22 Aralık 2014

en uzun gece'm


"Kaybedince daha çok seveceksin..."

20 Aralık 2014

ya tutarsa.


Hayal ettim. Çekine çekine de olsa yaptım. Yapmasam nefesimi bırakamayacaktım.
Ölmekten korkmamaktan bu hevessizlik dedim kendi kendime.
Zamanında birisi hayat akarken sen duruyorsun, sen hareket halindeyken o duruyor gibi bir şey söylemişti. Bu hissini o zaman bilimsel bulmuştum ama tam burada, bu tarihte, bir gece yarısı ansızın aklıma üşüşen bütün ihtimallerin altında ezilmişken bu geldi aklıma. Ve hayır, bilimle değil doğrudan kalbimle ve çarpıntılarla ilgiliydi. Benim bunu duymam yirmi beş yıl sürmüşken, o nereden duydu, bilmiyorum. Bu aralar birilerinin, beni tanımadığını düşündüğüm birilerinin hakkımda hissettiklerine ve yaptıkları tespitlere şaşırıyorum. O kadar. Önce onlar keşfediyorlar sanki ve ben kendime geç kalıyorum.
Bu da hevessizlikten belki.

Şimdi yine hareketin tam ortasında gibiyim ama elimi kolumu bıraksam, oraya buraya çarpacak, yerinden fırlayıp ortalığa saçılan kalbimi toparlayamayacak gibi geliyor.
Bir yandan da geçen gün okuduğum bir şeyler aklımı dürtüyor: "Öyle cesurdun ki.." diyorum kendime. Evet öyle cesurdun ki, batıp çıkacaktın. Unuttun mu? Üstelik en büyük korkuna, ondan korktuğunu söyledin sen, daha ne olacak? 
Dahası yok. 
Her şey yenilenebilir, her şey eskiyebilir, her şey muallak bir halde kalabilir. Bütün bunlar olabilir. Her zamankinden daha fazla. Normalde olmuyor öyle. Her an başıma bir şey gelecekmiş gibi. Yani oluyor aslında ama bu kadar gürültüsüyle gelmiyor.
Gürültüden rahatsız olduğum zamanlar var. Ama bu kez rahatsız olmalı mıyım onu kestiremiyorum.

Kabul etmem gereken şeyler var. Ve kabul ettiğimde anlıyorum ki bu çok da kötü hissettirmiyor. Ya da eskisi kadar dokunmuyor. Kayışa döndü hislerim.
O kadar fazla şey yolunda gitmedi ki, şimdi müthiş dengede bir mucizenin gelip kucağıma yerleşmesi ihtimalini ihtimal olarak bırakmayı tercih ediyorum inancımda. Çünkü bozulur. Bu hep böyle. Dışarısı değil de kendi düşüncem kirletince bir şeyleri onun altından temiz çıkmam imkânsız.

Sadece, kalbimin bu aralar korku, heyecan, çarpıntı, mutlu mu mutsuz mu olacağını kestiremeyen, bekleyişten kasılan bir halde olduğunu biliyorum.
Ansızın bir şey aklıma geldi ve o andan beri yeniden hayata inansam mı, yoksa yine çekeceği harekete karşı gardımı mı alsam çelişkisindeyim.
Olacakla öleceğe çare yok demiş büyük insanlar ya, o olacakla öleceği de yatak döşeklik hale biz getirmiyor muyuz? Bilemedim.

Bildiğim tek bir şey var: Bir yer var, orayı, orada ölmeyi isteyecek kadar çok sevdim. Bir an vazgeçmeden.
Bir adam var, onu uzun mevsimler boyunca, öyle sadece midemdeki kelebeklerle değil, tarhana çorbasıyla da sevdim.
İstediğim bir şey var, kendi kendime, sevdiğim bir yerde, kalbimin "tamam bu" dediği bir şeyler yaparak uyanmayı diledim. 

Çok dik bir yokuştan yuvarlanalı bir seneyi geçti. Bu bir senede öyle kan revan içinde kaldım ki, ne demir ne bir şey, hiçbir şey geriye getirmez kan sahipliğimi. 
Ama insan inadına bir şey arıyor, çok acayip. Ölmekten korkmazken bile arıyor. 
Ve hayal kurmak feci bir şey. Vazgeçirmiyor insanı o arayıştan.
Bazen diyorum, kalbinin defalarca kez bıçaklandığına şahit oldun, yerlerden topladın şu ömrü, parçalarından yama yaptın, hâlâ "yarın" diye bir şeyden söz ediyorsun.

