31 Mart 2013

not

Ben seni isminde öldürüp, ömrümde büyütürken, sen de beni doğurmuşsun.
İşte, sadece bunu hissedebildiğim için bile, o geçen senelere küskün değilim.
Bazı sessizlikler, ne uzun destan..
Yine de, artık yaşlanıyorum.
Telefonsuz bırakma, günün birinde yeniden gidersen..

29 Mart 2013

yeter

Bir şeyleri yol kenarında bıraktım ben.
Buraya gelene kadar üzerimden çok fazla şey attım.
Şu bedene sığmak yetecekti.
Tüm hırsım, şu gökyüzünü içime doldurmaktan ibaret.
Bıraktım ne varsa.
Alıştığım tanımları, benzeşik insanları, kendime yüklediklerimi..
Şimdi sadece tek bir şeye ihtiyacım var.

26 Mart 2013

en az

Günlere tam gerinirlerken kelepçe takılıyor gibi. Yorgun bir zaman, mecalsiz bırakılan bir zaman..
Hepimiz yuvarlanıyoruz, hepimiz başka yerlerin kıyılarındaki çakıllardan medet umuyoruz. 
Ayrışık otlara dönüşüyoruz yaşlandıkça. 
En az sözcükle en fazla şeyi anlatmak istediğim, beni anlayacağından bunca emin olduğum o el, gözyaşlarını siliyor. 
Hayal kırıklığı; bir ona, bir de bana.
Anlayamamışız. 
Çözememişiz bir şeyleri büyütürken, büyütülürken. Her şey başka olabilirdi. Konuştuk ya, başka türlü çocuklardık, eğer elimiz tutulsaydı.. 
Bıraktığın yer burası olmasın demek istiyorum. Sana bunca ihtiyacım varken, çocukça bir istekle ömrümü yarıda kesme istiyorum. Sen yol ver, sen elini sırtıma koy, sen ittir, sen yüzünde gülümsemeyle uğurla, bir tek senin aferinin olsun şu hayatta.. 
Olmuyor. 

Sen kuru bir dal gibi varlığını titretecek bir gürültüyle kırılırken, ben olgunluk çağındaki ormanlara adım atmaya çalışıyorum. 
Neden yapıyorsun bunu. 
Neden fikrin bunca zincirsizken, ben en tutuklu yerindeyim.. 
Anlaşılmazlığa meydan verecek kadar çok zaman yok aramızda oysa ki. 
Geçtiğim yolların haritası var elinde, neden bu yerleşikliği, kımıldamazlığı ağrının..? 
Bunca pişmanlık neye yetmiyor, bunca yarıda kalmışlık.. 
Devam etmesen, n'olur...

Bir tek, o sıcacık eline ihtiyacım var şu hayatta, buğusuz gözlerine, tereddütsüz gülümsemene..
Uzun uzun konuşmadığımız her şeyi anlamış olduğunu hissetmeye ihtiyacım var.
Başka türlü bir mücadelenin içindeyken, bunca zorlanırken, etrafımı ağrılarla değil, hafiflettiklerinle sarmana..
Benim sana ihtiyacım var. 
Sınırlarla çizilmiş bir kara parçasından ibaret olmayan bir ihtiyaç. 
Üşütmesen beni bu baharlarda, 
üşütme- sen.. 
N'olur...

22 Mart 2013

sil.

Çok uzun zaman..
Gün doğumunda sokakta olmayalı.
Çok uzun zaman, bulunmayı unuttuğum bir yerde adres kırıntılarını bir araya getirmeyeli.
Bir şehirden korkmayalı..
Yatılı olsam da, uzamayacak.
Çünkü ne ben cesurum, ne sen şefkatlisin.
İkimizin birbirimize verecekleri olduğunu yalnızca bir an düşündüm; ufacık bir an.
O da rüyaymış.
Belki de yalan, 
sen ne dersen..

17 Mart 2013

hatırası..

