye varan o dilimler. Yerleşikliğin hep göçebe olduğu yazlar var. A5 defterlere çizdirilen düz çizgilerin asla düz olmasını beceremeyen titrek eller, kalp sayfalarında da tökezliyor. Senelerin kotaramadığı bir aksaklık. Hep hissettirilen misafirliğin...
Bazen valizler toplamıyor saçtıklarını, olmayı beceremediklerini toplayıp başka bir yerin meydanlarına saçmaktan fazlasına yaramıyorlar.
Daimi bir sonra korkusundan ne akıp gidiyor yaşlandıkça ömür.. Öncesi ve sonrası olmayanın bir nefesliğinde debelenen bir şeyler..
Şimdinin sonsuz yorgunluğu hiç temize çekmiyor kendini.
Dünler aftan yararlanamıyor, yarınlar mahpusluğunu unutmuyor.
Bugüne ne oluyor.

4 Ağustos 2012

sonsuz kere 85*

Kısacık yoğun bir akşam
Herkesin yüzünün bir anıya karıştığı
Yoğun bir akşam
Bana bir memur gibi davrandılar hastanelerde
Ve bir intihar üstüne söylenti
Bütün kıyıları dolaştı durdu
Kısacık bir akşam

Kısacık serin bir akşam
Kelebeklerin atlarla yarıştığı
Yoğun bir akşam
Bazı mektuplar damgalandı postanelerde
Oturuldu bir takım şarkılar söylendi
Bir adam bir kadının kapısını vurdu
Kısacık bir akşam

Neyi söylesem bir kahramanlıktı
İçinde azıcık buluştuğumuz
Bir bulutla bir kâğıt peçete arasında
Kısacık yoğun bir akşam
Şaşırdım hüznümü nerelere bıraksam
Bir yanda kasıklarımın sarsılmaz gücü ve
Kısacık yoğun bir akşam

Her şey bir unutkanlıktı
Arada bir deliler gibi kavuştuğumuz
Tüfekle vurulmuş bir parsın yarasında
Kısacık yoğun bir akşam
Biliyordum bir soğukluktu nereye varsam
Bir yanımda bir el bir yanda vazgeçilmez bir sancı ve
Kısacık yoğun bir akşam

Kim karıştırdı gerçekliğine
Yaşadığım sonsuzluğun
Ve oturuldu bir takım şeyler söylendi
İmlâ kurallarıyla mutsuzluk üstüne
Kısacık bir akşam
Duraladım ne yapsam

Kim karıştırdı gerçekliğine
Su terazilerindeki ensizliğin
Ve fotoğraflar çekildi ben çıkmadım herkes eğlendi
Araba vapurlarıyla denizsizlik üstüne
Kısacık bir akşam
O kadar kısa ki bir akşam

Yüzümü suyun ardında buldum
Kıyılar bu yüzdendir öyle dediler
Kısacık yoğun bir akşam
Serin bir akşam öyle söylediler...

Turgut Uyar

İyi ki doğdun, iyi ki elimizden de yüreğimizden de eksiltmedin kendini...

Seni seviyorum...

3 Ağustos 2012

"..doğduğu kentin bu anmalığı..."

"Doğa görünümü renkleri üzerine notlar... Uzayıp giden renk uyumları. Limon kokuları arasından süzülen ışık. Tuğla tozuyla, hoş kokulu tuğla tozuyla dolu bir hava, suyla söndürülmüş kızgın kaldırımların kokusuyla. Hafif, ıslak bulutlar, sonları toprak, ama yağmur ummayın pek. Bu fon üzerine, toz- kırmızısı, toz- yeşili, tebeşir- moru ve sulandırılmış fesrengi fışkırtın. Yazın denizin nemi hafifçe verniklerdi havayı. Bir zamk örtüsü altındaydı her şey."

1 Ağustos 2012

işte böyle bir şey...

Bir temmuz daha bitti. Sanki tüm geçişlerini kalbin, bir mevsimin bir ayına saklamış gibi..; ama bitti.

Özlediğim kokuları içime çektiğim, sevdiğim coğrafyalarda uyandığım, yarından ümidimi kesmişken yeniden hayallerimi doldurduğum valizi bulduğum, suskunluğumla örttüğüm bekleyişleri, bekleyiş olmaktan çıkarıp gündüzün şarkılarını aramaya koyulduğum, konuştukça hata yaptığım, hata yaptıkça üzüldüğüm, üzüldükçe ömürden gülümsemesiz eksilen günler olduğunu gördüğüm, bulutlara yaklaşan beyazlıktaki ıslıklarımla mucize yarattığım, bol çay içtiğim, güzel elbiseler giydiğim, gözü yaşlı geceleri "günaydın" kadar fırından yeni çıkmış ekmek kokusunda kelimelerle tamamladığım, sevdiğim, sevildiğime inandığım, sevmediklerimle ve sevmeyenlerle vedalaştığım, kendi mevsim döngümün yılbaşısında bir temmuz bitirdim.

