5 Aralık 2017

...sandıklar*




Bir "günaydın" saati. Uyandığım bütün şehirlerde.

Kalkıp ilk iş perdeleri, pencereleri açma huyumun ben bile farkında değildim; "Açık havaya bu kadar düşkün olduğunu tahmin etmezdim." diyene kadar birileri.

Bir tomar kâğıt, akşamdan kalma.
Cesaret bulup da kendini yürüyememiş kalem...
Son -mu bilmem- cümle öyle yarım...
Sanki ona bırakmışım, bir şekilde tamamlasın diye.

Nasıl hissetti, bilmiyorum  ama anlıyorum.
Kendi gündüzümden, kendi gecemden.

Galiba büyük enkazların ağır hasarlarına rağmen bizi öldürmeyen şey bu; bu tuhaf bağ.
Kırgın yazların, kâğıt kesiği cümlelerin, acıta acıta yonttuğumuz uykuların ardından yine de başka bir olasılığa ihtimal verememek.
Eylemin karşısında duran, her şeyi yıkıp geçen, yalanlayan o iç ses.
Onun iç sesi ve derindeyken bile duyduğu, bulup çıkardığı iç sesim. Ve bizden bağımsız sürüp giden bir senkron.

Kâğıttan kendi sözcüklerimi topluyor gözlerim:

An an hatırladığım şeyler beni uyutmuyor. Zaten beni bir tek, tarihin bir yerinde yaşadığımızı kanıtlayacak o tek şey uyutabiliyor. Dokunulmasını kesinlikle istemediğim her şey, sadece hafızamda yeşertiyor kendini. 
Şiirden bir kıyı, kendi dizesini bekleyen, düş renkli.
Sonsuz bir beyaz, kimsesiz ve buzdan. Elimde, fırından yeni çıkmış ekmek sıcaklığı.
İliklerime kadar üşüdüğüm bir kasım akşamı. Bir zamanlar evim olan şehrin, artık olmayan birahanesi.
Çarşılar, çaylar, parklar, çocuklar, kitaplar, nehirler. Özlediğim duvarlar.
Gözlerimi çöle döndüren gözyaşları, rakı kadehleri, balık sırtları, sakladığım anılar, büyüten anlar....

Tüm bunların kıyısından olta atmışken kendime, sabah oluyor. Kıpraşıyor misina. Hissediyorsun ve biliyoruz işte;

"Hiçbir şey göründüğü hatta yaşandığı gibi değil, her şey hatırlandığı gibi..."

Hatırladığımız şeyler bir mi, gerçek mi derken pencere önü saksılarının diplerinden patlıyor tomurcuklar; fuşya.

İç organlarımın arasına sızıyor yaşamışlığımın kanıtı hatıralarım, hatırladıklarım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder