26 Aralık 2017

'dokuz


Ağzımın içinde eriyen, tenimin üzerinden kayan bir mevsim bu. 
Buzlu kirazları hatırlıyor musun.
Bir kokusu var; öyle ayaz, öyle nefes kesici bir ferah, neredeyse kar. Kar kokusu. 
Bunu anımsamak bile mutluluğu göz pınarlarıma çıkarıyor. Özlemi. 

Tadı; tarçınlı akide. Hem evde gibi, hem evden çok uzakta. 
Çok özlediğim manzaraların içine yerleştiebiliyorum kendimi böylece; senden gizli değil.
Gelirsen; o sahadayım, ve işte suları tarayan o vapurda, piyanolu o girişte, belki daha derinde, balkonundaki fesleğende. 
Buz tutmuş mahalle kaldırımında ve o çok sevdiğim pastane kapısında. Penceresine yenidünyaların dayandığı yaşımda, 1 Kasım 1912'nin yıkılmış duvarında ve güvercinlere yaslanarak uyuduğum yeşil odada.
Her yerdeyim ve bazen hiçbir yerde. 
Sevdiği cümleleri gibi sevdiğim kadınların, kaybolmayı sevdiğim dehlizleri gibi. 

Özgürleşiyor muyum kendimle, 
Belki. Çoğunlukla öyle..

Çok sene devriliyor arka arkaya. Renkli ışıkların kendilerini bıraktığı caddelere adımlarımla yazıyorum yaşlarımı, büyümelerimi, büyüyemeyişlerimi.

Biliyor musun.. Biliyorsun; Narmanlı Han artık yok. Bilmelisin. Kendime benzetiyorum bazen, sonra dayanamıyorum. Acısına. Şöyle diyorum kendi kendime: 
"Beni perişan ettiğin mevsim İstiklâl'i  darmadağın ettiler. Yaşadığımız ve büyüdüğümüz, genç kızlığımızın sokaklarına buldozerlerle girdiler. Sen beni bu şehirle birlikte katlettin. Ve ben hiçbir şeye bu kadar üzülmedim." 
Sonra susuyorum. 
Dehlizlerinde kaybolduğum kadınlar... 
Kendi geçitlerime, kendi kuytumun kurallarındaki korunaklılığa dönüyorum. 
Bildiğim bir geceye. 

Yeniden hatırlıyorum temizleyeceğini karın, dikenli neşesiyle kokinaların, mevsim normallerinin üzerinden seyreden sıcaklığıyla kalabalık sofraların, kahkahası çınlayıp aramıza düşen umarsızlıkların, biri bitip biri başlayan mevsimlerin. 

Öyle olunca..

Dalga dalga, şehvetengiz ve doyumsuz, cüretkâr bir yaşamak yerleşiyor aniden içime. Dikeniyle kanatan, kanattığıyla alenen varlığımı kanıtlayan. 

Şimdi, geçen bir yılın kumbarasını kırıp, dökeceğim ne var ne yoksa, belki ilk kez bu kadar cesurca, belki de hayatımdaki tüm kalp zamanlarımın ortak kanaati gibi; her zamanki bencilliğimle.

Yorgunum. Yorgun ve huzurlu.

Nahifliğiyle içime üfleyen her şeye doluyor artık gözlerim. Yorgun, huzurlu ve duygulu.

Daha sık özlüyorum sırtımı döndüklerimi, yarısında kaldıklarımı, çekip çıktığım kapıları, yıkılan binalarını içimin. Acıyan yerlerimi anneme daha çok öptürmek istiyorum.

Sessiz ve kimsesiz sahillerin kışına karlar çalmayı.
Yalın ayak kalmayı kavrulan kumlarda.
Sessizliğini ve çıplaklığını dünyanın.

Yorgunum ve kırgın biraz da. 

Yorduğum her şey; hoyratlıklarım ve acıttıklarım için bir affediş dileyebiliyorsam,
tek dileğim bu olsun.