Büyümek mi, yaşlanmak mı.. Cevabını duymak istemeden sürekli sorduğum bu soruyu nereye koyacağımı bilemediğim için bu kez sormadım.

Avucuma sığacak bir karpuza dikilen mumları üflerken ne dilediğimi bilmiyorum; büyümek mi, yaşlanmak mı, yarına varmak mı, dünde kalmak mı.. Belki de sadece ufak bir kırıntı; umut adına..

Birlikte çok uzun zaman geçirdiğim dostları gördüm. Değişen şeylerden suç etiketleri kesmektense, aynaya baktım uzun uzun. Değişenlere; saçlarıma ve tenime ve gözlerimin artık nelere değdiğine.. Birlikte çok uzun zaman geçirdiğim dostlarımla hâlâ gülümseyebildiğimi fark edip, sadece kadeh kaldırdım değişikliklere. Belki de tebdil-i mekân meselesi... Herkes kuyuya düşmüş kadar çaresiz ve karanlık görünse de güneş, temmuzda inatla doğuyor.

Birlikte çok uzun zaman geçirmediklerimle de kadeh kaldırdım; ortak düşen çizgilerine mi yolun, bıraktığımız yerden devam ettirebildiklerimize mi, çok tanıdık bir çift bakışın önünde hayallerimizi saklayamayışımıza mı, değişik görüntümüzün değiştiremediği o dudak kenarı tebessümlere mi; bilmiyorum, çok da önemli değil. Birlikte olmanın huzur getirdiklerine diyelim..

Peşine iyelik eki takmışçasına sahiplendiğim dükkânlara, meydanlara, sokaklara girip çıktım. Çok güzel bir kadın şöyle dedi: "Kâğıt kalem seven insandan zarar gelmez..." Avucuma nazarlık gibi bir kart iliştirdi, "Yine gel..."
Kâğıt seven insan olduğum ortalığa döküldüğünde, yaşını kestiremediğim bir adam -ki yaşını tahmin edemediğim insanları tarihsiz yaşayabildikleri için severim- pimpirikli tavırlarımdan ötürü özürümü şöyle cevapladı: "Kurabiye ister misiniz?"

Girip çıktım. İki günde sahiplendiğimiz, oturma düzenimizi bile yerleştirdiğimiz bir kafeteryada -belki de barda- sır verdim, kime olduğunu bilmiyorum. Sadece civardaki dairelerin bin üç yüz lira kirası olduğunu, en azından o kiraya bir yer bulunabildiğini öğrendim. Belki de birçok şey imkânsız değildir. Hayal kurmayı mı unutmuşum, bilemedim...

Sevdiğim bir semtte, bindiğim bir otobüsün kapısında ve inerken, uykulu göz kapaklarımın arasında bir beyefendinin gülümsemesini hissettim. Aramızda konuşulmayan bir zarafet oldu, feminizme tokat atmayan, ben öyle gençken, ve o bir o kadar babamken.. Yıllar, dedim. Yılların ve kimliklerin öldüremediği bir şeyler hâlâ belediye otobüsü kullanıyor.

Bir gece yarısı şu cümleleri kurdum..; hiçbir şey için geç kalmaya cesaretim yok, hiçbir güzelliği bozmaya da.. İçim düğüm düğüm.. Bir tanrım da yok üstelik... Uyandığımda baştan başlayan bir hayatın kıyısındaydım, elimde bir bilet, dönüşü başka bir yere kesili.. Bak evdeyim şimdi. Ev dediğim kaçıncı kapı kilidiyse döndürdüğüm..

Sonra, içimin turuncusuna yüzdüm. Habersiz, öyle "Özledim, geldim.." diyebilmek için.. Dedim de.. Henüz sabah bile olmamıştı. Birkaç gün içinde, suluboya yaptım ve masal dinleyerek uyudum. Kulağımı deniz kabuklarına, kalbimi beraber uyuyabildiklerime yasladım. O birkaç gün içinde, titreyen ellerinden düşmeyen sigarasıyla, heykeltraş bir çocuğun, kızarmış gözlerini kendi falına bakmak için fincana düşürüşüne tanık oldum. Sordum ister istemez..; "Her bitiş mi böyle.."

Dönüşe bilet kesildi ya, bu kez de "Özlemediğim için gelmiyorum." demek istedim, olmadı. Bitişlerin varlığa kazınan ızdırabı bir yana, vedalar zor.. Evi, her ne kadar bulduğumuz gibi bıraksak da, bir ayı aşkın süre daha karasal iklimden uzakta kalp sarartacak olmanın gerçekliği de zor. Hayır, vedaların hiçbiri güzel değil. Belki de ben bunlarla karşılaşacak kadar büyümedim daha. Büyüyemedim ya da. Ve, veda ederken neye veda ettiğini kestirememek de güzel değil.. Neyse ki, ona dokunabildiğim mesafeden de, otobüs camının arkasından da iyi görünüyor. Bakmaktan usanmayacağım kadar iyi, eksiksiz ve dikkat çekici. Onda, hayatın, vedaların çirkinleştiremediği bir şey var. "Hep öyle kalsa.." diye mırıldandım.. Duydu mu, bilmiyorum. Ama özlemiştim ve gelmiştim; ve o, bunu biliyordu...