Çünkü durduğum yerde hareketi izliyor gibiyim. Hareket ederken de bir şey beni izliyor gibi.

Yani yok oluşa dair bir tarih kestiremeyince böyle şeyler düşünüyor insan ve 
kendine bir yer yapmak istiyor.

Demir atmak.
Artık.

14 Aralık 2014

sarı ışık sızan evlerde'n


Tanıştığımız yerde güzel ağaçlar hatırlıyorum. Genzimizden akıttığımız sonsuz ve coşkun bir su. Çubuk krakerimizi nereden aldığımızı hatırlamıyorum, ama dünyada hastaneye bakıp da güzel olan nadir yerlerden biriydi. Bir bayırı koşarak çıkardık her kırk dakikada bir. Senin hiç arkadaş olamadığını söylediğin o kızla salkım söğüt yıkamıştık bir keresinde. Söğüt Dede. Evet böyle bir ismi vardı. Karıncaların ağaçta yürümesi korkunç bir şeydi o zaman ve biz sahip olduğumuz her şey çok temiz olsun istiyorduk. 
Sahip olduğumuz her şey çok temiz olsun.
Değişmeyen bir sürü şey görüyorum şimdi yer edinemeyip de kenarına ilişmeye çalıştığım şu dünya parçası üzerinde. 
Yıkayamadığım kirleri var bazı şeylerin. Yıkayıp da akıtamadığım. Ama hep temiz olsun istediğim.
Uzun uzun susardım.
Uzun uzun susuyorum.
Baktığım bir çift göz beni o ağaçların arasına götürüyor mu emin değilim, ama hâlâ benim kaçtığım rüyalarla senin bilimkurgu senaryolarının kesiştiği bir yer var, ve muhtemel ki on bir yaşında.
Yanındayken büyümemi engelleyen bir şey var. Oysa temizleyemediğim bir sürü şey arasında öyle yaşlanıyorum ki..
Mutsuz olduğumu söylemem incitiyor bir şeyleri, bunu görebiliyorum. Ağaçları olmasa da gölgelerini seziyorum bakışında. "Deme öyle..." deyişinde hışırtısı var yaprakların. Bir güz öğleden sonrası gibi masaya dökülenlerin sesleri. Dürüstçe susma, dürüstçe konuşma çabamın arkasından illa ki bir mutsuzluk bırakmam aramızdaki mesafede kalp kırıyor. Yapacak bir şeyim olsa, böylesini tercih etmezdim. Büyümeyi etmeyeceğim gibi. Yaşlanmayı, çürümeyi. Suskunken sesimi tamamen yitirmeyi. Bir şeyleri gönlümce, dolu dolu, "şunu istiyorum" diyememem de hissediyorsun ya, büyük bir kayıptan. Hiçbir şeyin fark etmediği bu yere sen taşıma kendini. Bir şeyleri arzu etmek sağlıklı bir şey. Ve ben pek sağlıklı sayılmam. Yine de yanındayken hissettirmemeye gayret ettiğim bir on beş yıl var. İç geçirdiğin onlarca anın ardında ne aramam gerektiğini bilmiyorum. Sadece yaşayan bir şeyler olduğunu kestiriyorum, belki de buna inanmak istiyorum. Benim ölülerim ve senin yaşattıkların. Kaçtığın konularla baskınlar düzenlemek istemiyorum kalbine. Bunu yapmayı sevmem. Bazı perdeler kendiliğinden açılır, bazısı bir ömür öyle kalır. Tozlanması gerekiyorsa tozlanır. Belki de böyle olmamalıdır. Ben yolunu bilmiyorumdur. Bilmek istemiyorumdur ya da. Veya nasıl ki sen cevabımın olmadığı soruları sormuyorsan ben de zaten yitik olan kelimelerimin sakatlığıyla engelli bir koşuya çıkmayı gereksiz buluyorumdur. 
Sevdiğim şeyler var. Söylemesem de.
Bazı şeyleri açık açık söylemeyi sevmiyorum.
Ama sevdiğim bir ülkenin adını söyledim.
Bir deseni nasıl boyamam gerektiğini sordum.
Ve iyi hissettiğim yerlerde bulunmak, hissetmediklerime nazaran daha kolay "evet" dedirtiyor.
Neye evet. Yeni bir güne evet.
Beni iyi hissettirmek için yaptıklarının kıyısından, iyi niyetine evet.
On bir yaşıma evet.
Susmaya evet.
Konuşacak bir şeylerim vardı.
Gelirken yolda kaybettim.
Çünkü vapurlar şişman iç sıkıntıları için fazla güzeldi.
Ağaçlı bir şeyler hatırlıyorum. 
Onları sen de unutma.
Ve kolun, hem çocukluk bahçelerindeki, hem Gezi'deki, hem de hayatın nefesindeki bütün ağaçların kök salması için elverişli görünüyor.