Hoşça kal yirmi sekiz-

11 Aralık 2017

yenik


Tebessümlerin sonsuza dek kalpteki çerçevelerin içinden güneş sızdıracağını düşünüyorsun. İnatla düşünüyor, inatla düşüyorsun bu inancın uçurumlarından. Hikâyelerin hep aynı yere yuvarlanıyor. 
Yazamıyorsun. Sen yazamıyorsun ve bunu kabullenemiyorsun.

Kırgın, toprağından beslenemeyen, toprağına tutunamayan çiçekleri gibiyim evimin. Neyi büyütemiyorsam ona dönüşüyorum. Nihai son hep bir öfke seliyle yıkanmak oluyor. 
Hissetmediğim ne varsa aleyhimde delil, tartışmadığım ne varsa sözsüzlüğümde avukat, yaşamayı seçtiğim ne varsa cinayete teşebbüs...

Yorgunum. Bir mevsime ilişip kalma arzumun bunca imlâ, bunca özne, bunca yüklem fırtınası arasında perişan olmasından.
Kendi içimin mavisiyle geçirmek istediğim zamanların bunca kalabalık arasında bırakılması, dalga dalga sesimin keskin, metal cümlelerle susturulması karartıyor gökyüzünün sevdiğim renklerini. 
Lavanta kokulu, temiz çekmecelerde düşlediğim dünler, yekten ah...

Üzerime birer birer işaretlenen sıfatlardan arınmak her seferinde bir umut, her yeni gibi görünen hikâyede aynı biçimde imkânsız.
Üzülüyor anılar, anılaşan yolculuklar. Adresler birer birer çıkmaz sokak, dönülmez ufuk, unutulması mecbur bellek.

Naif dünler kumbaramda, birikmiyor hiçbir şey. Her atacağım gökyüzü parçası, şimşeğini gösteriyor.

Yolunu yordamını bilemiyorum, öğrenemiyorum el değmemiş bizliklerin.

Acıyor mevsimlerim.

Suç, akıp gitmiyor üzerimden.

Üzgünüm, üzülmem yetmiyor.

Tarih beni hiç affetmiyor.

5 Aralık 2017

...sandıklar*




Bir "günaydın" saati. Uyandığım bütün şehirlerde.

Kalkıp ilk iş perdeleri, pencereleri açma huyumun ben bile farkında değildim; "Açık havaya bu kadar düşkün olduğunu tahmin etmezdim." diyene kadar birileri.

Bir tomar kâğıt, akşamdan kalma.
Cesaret bulup da kendini yürüyememiş kalem...
Son -mu bilmem- cümle öyle yarım...
Sanki ona bırakmışım, bir şekilde tamamlasın diye.

Nasıl hissetti, bilmiyorum  ama anlıyorum.
Kendi gündüzümden, kendi gecemden.

Galiba büyük enkazların ağır hasarlarına rağmen bizi öldürmeyen şey bu; bu tuhaf bağ.
Kırgın yazların, kâğıt kesiği cümlelerin, acıta acıta yonttuğumuz uykuların ardından yine de başka bir olasılığa ihtimal verememek.
Eylemin karşısında duran, her şeyi yıkıp geçen, yalanlayan o iç ses.
Onun iç sesi ve derindeyken bile duyduğu, bulup çıkardığı iç sesim. Ve bizden bağımsız sürüp giden bir senkron.

Kâğıttan kendi sözcüklerimi topluyor gözlerim:

An an hatırladığım şeyler beni uyutmuyor. Zaten beni bir tek, tarihin bir yerinde yaşadığımızı kanıtlayacak o tek şey uyutabiliyor. Dokunulmasını kesinlikle istemediğim her şey, sadece hafızamda yeşertiyor kendini. 
Şiirden bir kıyı, kendi dizesini bekleyen, düş renkli.
Sonsuz bir beyaz, kimsesiz ve buzdan. Elimde, fırından yeni çıkmış ekmek sıcaklığı.
İliklerime kadar üşüdüğüm bir kasım akşamı. Bir zamanlar evim olan şehrin, artık olmayan birahanesi.
Çarşılar, çaylar, parklar, çocuklar, kitaplar, nehirler. Özlediğim duvarlar.
Gözlerimi çöle döndüren gözyaşları, rakı kadehleri, balık sırtları, sakladığım anılar, büyüten anlar....