Şarkılarını söylemeye devam ediyor güzel kadınlar, güzel adamlar. Her mevsim, ağaçların dallarında soyunuyor. Her mevsim, ekşi kokulu bir ilkokul sınıfının sarı duvarındaki tablodan düşüyor. "Artık havalar da ısınıyor.." cümlesinin sarf edilişindeki "ne kadar soğuğuz" vurgusunun reddedilişini bekliyor karşı taraf. 

Sevdiğim kalemler yazmaz oldu, gözlerim satırları birbirlerinde eritmeye başladı, ülkenin beşeri haritasına sık sık bakar oldum. Dizimde bir battaniye, ellerim.. Ellerim sık sık ağrıyor, biliyorsun işte.. Bir sahil şehrinde büyüdüm. Şimdi dönme şansım olsa, asla otobüs kullanmazdım o şehirde. Vapuru olan bir şehirde otobüse binen insan zamanlarımdan utanır oldum. O otobüslerden birinde bir kadın ellerimden bahsetmişti. Saklamak istemiştim. Oysa belki de o kadın, daha fazla jest yapmamın uygun olacağını söylemişti, ne söylemişti bilmiyorum, kısa saçlı, güzel küpeli, renkli gözlü kadın. Ellerimin ağrıdığını bilsen de söyler miydin öyle.. Ne garip karşındaki insana sızmaması ağrının, zırh gibi giyebilmek sorunsuzluğu, "yok bir şey" diyebilmek ne tuhaf. Nefes almayı zorlaştıran bir şeyleri, vücudunla saklayabiliyor olman ne aciz bir kudret. 

Bu zamanlar, hiç geleceğe çıkmıyor gibi. Dünden güneşler kesiyorum, bulutlar kabul etmiyor. Özlemin başka sözlük anlamlarını görebilmek istiyorum açıp baktığımda, dil kurumu yatıştırmıyor olasılıklarımı. Olasılıklarımızı. Sırlarımızı. Gün ışığındaki hallerimizi. Hiçbir şeyimizi. 

Başka türlü bir yolun yolcusuyuz, yan yana değil belki, aynı güzergâhta hiç değil belki, diyor ya "bir aralık". Öyle.. Şu otogarda karşımızda iki titrek kuş gibi uyuyan delikanlıyla bir aralık göz göze gelip utanışımız gibi belki. O anı yaşamaktan çekinmek, ama geri alamamak, bir yandan tanık olduğumuz için burkulmak, bir yandan da o sıcaklığı duyumsayıp iyi olmak.. Tam öyle, o aralıklar kalbin tüm kıvrımlarından geçiyor. Bir kış gününde sırtımdaki düğmelerin arasından doluşan ayazı örtmeye çalışan beceriksizliğimizden, hiç uyumadığımız gecelere inat o teklikte uyuyabiliyor oluşumuzdan, yoksul ama gösterişli denemelerimizden, kırgınlığa toprak atan bekleyişten, nefesten, nefesten, nefessizlikten. Geçiyor, yol alıyor, hep aynı yere dönse de yol alıyor. Dünya gibi bir şey. 

Altını çizdiğim satırlar azaldıkça, yaşlanıyor içimin bir yeri. Sevdiğim cümleleri bulup çıkaracak gücü nerede yitirdiğimi düşünüyorum. Belki de eskide kalmışlıkla ilgilidir.. Eskilerden bir çocuk en sevdiğim ve onu tanıştırdığım yazarı hâlâ okumaya devam ettiğini söyledi, özlemiyle beraber. Belki de dönmeliyim. Birilerinin özlemine değindiğim kitaplara, cümlelere, sahaf kokulu sayfa aralıklarına. Bundan sekiz- on sene öncenin iç titreten hallerine.. Kendimi bıraktığım yeri bulmak için aramaya oralardan başlamalıyım belki. 

Zaman nasıl geçmiyor ve zaman nasıl da geçiyor.  

Tek valizli bir insan olabilmeyi dilediğim zamanlarım oldu, cahilliğe ya da deliliğe değen cesaret anlarım.. Pişmanlık değil, kalmaktan korkmak, uçları sararık bir saz gibi köküm sabit, oradan oraya sallanıp, aynı yerde kalmaktan.. Küçük şeyler değildi, şimdi küçük şeyler için adım atarsam dünya üzerime devrilecek gibi geliyor.

