26 Ekim 2016

arasız


"Dalgalar" diyordu, ben susuyordum. Sustuğum şey kıvrım kıvrım, mavi mavi, sütliman, uysal bir şeylerin hafifçe kıpırdanmaya başlamasından tut da doğal afetlere yol açabilecek su ötesi yüksekliklere dek sürüyordu. 

Başladığım ve bitirdiğim şeylerin toplamasını yapmış, çıkarttığım, eklediğim ne varsa yapıp hesabı 
kapatmıştım. Hiç değilse bir mola vermiştim. Öyle sanmıştım. Sağımdaki pencereden baktığımdan katmerlenerek artan sarı ve turuncuların kusursuzluğu bana bunu söylüyordu, söylesin istemiştim.

Zamanı durdurmak elimde değil. Ama keşke olsaydı. Zaman diye bir şey olmasaydı ben de korkak olmazdım. Şimdi hem korkak, hem zamansız hem de karman çorman, yosunlu bir su yığınıyım. Karaya çarpıp çarpıp kendimi acıtıyorum. 

Ve bazen konuşmak ne zor.. Sözcüklerimi bulamıyorum. Sadece yaprakların dalları kuruyor kendileriyle birlikte ve sert bir rüzgâr bekliyorlar sürünerek ölmek için, 
ölmeyince ölünmüyor.

Ne çaresizlik.

3 Ekim 2016

3*


Hayatın, "Bak nasıl da döndürüyorum başını!" dediği tarihler var. Sanki on iki ay değilmiş, üç yüz altmış beş gün palavraymış gibi.

Bir sabah yine uyandım, kahve suyu koyup radyoyu açtım ve olaylar gelişti.
Bir defter bir imzayla kapandı. Gitmesek de gelmesek de o ruh bizim eşimizdir dediğimiz güzellik, çok zaman sonra kapıyı çaldı, ortalığı temizledi, kalbi derledi topladı. Bir elveda, bir ömürlük hoş geldini getirdi.

İçimizi her gün üzen ne varsa sonunun işaretini verdi. Tanımadığım, ama tanımaya heves duyabileceğim birileri göz kırptı. Ki heves denilen şey dünyayı döndürüyor sayın seyirciler.

Kalbim rengine yerleşmeye başladı usuldan.
Eylül geçti, ekim sonbaharı kollarıma her şeyiyle bıraktı. 

Bütün kutlama planları bir hayat güzellemesine yuvarlıyor şimdi kendini.
Başarmanın hazzı göğüslerim arasında gıdıklayıcı ve kanatlı bir his. Başarmak; ama kendini, kendin gibi. Öylesine, renklerini görmezden gelerek değil.

Uzun zaman oldu. Yıkılıp yıkılıp mevsim mevsim kendini baştan inşa etmek de hep uzun zaman alıyor. Şimdi bu içimdeki baharlı telâş, yeniden hayat bulma ümidi elimi tutuyor. Kendimi alıkoyamadığım o sevgilere benziyor. Onlar belki de, içimdeki hayatın suretiydi bilmiyorum. Çok da sınır çizmemek gerek sanki.

Hayat, ucunu bırakınca geliyor. Kendini öyle cüretkâr sunmadığına takılmamalı belki, zaman çok kuralsız kaidesiz. Geliyor; hızlı, yavaş, kısa, uzun uzadıya. Ama geliyor.

"Her yerde, sağından solundan her an bir kedi çıkacak hissi veriyorsun." dedi. Bunu duyunca bütün zaman diimleri, takvim sayfaları anlamsızlaşıyor işte. Bak nasıl da güneş düşüyor üşüyen yerlerine. 

Ne çok üzülüyorsun, ama nasıl da ev şarkıları var aniden. Babanın yol şarkıları ve annenin giyineceği mutluluğu düşleme güzelliği. İş çıkışı kahvesinin kokusunu bekleme sadeliği. Avucundan kalbine yükseleceğini adın gibi bildiğin şekerli sıcaklık.

Uzun zaman oldu. Arkadaşlarımla buluşalı, güzel haberler için telefonlar açalı, dudaklarıma istemsiz kıvrıldıkları için hakim olmaya çalışalı...

Yaşamak ki, heves gerektiriyor. O heves ki, dünyayı döndürüyor sayın seyirciler.

Arkada George Dalaras'ın Latin albümü çalıyordu. Tschick'in tebessümü ve birbiri ardında gelen anların sütlü kurabiye tadı bitmiyordu.

Şüphesiz ki solda güneş yükseliyordu.*