Tüm bunların kıyısından olta atmışken kendime, sabah oluyor. Kıpraşıyor misina. Hissediyorsun ve biliyoruz işte;

"Hiçbir şey göründüğü hatta yaşandığı gibi değil, her şey hatırlandığı gibi..."

Hatırladığımız şeyler bir mi, gerçek mi derken pencere önü saksılarının diplerinden patlıyor tomurcuklar; fuşya.

İç organlarımın arasına sızıyor yaşamışlığımın kanıtı hatıralarım, hatırladıklarım.

27 Kasım 2017

-se eğer?


Kalabalıklar, sicim gibi yağan hayatlar...
Akıyor zaman, herkesin yelkovanı birbiriyle yarışta. 
Geçiyor salılar, perşembeler...
Bir cumartesiyi yediverenlerle donatabilme ihtimali için yaşanıyorlar, "bitsin" diye diye..

İçine uyandığımız bir gün için sabırsızlanalı uzun zaman olmuş gibi. 
Fotokopiden çıkma haftalar peşi sıra ekleniyor yaşımıza. Mevsimleri kaçırışımı manav tezgâhlarından izliyorum. Pencere önünde, bir inat yaşatmaya çalıştığım sklamenlerin tomurcuklarına tutunduruyorum yarını.

Dengesiz bir masada, karşıma oturup alın çizgilerimden, dudak kenarlarımdan bir geleceğe yol bulmayan çalışan kadının sesine yaslanıyorum. 

Bitirip başladığımız her yeni gün kendi hikâyesini yazıyor mu, artık emin değilim. Belki bir yerde, bağlamını yitirerek yıllanmak tam da bu inançsızlıktan.

En çok "boş ver" cümlesiyle uğraşamıyorum bu aralar. Günler, öyle kendi kurmacasına sadık ilerliyor ki zaten her şeyi boş vere boş vere, ben hiçbir şeyi boş vermek istemiyorum.

Önemsemek, sulamak, büyütmek. 
Büyütmek istiyorum karşılaşmaları, bekleyişleri, bitişleri, başlangıçları, içine susulan ayları, çok konuşulan yılları, kaçan bakışları, teslim oluşları, olasılıkları, olasılıktan taşmış olanları.

Yaşamayı tercih ettiğin, yaşamayı tercih ettiğim şeyi konuşmak, dinlemek ve sevmemek istiyorum. 
Sevmeyişimi büyütmek istiyorum. Boş verilmiş, yitirilmiş cümleler arasında, kaçırılan bir an, anı olmak değil..

İçime sızan, gerdanımdan düşen, sırtımı üşüten vapur rüzgârından bahsetmek istiyorum. Sevdiğim sokakların değişiminden, bu başkalaşımın içimi üzen renklerinden.
Altını çizdiğim cümlelerin -olur da ararsan- fihristte hangi numaralara denk geldiğini öğrenmeni istiyorum.

Olmuyor. 

Sessizliğin yankısı şakaklarımda patlıyor. Yok saymanın. Boş vermenin normalleşmesinin.

Ne beni, ne seni, ne köşedeki tekeli, ne dün, uğruna büyüdüklerimi, ne vicdanımı, ne iyi biri olamamalarımı, ne sustuklarımı, bağırdıklarımı, hoyratlığımı, dinginliğimle öldürdüklerimi, soğukkanlı bekleyişlerimi, kabına sığmaz heyecanlarımı, aşık olduklarımı, kilitli defterlerimi... 

Hiçbir şeyi unutmak da, yok etmek de, tıp oynamak da istemiyorum.

Aldığım nefesin, aldığın nefes olduğunu boş vermeni, boş vermek istemiyorum.

Rüyayla gerçeği birbirine geçirdiğimiz şu ömrün ağaçlarını saymayışımızı da...

Bazı şarkılar, sözcükler, bazı yollar, pencereler, eller, uykular, biralar, garlar ve çatılar boş verilemeyecek kadar doluysa ve ben bunu görmezlikten gelemiyorsam, sen de gelme, o da gelmesin ve hiç kimse.