Kalabalıkları unutuyorum yavaşça, insanları tanımaktan vazgeçiyorum, yetinmeyi öğrenmek mi, gönüllü bir vazgeçiş mi, elimde olmayan bir kayboluş mu... Aralarındaki farkı bulamıyorum. Evin bir göz odasından ötekine geçsem aynada çoğalacak suretten korkuyorum.

Oysa insanlar var, nasıl da bir zamanların güneşi olan, bozkırın yağmuru yaptığım, makilerin orada* bir iklimde aşk yaşadığım.. Nerede olduklarını bilmiyorum, adresleri belli, belki de yavaşça duyduğum o özlemi ben dile getiremezken, onların da kenara yazdıkları notlardan hatırlanmayı diliyorum. Bu aralar özlem için daha fazla karşılık üretilmeli. Hatırlanan şeylerden bir ömre sanat eki hazırlanmalı. 

Güzel şeylerin, güzel olarak hatırlanan şeylerin ardından sızlayan yanımızı örtse de ten, hatırasızlık çok acımasız.. 

Gelsen, gitsem.. Hiçbiri değil; ne ben kalsam, ne sen gitsen..*
Ama illâ ki unutmasak.. 

"Çıplak bedenler birbirine sürtünerek ısınır. Yalnızlar soğuktan ölür."

Bekleyişin yorgunluğunda.*

Birilerinin gelmesini bekliyorum. Arka planda bitmeyen bir uğultu gibi bu bekleyiş. Yorucu. Hayat birilerinin eksikliği olarak çoğalıyor. Zaman geçmiyor, boşluk çoğalıyor sadece. Doldurulması gerek. İnsanlarla, başkalarıyla, birileriyle. Bir zamanlar olduğu gibi. Adlarını çoktan unuttuğum gölgelerin konuşmaları kalmış geride, yıllar boyu yinelenen kelimeler, jestler, nidalar. Gelmelerini istiyorum. Geçmişte olduğu gibi kolayca kurulsun hayat. Ancak geldiklerinde de sinirleniyorum. O kadar hızla değişiyorlar ki. Bazen onları tanımakta güçlük çekiyorum. Yüzleri sabit kalmıyor. Birbirlerine ödünç veriyorlar, anadan kıza, babadan oğula geçiyor maskeler. Bana nasıl hitap ettiklerine kulak kesiliyorum, ona göre cevaplıyorum. Sonra yeniden meşguliyetine dönüyor aklım. Nedir? Yazılacak, bitirilecek bir kitap vardı. Yazılar. Cümleler. Kelimeler. Gelenlerin gitmelerini istiyorum. Gidiyorlar. Aklımın içinde yeniden başlıyor uğultu. Sonra aniden bastıran bir sis, uyku. Bekleyişin yorgunluğunda.

Murat Gülsoy

8 Mart 2013

Madem kar ensemizi öpmeden gitti..,
baharı çağıralım mı...

7 Mart 2013

adresime.

Bir mektup yaz bana. Onu soyunamam. Onun dokunulmazlığını aşamam.
Sadece bir mektup yaz bana.
Elinin kalem tutuşunu, kaleminin yüreğime neyi çizdiğini bileyim.
İnsanların arasındaki her şeyi temize çeken bir cümle var.
Onu yaz. 
Hiç sıkılmıyor insan bunu duymaktan, hiç affetmemezlik yapmıyor bir gün dönüp de baktığında.
O cümleyi çek çıkar aradan, ismimin yanına onu ekle.
O zaman, çok zaman, çok bilet, her şey çok olsa da aramızda, yarım da kalsa, en güzel nokta da koyulmuş olsa sürer gider bir tebessümle..
O tebessüm ki ne çok ihtiyaç duyuyor insan, yılların sonrasında, başka dünyaların masasında, beklemediği bir geleceğin ortasında, en çaresiz anında, en kendine tahammülden uzaklaştığı yarıda..
Başka hiçbir şey istemiyorum.