12 Aralık 2014

"dönmeyeceğimiz bir yer..."


Olmak istediğim yerlerde gökyüzünden renkler akıyor. Olmalı. Kar ve renk.
Öyle bir yerden gelmiş olmalıyım diyorum bazen. Gelmediysem de gitmeliyim.
Bir şekilde ilişmeliyim o fotoğrafa. 
Coğrafi ağırlıklar oturuyor göğsümün üzerine bu aralar.
Başıma rüzgârlı ağrılar.
Sağlıklı hissetmiyorum. Gözlerim zaten görmezken, gördüğü kadarını da taşıyamıyor sanki kapaklarım. Her şey çok karanlık. Burada. Yağmurdandır. Değil. 
Yağmurla hiçbir alıp veremediğim yok. Günler karanlık. Sokaklar beton. Güneş aramıyorum, başka bir şey.
Benim istediğim zaten hep başka bir şey.
Yalnızlığın dokunduğu, kalabalığın ürküttüğü yerdeyim.
Ve biliyorum cebimdeki bilet yetmeyecek.
Daha kuzeye dair bir şey olmalıydı o.
Burada işim yok.
Gücüm hiç yok.
Sebebim, sanmıyorum.
Başka bir hayat hayali mümkün kılınabileceği için mi bu denli düzenli bir nefes veriyor her yeni gün bana? Başka bir açıklaması olamaz yoksa.
Bir süre, belki işler düzelene kadar, sahip olduklarımla mücadele edip de bir şeyleri vasatın üzerine çıkarana kadar Marion'a bakarak uyumaya, daha çok uyanmaya karar verdim.

Bir kış için en uygun renklerin uçuk pembe, çağla yeşili, bulutlu mavi olduğunu düşünüyorum. Ama ellerim çok yaşlı bu mevsim. Bu diriliğe dokunup da kirletirim korkusu var. Utandırıyor bu his beni.
Evvelsi gün sinemanın karanlığında bile saklamak istedim.
Belki de başka bir avucun nicedir kaldırıp da bakmayışındandır.
O avucun.
Sıcak.
Üşüdüğündendir belki.
Ya da hiçbirinden değildir.

Mutsuzluktur basbayağı. Sımsıkı tutup da bırakmayan.
 

3 Aralık 2014

bir çift


Basit olması gereken şeyler basit olsun istiyorum. Çok değil bence.
Bir şey, iyi bir şey yapmaya çalışırken sistemsel çelmeler can sıkıyor. Oluvermeyince minik sürprizler. Senden başka şeylere bağımlı olduğunda gerçekleşme ihtimalleri.
Zaten mutsuzuz. Zaten canımız sıkkın. Dünya zaten ağrılı bir yer.
Birbirimizin yüzüne minik güneşler bırakmamız niye bunca mesele? Zaten çok yağmur var.
Yıl olmuş kaç, hâlâ eşzamanlı olduramıyoruz bir şeyleri. 
Güzellikler, yapmaktan pişman olunacak şeylere dönüşüyor. 
Ne hakkın var buna postacı?
Kapıyı çalmaman bizi çok kırıyor.
Ve sen bundan hiç haberdar olmuyorsun.
En kötüsü.
Ama bak hava karardı ve kalın perdeleri kapatmadım.
Tülün ardında ışıkları yanıyor salonun.
Bunu anlıyor musun?