Zaman dar, günler kısa ömürlü, dün gerçek.
- belki de rüya..
Rüya da bir gerçek-

20 Kasım 2017

mare nostrum*


Biraz geriledim. Tozlanmış bir takvim yaprağına üfledim. Bir zamanlar kendi damarlarımı patlatan nabzımla karşılaştım, elim ayağıma dolaştı. Telaşımı nereye koyacağımı bilemedim. Oluk oluk, sözcük sözcük döküldü her şey. İyelik eklerinin merkezinden kaçışım yok.

Gecelerin gündüzlere karıştığı, gündüzlerin gecelerle var olduğu, beklenenin hep gece geldiği, geceyle bütünleşik ve günün tüm zamanlarını oraya çeken bir yangın yeri. Unuttuğumu mu sandım..

Sokaklara adanan şiirler, kokusu olan şarkılar, tütüne yaslanan fesleğenler, kendi kendine yazılmış hikâyelerin koyununda öyle "ben" kalmalar...

Tam da en korkak olduğumu sandığım anda kapı zincirlerini çekip çekip gidişlerim, kalbimin bütün ağırlığıyla koca bir şehrin, sonsuz olasılıkta rüyaların -kabus ihtimalini umursamadan- karşısına dikilişlerim, korkusuz kalışlarım, arzunun yörüngesinden çıkamayışlarım.
Geceyi giyinip, tekinsiz mahallelerde, biçimi anılarımızdakinden çokça biçim değiştirmiş caddelerde, kendime en güveneceğim anı beklemeye yatışlarım.. Yangınıma yuva buluşlarım...

Büyüdükçe körelen cesaretimle, öyle savunmasız, öyle karşı karşıya kaldım ki şu iki adımlık mesafede..
Çekip çekip giderken, koşar adım gelirken, koşulsuz kalırken, hiçbir şeyi sakınmak nedir bilmezken, saat sonsuza dek aksa bekleyebilecek yüreklilikteyken..kaçak bakışlarla örttüğüm bu yaşlanma içimi yordu.

Temkinli olmaktan, güvenli bölgede nefesimi tutmaktan, bilmediğim sokakların başından düşünmeksizin geri dönmekten, birkaç sınırlı cümlenin arasında kendimi sektirmekten, görmemekten, duymamaktan, söylememekten bitkin düştüm.

Bu yok halim yeryüzüne bir nefes bile bırakmaya mecal ve cesaret bulamıyorken tüm açık adreslerim kendine kilit vurdu, ve belki de bu yüzdendi. Kendini bir kenara kaldırmış eski eşya halim yüzünden, unutulmaya yüz tutmak...

Hiçbir zaman ılıman geçmeyen kalp iklimimi, her mevsimin normaline sabitleyişimle pas tuttum.
Sonra bir şey oldu. Altı üstü susmak olmayan bir şey. Bazı şarkılar dolaşımın müzik kutularına sığmaz oldu, daha fazla söylenmemeyi göze alamaz.. Her günümün yolu, o kalp çeperlerini zorlayan takvim yaprağına çıkar oldu; kendiliğinden...

Dünya küçük ve bazı sarsıntılar sadece o küçücük dünyayı  yerle bir etmeye programlı. Ve iyi ki dedirtiyor; iyi ki ufalanıyor ayaklarımın altında şu dünya. İyi ki, o unutmaktan da yaşamaktan da korktuğum rüyayı görüyorum yeniden. Rüya olduğuna inanmadığın her şey şimdi tüm gerçekliğiyle karşında işte. Başını çeviremeyeceğin kadar orada, sen oradasın, ve olmuş olan her şey orada. Zamanın göreceliği, sende sabitleniyor. Kıskanç ve sadece senin bir his yerleşiyor an'a.
Anımsamayı rafa kaldırdığın bir kasılmayı hatırlatıyor sana ve mahcubiyet boylu boyunca. Farkına varıyorsun her şeyin, farkına varıyorsun neyi unutma ihtimaline izin verdiğinin, farkına varıyorsun bazı şeyleri asla unutmayacağının, farkına varıyorsun senin yüzünden ve sana rağmen olan her şeyin, ihanetinin kendine..