Hadi bana söyle, o hiçbir şeyi tüketemeyen özlemi...

4 Mart 2013

diye..

Hepsinin gelmesini bekleme;
Bir kişi gelmeyecek.

Sen alışmayasın diye,
Korkmayasın diye,
Düşünesin diye.

Kendine yetmen için...
Herkesin kendinden kaçacağı yerlerde
Sen kaçmayasın diye.

Gelenler gitmeyecekmiş gibi...
Doğumlar da ölümler de 
Duyasın diye.

Bildiğini bildirmek için
Bilmeme'yi öğrenmelisin.
Tam kalasın diye.

Hepsinin gelmesini bekleme,
Sen var olasın diye.
Bir kişi gelmeyecek,
Sen, bir olasın diye.

Özdemir Asaf

3 Mart 2013

bir buçuk

Gözlerimden akıyor baharın ilk yağmurları. Çiylerin düştüğü yerde zamansız buz zerreleri.. 
Sabahları hiç olmadığı kadar erken, akşamları hiç olmadığı kadar erken, gün sonsuzlaşıyor..

Neyi istediğimi çok iyi bilerek çıktığım şu yolun felaket anındayım. Unuttuğum bir deniz kıyısında, yürümek, yürümek, yürümek ama düşmeden, ama ayağıma yosunları dolamadan, ama üşümeden ama kumlar arasındaki çakıllarla canımı yakmadan yürümek zorundayım...

Saatim çok ağırlık yapmış benim sol bileğime, çıkarıp atmışım bir kenara. İnsanlar gelmiş, insanlar geçmiş, insanlar kalmış, şimdi iki insan, karşılıklı, bavulları hazır, gidiş yolunun kalanı olmayı gözlüyorlar.. Ne olacak.. Ömrümün hesap defterini çıkarıyorum, köşeleri kıvrılmış, kaplama kağıtları atmış, kabardıkça kabarmış, kabardıkça unutulmuş, unutuldukça boş verilmiş, boş verilmediğinin de öyle bilincinde... 

O yol aldı diyorum, o yol aldı mı? Hangi yolu kendine ayırdı, beni yolun neresine koydu. Gel deyince, gitmeyince ne oluyor bilmiyorum ki. Belki de kal denecek bir özne olamamaktan acemiliğim.. 

Sabahlar kurşun gibi ağır çöküyor üzerime, evimin iki göz odasının kokusunu hiçbir oda parfümü değiştirmiyor, narenciyeler bile. Dolapta çürütmeye and içtiğim meyveler inatla kendilerinden geçmiyorlar. Alkolsüzüm. Alabildiğine alkolsüzüm. Sarhoş olacaksam son olsun istiyorum, öyle bir sarhoşluk olsun olacaksa.. 

1,5 yaşında bir insanım. Muhtacım. 

Bunca gücüme gidenin ne olduğunu da kestiremiyorum. Boğazımdan geçmeyen lokmalar, yıkanamadığıım sular, içime alamadığım gökyüzü. Daha önce olana benzemiyor. Tanıdık olduğum "eyvallah"lara, kanıksadığım mektuplara inat ayrılıklara, şehrin hayalimizden kurduğumuz parklarının, bahçelerinin, öpüşmek için kulübelerinin* yerle bir oluşuna, iki kişilik şarkıların takımca söylenmesine.. Hiçbir şeye benzemiyor. 

"Genç ölmek için fazla yaşlıyım..."

En çok böyle...

1 Mart 2013

"hayat
güçsüzlüğümüzü nerde yitirdik. sahip olduklarımız
bize nasıl sahip çıkamadı. tam birbirimize sarılmışken
bu nasıl oldu.  kimsesiz kalmanın gururundan nasıl
vazgeçtik. camlar avuçlarımızda parçalanırken
kanımızı sakin sakin izlerdik, kırılışların zaferiydi
bizi avutan, bu yüzden ağlarken dünyanın en güzel
kadınıydım."