Ben de öyle düşünmüştüm.

29 Kasım 2014

-iyle Yan**


Bir akşam vaktiydi. Belki gece. Belki gece bile yırtılmıştı. 
Julia Dream çalıyordu. Çalmıyordu. Yıldızlar gibi dökülüyordu.
Senelerce ne zaman ışığı kapatsam, listeden bunu seçti.
Ben ne zaman evdeysem.
O ne zaman erkenden kalkıp işlerini ben uyanmadan halletmeye kalkışsa.
Julia Dream hep çalardı.
Ben ne zaman oradaysam.
Orada olmadığımda da çalardı. Ben öyle düşünürdüm.
Ama bir yaz günü, ayrılık şarkısıyken öğrendim o Julia'nın kalp atlasındaki koordinatlarını.
Ancak o zaman.
Bir ömür taşımak istedim sonra bunu varlığımda.

Şimdi bir mevsimin son günleri.

Ve bana diyor ki..:
"Yazdıkların..."
Yazdıklarım.
"Eşdeğer..." diyor.

Birinin en kıymetlilerinin olduğu fotoğrafa yerleşebiliyorsan,

o seni sahiden,

o sana sahiden,

...

26 Kasım 2014

ilkokul ve bazı şeyler


Girdiğim hiçbir kırtasiyede çizgisiz, dikişli, a5 defter yok biliyor musun? İlkokul çocuklarını illâ ki bir çizgiden yürütmek istiyorlar, karelere sıkıştırmak. Neden öyle? Sınırlarından taşarlar diye mi? Taşsalar nasıl yediverenler gibi dökülürler ortaya, hiç bilmiyorlar. İki gündür buna kederleniyorum biraz. Zamanın tozlarını biriktirmek için ilkokul defteri almak istiyorum. Onu kaplamak. Aynı yaz defterim gibi. Ve sonbaharın son haftasına kendini yettiremeyen gibi.

Bir mevsimin son günleri. Ben söylemiyorum. İlkokul mevsimler tablosu öyle söylüyor. Aralıkla birlikte mi başlıyor kar? Bilmiyorum. Ben denizli şehrin, yaz çocuğuyum, ama bir sır vereyim mi? Tenim kuru soğuk, içim ayaz, yazım ıhlamur, gözüm nehir çekiyor. Karı tahmin bile edemezsin. Edersin aslında. Bilirsin. Bana iyi gelen şey, oluşumumdaki bütün yer ve zaman unsurlarını yerle bir eden bir karşıtlık. Aslında diyemem ki; denize kıyım yok. Belki mevsim aşkımdır bu ciğerime ciğerime kazınan iklimsel duygular. Bilmiyorum. Ama mevsim tablosunu dört çarpı üç; deli gibi seviyorum. 

Bugün Mecidiyeköy'de otobüs beklerken yağmur yeniden yağmaya başladı. Yağmur hep Mecidiyeköy'de otobüs beklerken kendini tutamıyor çünkü. Ben yağmur olsam, ben de orada sabırsızlığıma yenilirdim. Deniz oldum, elimden bir şey gelmiyor. O düğüm düğüm insanın, yığın yığın aracın arasında hayata sabretmek epey zor. Kızmıyorum hiç, yağmur gölgelerimizde çıtırdayan yaprakları yıkıyor, sokakları temizliyor ve suya değmek, suyla yürümek, suyla büyümek; hep güzelleştiriyor bir şeyleri. Belki Mecidiyeköy'ü bile. 
Bir tek kedilere üzülüyorum. Çünkü ıslanmış tüyler üşütüyor onları.
Sabah bizim paspasa Tozluk gelip kıvrılmış. Kapıyı kitlerken botlarımda tepindi. Katı birlikte indik ama peşimden çıkmak istemedi, yağmurda üşümekten korktu. Korkusunu öptüm ben de.

Burada her öğünümü onlarla paylaşıyorum. Akşam yemeği yalnızlığı, paylaşılan ve yalnızlıktan çıkan bir şey oluyor o zaman. Hazır mama vermesinler istiyorum, çünkü alıştırıp da vermeyi kestiklerinde, çöplerden ve bizim çıkardıklarımızdan hiçbirini yiyemez hale geliyorlar. Ve hayat çok çetin. Olmaz ki öyle yapay, kanserojen, kıtır kıtır şeylerle. Soğuk şeylere bağımlı hale geliyorlar. Sıcakcık, et sulu pideler kıyıyorum halbuki ben onlara. Küçücük mideleri ısınmasın mı?