Kendine çektiğin dikenli teller şimdi kanlı bir dün seriyor önüne. Nereye koyacaksın şimdi o tozlarını üfleyip yeniden yaşatmaya hazırlandığın davetkârlığını nefesinin.. Cesaretinin kendini tüm enkazların altından yeniden inatla çıkarışının coşkusunu hangi gökyüzüne salacaksın... İçinden boşanmaya hazır seni hangi denizle buluşturacaksın...

Marmara demişti ya bir radyo frekansın, belki de İstanbul ağlıyorken...

Bütün bağlarına sadece kendinle düğüm ata ata, yeniden kendin ola ola, her şeyini bıraka bıraka, yol yine nereye çıkıyorsa, rüzgârla, rüzgârla...

17 Kasım 2017

konuşmalar'


"Biliyor musun (biliyorsun tabii), ben içimi seyretmekten hiç vazgeçemedim, bundan çok sıkıldığım halde, bazen kendi kendime katlanamadığım halde. Bazen içim şişiyor, tıpkı bir balon gibi, şişip şişip patlamak ve ağzımdan burnumdan kaçıp gitmek istiyor. Gözlerimi kapatıyorum, başka manzaralar görmek için. Televizyonu açıyorum, unutmak ve izlememek için. Bazen oluyor, bazen de... İşte o zaman o kadar sıkılıyorum ki kendimden. İçini izlemenin sonu yok çünkü. Var, hiçlik. Sonu hiçlik. Anlamsız bir boşluk. Dün okuduğum kitaptaki şu cümle diye düşünmeye başlıyorum, hayat böyle bi şey miydi gençken diye devam ediyorum, kadınlık- annelik- yaşlılık diye uzatıyorum içime bakmayı, hayallerim ve hayatım noktasına geldim miydi aklımın alamayacağı kocaman bir boşluk gelip dikiliyor karşıma. Güm! Bir gün hepsi bitecek. Ne ben, ne hayaller, ne şu kafamın içini patlatırcasına dolduran düşünceler, kalbimi delip akacak gibi kuvvetle akan duygular, ne ben, ne hayat, ne ben, ne hayat... Ya sonra? İliğimi kemiğimi ısıtıp beni keyifli  bir kedi gibi miskinleştiren bu güneş yine doğacak, bu insanı deli eden mehtap yine göz kırpacak karanlığa, sıcak bir bardak çayın buharı kızarmış ekmeğin kokusuna karışacak... Bense yok olacağım. Yığılıp düşecek gibi oluyorum o zaman. Kalbim hızla çarpmaya başlıyor. Dur. Tamam, artık düşünme. Bitti Ne yapıyordum ben, şu böreği fırına atayım, bir de kakaolu kek yapayım bari..."

3 Kasım 2017

iç mevsim*


Gözlerim direniyor.
Işığa,
karanlığa,
çöllere,
sel olup gitmelere.

Sızısını çekirdeğinde saklayan iki küçük küre.
Rengi koyulmamış, tanımlanmış.

Duyularımın izini sürerek aldığım yaşlar da her gün başka bir yere savruluyor. Çıtırtılarla, dokularla, dokunulanlarla, hissedilemez olanın buram buram kokusuyla... Sanki cebime dolduruyorum, ceplerimden taşanlarla uzun bir yola çıkacak gibi duruyorum, zaman kolluyorum. 
Gökyüzünün tüm renklerine doyasıya sarılma isteğim beni korkunç sınırlı hissettiriyor. 
Sanki karışmam lâzım, toz olup çözülmem lâzım ve ceplerimden taşanlardan biri olmam lâzım ama ellerim kelepçeli..

Bir yer var, biliyorum. Sanki bekliyor. Sanki karşılıklı bekliyoruz, kapısı hafif aralansa kapılıp kapatacağım kendimi toprağına ve nefesim beklediği çiçeklenme için yumuşayıp, kayganlaşıp, suyunu özüne çekecek. 
Geri verecek aldıklarını.