Temmuz bitti. Kalbim demirledi mi kendisini şu balkondan görünen iskeleye, bilmiyorum. Burası da olsun istemiyorum aslında kalınacak yer. Valizimi buldum ya, içi hayal dolu, sapı umut kaplı, elbet haritalarını da tedarik etmişimdir birkaç düş renginin arasında.. Oralara gitsem, demirlensem, bin üç yüz lira kirayı ellerimde boya lekeleri, etrafımda beraber kadeh kaldırabildiklerim, özleyip de gidebildiklerim ve vedaların çirkinleştiremediği şeylerle verebilsem..

Karpuzdaki mumları üflerken bir dilek istemişti ya temmuzun ortası, gecikmiş de olsa...

31 Temmuz 2012

yaz bitmeden, gel.*

Çok erken, evdeyim.
Gün, acele etmeden ağarıyor.
Şehirden kimse uyanmamış.
Musluk vanalarından hangisinin soğuk hangisinin sıcak olduğunu unuttuğum evimin kapısını açıyorum.
Az sonra apartmanda, adımlarının sesini duyuyorum.
Sonra birbirimize karışıyoruz;
kırk gün gibi değil, bir ömür geçmiş gibi...

27 temmuz.

http://fizy.com/#s/1ajbcg

17 Temmuz 2012

Gel otur yanıbaşıma..*

Renkleri not düşüyorum kâğıtlara, şehrin içine almaktan hoşlanacağı renkleri. Güzel bir kadının dokunmak isteyeceği renkleri. Güzel bir adamın gözlerinin çekinmeyeceği renkleri. Mevsime uygun, mevsimden taşan renkleri.

Bazen aklım karışıyor. Suluboya gibi cümleler takılıyor geceye. Renk bir yanda, su öteki yanda, ama birbirine karışıp da büyü olmaktan çekinir haldeler. Dokumuz uymazsa ve akamazsak ihtimalinin kırıklığı belki..

Zamanın çekincesine dahil olmak kötü bazen. Oysa bir yerden sonra kendimce var ettiğime inandığım dünler, yalnızca bir rüyanın kaldırım kenarına süpürülmüş yarınlara yuvarlanmıyor. Zamana ait değilken, zamana dahil olacağımın çekincesi.

Her şey çok güzel bir yandan, baş dönmesi gibi dokunmak tortusuna gözyaşlarının. Belki kendini onaylamanın güzelliği bu. Belki ortaklaşa ağlıyoruz hissinin. Her ne olursa olsun karşılıklı düşünme ihtimali aynı rengi, tuhaf ve ayağı yerden kesen bir dengesizliğin koynuna atıyor insanı. Nereden baksan iyi dans eden birinin kollarında ayağının değil kalbinin dolaşmasını düşündüğün gibi..

Bilmiyorum sular orada ne renk, her hikâyeyle değişen bir salınması var mavinin.
Çok mevsimlik bir fon aramaya gidiyorum, hangi rengi sever bilmiyorum.
Bir bilsem, buz mavisinin büyüsü kaçacak.

*resim: Szaza

16 Temmuz 2012

Dalyan deltası

"..kafam biraz karışıktır oldum olası, neden bilinmez
denize doğru yüzlerce yol var,
ama hangisi doğru, hangisi çıkmaz?

aman sen bir yana ben bir yana
ayrı düşmüşüz yan yana

karşımız deniz
yardım et yoksa gidemeyiz
kıyıda bir saz gibi yalnızlık olmaz

aman sen bir yana bir yana
ayrı düşmüşüz yan yana..."

http://fizy.com/#s/390vmb


14 Temmuz 2012

Günlerden...

Babam sabırsızlanıyordu. Günlerdir, neredeyse dolaba girip bir şeyler okuyordum; bunca şeyi açıkta okurken, nedense çekindiğim için, bir kitabı dolapta gizlediğim o kadar belliydi ki! Görmek istiyordu. Bin dereden su getiriyor, beceremediğim bir şeyi yapmağa çalışıyordum: Yalan söylemeğe çabalıyordum. Babam tokmağı tuttu, kapıyı sertçe açtı. Dirseğim boy aynasının orta yerine girdi. O noktadan başlayarak üç büyük çatlak hızla çerçeveye vardı dayandı. Babam dirseğimi merak bile etmedi, uzaklaştı. Dirseğime bir şey olmamıştı. Sonunda, kitaba da bakmamıştı. Kitap dolapta kaldı. İki yıl boyunca haftalığım verilmedi. Ayna ancak ikinci yılın sonunda yenilendi. On beş yaşındaydım artık. Yeni aynayı yadırgadım; beni tek kişi gösteriyordu. Oysa iki yıl boyunca o aynada üç kişiydim. Çarpık da olsa...

Bilge Karasu