Bazen kederleniyorum böyle. Sahip olduğum karanlıklar dışında başka şeylere. Bundan bahsettik biraz, evvelsi akşam mıydı, rüyada mıydı, rüya kadar kısa bir gezintide miydi, alışığı olduğum, yapraklı bir kanepe kenarında mıydı, sana bıraktım. Şarabî bir geceydi. Mazhar'la kendimize, Ahmet Kaya'yla sokağımıza, ve geriye kalanlarla birbirimize üzülüyorduk. Şiirlerin, şarkılara karıştığı, neye üzüleceğimizi şaşırdığımız, sonra bu şaşkınlıkla birbirimize sarıldığımız, iyi ki'si, keşke'si bol, öyle kalbe yakın bir akşamdı. Öyle akşamlar baş ucundaki çerçevelerden, kalp aynalarından eksik edilmemeli.

Bugün çok konuşuyorum. Bazı günlerin fibrozit ağrısı omuzdan ele varmakla yetinmiyor. Sessizlik de çullanmasın, ağrı ağrı üzerine binmesin diye bu kadar laf- söz oyalanması. Gerçekten.
Belki de çizgisiz bir defter edinemediğimden. Henüz. Bütün bunlar onun arasına sıkışacaklar listesinde ama, işte...

Yarın kalkıp evin ampullerini değiştirmeye çıkayım. Biraz mandalina almaya.
Çünkü vücuduma giren vitaminleri önemseyen birisi var.
Anne değil.
Ve bazı insanlarla konuşmak böyle değil. 
Sadece nefes tüketmek.
Yoruluyorum.
Canım hiçbir şey istemez oluyor.
Belki mandalina alırsam.
İster canım meyve, renkler ve ...

24 Kasım 2014

3.


...
-Ne tuhaf, biz her zaman her yerdeyiz ikimiz-
Şarap içmişiz, üşüyoruz
Dışarda dünya silinmiş
İkimiz ikimiz ikimiz
Böyle birkaç defa ikimiz
Sonra ki bir fotoğrafa dönüşüyor her şey
Nasılsa
Sarı emmiş, mor çekinmiş, kahverengi bir fotoğrafa
Sahi, kalınca bir şey giyinmeliyim ben
Üşümüyorum da
Bende herkes var, diyen bir kızın titrek
Sesleri dökülüyor kucağıma
Dudaklarım kan mavisi bugün.

Edip Cansever

19 Kasım 2014

dolu


Sevgili ....,

Sana bir şeyler yazmaya karar verdim.
Belki çizmeye de.
Zaten her şeyin başladığı yerde hep bu kararı veririm.
Zaman zaman kıymetlenir, zaman zaman da önemsenmez.
Görmezden geldiğin zamanlar olduğunu biliyorum.
Buna kırılmamayı, daha doğrusu bu konu üzerine düşünmemeyi öğreneli epey oluyor.
Ellerimi sevip, kalemimi sevmeyebilirsin.
Bunu anlarım.
"Ellerimi sevmen yeterli" demeyeceğim ama.
Sevene kadar yazacağımı söylemek daha kuvvetli bir şeylere çağırıyor çünkü. 
Sevdiğim yazar adam bir alıntı yapmıştı: "Baştan çıkarma eylemi 'hayır'lardan yılmamak demektir..."
Sözcüklerimi itmediğini biliyorum ama kollarını açmadığını da biliyorum.
Ve bu sessiz kalışlar senin de söz ettiğin gibi, karşındakinin savını onaylıyor.
Ben susuyorum, sen bu suskunluğun üzerine bir kelime koymuyorsun.
Yorumlarına ihtiyaç duymuyorum.
Duygularına olduğu kadar.
Her gece biriktirdiğim bir şeyler var.
Bunu daha önce de, başka not defterlerinde, başka kelimelerle yapmışlığım ve yine eski değil nostaljik görünümlü bir şeylere sarmışlığım var.
Hoşa gidiyor diye değil.
Hatıra olmak, kalmak istemekten.
Kalmak istemek.
Evet böyle bir derdim var.
Bugün çok sevdiğim bir filmi tekrar izlerken, kardeşim beni o Fransız kadına benzetti.
Küçük şeyler meselesinde.
Herkesin kendine özgü özellikleri olduğundan ve de her kaybın bir kayıp olduğundan bahsederken.
Ve küçük bir kızken okul yolunda ağaç gölgelerini izlediğinden söz ederken.
Bu gibi şeyler esnasında.
Mutlu oldum.
Ve belki de verip de uyguladığım bu karar da bir ağaç gölgesinin rengini yakalamaya yanaştığı içindir.
Posta kutunda okumadığına çok emin olduğum şeyler var.
"Okusaydı, bilirdi ve sormazdı" dediğim şeyler.
Okumadığın bütün cümlelerimin üzerine bir dolusunu daha hazırlıyorum.
Çünkü bir gün geriye bedenlerini yitirmiş bir şekilde bir tek onlar kalacak.
Ve işte o zaman özlemek gerçek anlamını bulacak.
Ve belki de,
o zaman beni "sahiden" dinlemek isteyeceksin.
Buna çaba harcayabilirim.
Biliyorsun.
Biliyorsun ama korkmuyorsun.
Ve bütün kırılan şeyler, hep bu korkusuzluklar yüzünden.
Onu da biliyorsun.