Göğüs kafesimde büyüttüğüm tüm canlılar, meskenlerinden çıkıp, alabildiğine vahşi, sonsuz mavi, kopkoyu ama nilüferlerin aydınlattığı bir geceye doğru soluklarının gücünü bacaklarına ve kanatlarına vererek karışacaklar evrenin bütün yüzlerine; hiçbir şeyin sureti olmaksızın.

Bir müziği var tüm bunların.

Ormanlar boyunca yankılanan. Tüm ağaçları ve tüm yapraklarını titreştiren. Titreşimlerin birbirine vurduğu, birbirinde durduğu, birbirinin olduğu, birbirinde boğulduğu..

Neftiden zehre çalan bir yeşil yürüyecek hayatla gece arasında, bir duvar gibi; bir duvarı yıkar gibi. Ayağımızın altından kayan ne varsa, tutunamadığımıza şükredeceğimiz bir mevsim olacak. Bağlarını atmış, rüzgâra kendini teslim eden, fırtınaya, borana razı gelen.

Zerre zerre yaşamanın, hücrelerinin ayırdına varmanın yüceliğiyle, canlı olmanın canlı tuttuğu bir mevsim.

Ve sonra her şey değişecek. Tüm masallar, tüm aynalar, ve her şey.

30 Ekim 2017

ekim'ler.


Her seferinde büyüyorum. Her yolun başında. Her arkada bırakışımda. Yaş almaktan başka türlü. Kalıcı izlerle, hafızamda yerler aça aça, kalbimin tozunu ala ala.

Şimdi daha cesurum, belki şu otuz yaşımda kuracağım, kurmayı düşlediğim cümlelere yaklaşmaktan, belki unuttuklarımı hatırlayıp, aynada eski bir tanıdığı görmenin heyecanından. 

Belki emin cümlelerin arkasında, nasıl da şüphesiz duruşumdan. Kalmaya mecalsizliğime inat, gitmeye güç buluşumdan. 

Bir barış imzalıyorum kendimle, omuzlarımdaki kanatları çıkarıp kaldırıyorum, dünün renkli yünleri arasına. 

Tüm düşüp kanayışlarım için dizlerimi ve günleri kendi kendime üfleyeceğim bir yolun sorumsuzluğunda, sadece kendime ait olmanın tuhaf rahatlığıyla...

Yol da, yolda olmak da çok güzel, hep. Başına çarpan sümbül kokularıyla da, geceni gündüzünü kanatan perişanlıklarıyla da. Hayatla iç içe geçtiği için, yoldaki her şey güzel. 

Yoldaki her şey, ilerledikçe -di'li geçmiş zaman. Yolun doğasından.

Eşlik etmek, zaman eklerini paylaşmak benzersiz. Ama bazı yollar kendine evriliyor. Ve her ömür nihayetinde hep, en çok kendine ihtiyaç duyuyor. 

Şimdi bütün yolların ve zamanların ve hatıra kazınacak olanların şahitliğinde; gidiyorum, akıyorum;

sular bekler..;

bozkırlar, gök yüzleri, yeşerik nehirler, mavisiyah aralıklı  geceler, içine dönük sonbaharlar, kapısı açık yuvalar, kilitli şarkılar, 

hoşça-kal'lar...

10 Ekim 2017

..değişmeyi ve nehirleri*


Biraz zamanla, biraz hayatla, biraz var olanlarla yan yana durma, dururken etrafımızı çevreleyen sessizlikle barışık olma vakti belki.

Yürüdüğüm yolların tozunu silkinip, buharlı sıcak bir duş sonrasında sabitlemek mevsimi.
Kestaneye, tarçına, balkabağının kavuniçiliğine iltifat edip, genzi yakan baharatları günlere saçmak...
Meçhul bir hayalin belirli belirsiz duyulan ayak sesine takılıp, acaba'larla çok da yormamak ağrıyan omuzları..

Belki'ler tükenmedikçe, bitmiyor bir şey. Bir şey bitmedikçe, umuda da silip götürmüyor.

Farklı yerlerde, uzak uyanışlarla kurduğumuz benzer günler kendini yürüyor. Aynı ya da farklı zamanlara doğru.

Bir buluşma düşlüyorum. Mevsimlerin birbirinin içinde eridiği, kirpiklerimizin gölgesini bile duyumsayabildiğimiz, yazlarında derimizin balıklardan ayrılmamacasına; yakamoz renklerinde pullaştığı, ayın güneşle öpüşüp narenciye kokuları akıttığı, sedirlerde uyuyakalan yalınayak bir saatsizlik. Rüzgârı, ömürde çamurlu teker izleri değil de iyot ve çimen kokusu bırakan...

Bir yer var, biliyorum...

Belki de sadece o an için, şimdi kendine dönme, biraz soruları sorguları rölantiye alıp, yaprak çıtırtılarını kucak kucak toplayıp, mutfak pencerelerini çay kokulu buharlarla kaplamak daha iyi..

Belki..

22 Eylül 2017

kozalak


Müziği kapatma ve saate bakma.
Işıkları sarı şehrin, ne tuhaf. Bize bunca düşman etmeye çalışmalarına rağmen sokakları, gece sararıyor lamba diplerinde, yağmur birikintilerinde. 
Sonunda sonbahar geliyor ve köşe bucak tarçın taşırmaya hazırlanıyor evler, kapısından ayaz sızan balkonlar.

Bu mevsimi en çok arnavut kaldırımlarında ve ıslaklığıyla koyulaşan ağaç gövdelerinde izlemeyi seviyorum. Yağmurlu şarkı listelerimi saklıyorum ve çoraplı akşamlarda dergilerden kek tarifleri kesmek, kaneviçe iğnesini parmaklarıma alıştırmak için gün sayıyorum. 
Mahallede yaşlı amcaların salep yapmaya başlayacakları gün için kurabiye tepsileri hazırlıyorum.
Avuçlarımızın leblebi karasıyla yıkanacağı, serin akşamlarda uzun ve sessiz yürüyüşler yapacağımız zamanlara yer açıyorum yünlü hurçların yanında.

Erik rengi bir rüzgâr dolanıyor şimdi günlerin etrafında. Biraz poz yapar gibi, gözlerini devirirken yanağımızdan makas alır gibi, kibirli ama çekici, baharatlı ama evcil.

Mevsim geçişlerinde iyice sabırsız bir kadına dönüşüyorum. Yola çıkacak gibi, vapurlara yetişecek gibi, kaçırmama ramak kalmış gibi, sana bir şey söyleyeceğim deyip yok olanları arayışım gibi. Bir anın gerçek mi rüya mı olduğunu kestiremeyip etrafı telaşla arşınlamam gibi.
Yaklaştıkça daha çok özlüyorum. Özledikçe kavuşmak için daha da sabırsızlanıyorum.
 
Sevdiğim şehirlere giydirip çıkarıyorum renklerini kapıdaki mevsimlerin.

Geçen sene bu zamanlar, kocaman bir pencerenin önünde yavaşça renk değiştiren,  bir sonbahara varlığını adayan yüzlerce ağacı izleyerek geçmişti. Yaşıyorsun demişti ağaçlar hep bir ağızdan, bak neredesin, bak nasıl da karşı karşıya birbirimizin değişimine şahit oluyor, kuruyor ve yeniden yeşermek, doğmak için yaprak döküyoruz..

Bir sır gibi geçmişti geçen sonbahar.

Şimdi yeniden hazırlanıyor gövdelerimiz; ıslanıyor, koyulaşıyor ve yapraklar...

Bu kez bir başka coğrafyada öpüşelim.
Çünkü telefon kulübeleri var.*

14 Eylül 2017

çok yaşlanana kadar..*


İşler hiç yolunda gitmiyor Julia.
Yoluna koyduğumu düşündüğüm tüm nabızlarım, yenilediğimi sandığım tüm hücrelerim hemen, acilen zayıflıyor. Beklemediğim kadar hızlı.
Yaz diyorum, uzak diyorum, tenhalık iyi gelecek diyorum, gölgeyi bile alevlendirebilirim sil baştan bir başlangıçla diyorum, tüm inancımı yüklüyorum, tam gaza basmışken, bir lodos. Her şey darma duman, iç, ağrıdan sızıdan geçilmiyor.
Rüyalarımı değiştiremiyorum Julia.
En sevdiğim şehri, içimdeki özlemin bozkır coğrafyasını, ağlatacak kadar güzel kışların bembeyaz hatrını değiştiremiyorum. Üzerine yeni bir güzellik edineyim diyorum, uykusuzluğum çelme takıyor. Uykudan rüyaya yürüdüğüm yolu unutamıyorum.
Orada bir yerde, hâlâ kavuniçi bir dairede birileri yaşıyor. 
Kırgınlıklarla bir yarın kuramıyorum Julia. 
Korkaklık mı, çaresizlik mi, neyse. Başka biri olamıyorum.
Daha cesur, daha dayanıklı, daha tutkulu, daha iyi biri olamıyorum.
Gözyaşlarımı yüklüğe saklıyorum, birikip birikip sel olup taşacak bir gün; onu da biliyorum. Ne var ne yoksa götürüp geriye çamurunu bırakacak bir tek. Bile bile birikiyorum, biriktiriyorum Julia.
Gitmek istediğim yerde bir yarın olsa Julia.. Ah Julia, bir olsa...
O zaman kimseyi üzmeyeceğim. Şu içimdeki zavallı can parçasını da.
Yemin edebilirim buna.
Bana baharlardan, güneşli bir yarın diksene Julia.
Kimsenin üzülmediği bir bahçe gerdanıma, kendimi bulduğum, kendim olduğum, ve o bulduğumla kalbimin eşitlendiği bir mevsim boylu boyunca..
Yorgunum Julia. Gelmekten, gitmekten, gidememekten, kalamamaktan.. Gittikçe ve kaldıkça hırpalamaktan.
Deniyorum, yıkıyorum, üzüyorum, okşuyorum sonra, kırıyorum, düzeltiyorum, değişiyorum, değiştiriyorum, sahiden çabalıyorum;
olmuyor olmuyor olmuyor.
Aldığım her nefesle bir şeye ihanet ediyorum; inandığım, sevdiğim, istediğim, olduğum ne varsa..
Olmadı Julia.
Ne sen olabildim, ne de rüyan.
Okuyup da okumamış olmak istediğim bir şey kâğıt kesiği gibi acıttı ömrümü geçen akşam.
Ben öldüm, sen ölme Julia...

8 Eylül 2017

geçişler

  
Çünkü bazen düşmek gerekiyor. İç organlarını ah'la kavuracak kazalar yapmak. Canının kıymetini anlamak için onun varlığını, yokluğunun korkusunu öğrenerek, acı acı yaşamak. 
Bazen yıkım gerekiyor. İyi ve uyumlu ve ana karışık kalmanın işe yaramadığı zamanlar var. Yumruk atılması, darmadağın edilmesi sonra yeniden bulunup buluşturulması gereken birliktelikler.
Dört mevsimin bütün bilinciyle yaşamaya alışkınlığımızla, bir yazı fanusa koyup orada bir ömür boyu mutlu kalmaya gayret etmek beyhude. Boranlar, karların daha çok kenetlediği, yakınlaşmanın buzları çözdüğü aşikâr.
Tutunmak için bir şeylerin gidebileceği, bitebileceği ihtimalini bilmek, bilmediğin yerde öğrenmek gerekiyor. 
Demirbaş gibi tükettiğimiz tüm günlerin sonunda bir şeyler büyük büyük, bazen de zerre zerre yok oluyor.
Yakalayabileceğimiz yerden bir renk, bir koku..
Belki de değecek tek şey bu.
Koşmaktan, düşmekten korkmadan anın tadını kazımak damağa.
Kaçmadan, acısına da razı gelerek..
Yolu bir noktaya varmak için değil, yürürken mevsim geçişlerine şahit olmak için kat ederek..
Belki.