9 Kasım 2014

için telefon kulübeleri*


Üşümem büyüyor.
Karın ağrım büyüyor.
İçimdeki hortumsu, tsunamimsi girdap büyüyor.
Göğüs kafesime sıkışık filler büyüyor.
Kaçamadığım, savaş alanı gibi rüyalar büyüyor.
Yalnızlık zaten hep büyüyor.
Çıkış kapısının yazısı büyüyor, kendisi küçülüyor.
Yollar büyüyor. Mesafeler daha çok.
Otobüste hemen arkamda oturan adamın dizi büyüyor.
Ardından durak isimlerini asla göremediğim camların buğuları büyüyor.
Caddelerdeki insanlar çok büyüyor.
Çocuklar. Büyüyorlar. Büyümeseler.
Filmlerin dakikaları, dizilerinki daha çok.
Bir şeyler aklımda çok büyüyor.
Sofraya dizeceğim tabaklardan kaçı yoğurtlu olmalı mesela?
Kabak sevenler, sevmeyenleri sevince ne olacak?
Hem makarnanın, hem pizzanın karbonhidratının sağladığı mutluluk da göbekleri büyütüyor.
Mutsuzluk büyüyor.
Gerçek şeyler büyüyor.
Eller büyümüyor.
Çalışan insanların hafta sonları da büyümüyor.
Kimbilir, belki balkondaki orkideler de büyümüyor.
Dışarıda bu yıl sonbahar büyümüyor.
Oysa November Rain'e yakışacak kadar büyük bir şeylerin zamanındayız.
Gerekli şeylerin büyümediği yerden selam.
Büyüdükçe mutsuzlaşan, umutsuzlaşan şeyleri aniden tutup öpmek filan.

28 Ekim 2014

Verme...


İnsanlar, olaylar, olmayanlar, tarihler, geçmeyen saatler, kış tarifeleri, yalnızlıktan geçiştirilen kahvaltılar, mecal bulunamayan gündüzler, uyku tutmayan çarşaflar, çıkmaz sokaklı kabuslar, anlamının peşine düşülmekten vazgeçilmiş şarkılar.

Bunlar.

Bütün bunlar arasından.

Aldığın o bilet.

Öpecek her şeyi.

Ve ben,
belki de yine uyuyabilirim;

kokunu dönüş biletine bagaj vermezsen...

21 Ekim 2014

dök..


Aniden rahatsız olduğum ses kendi sesim. Yan yana gelmiş sözcüklerden bir anlama varmadıkça, söylenilenin yankısı olmayacağını çoktan öğrenmiş olmam gerekiyor.
Oysa anlatacak bir şeyim yok. Uzun zamandır yok. Konuşmak bir anlam kazanmıyor nicedir, niye öyle inatla kendi tonumdan istifa edecek kadar cümle kuruyorum.

Bir yere vardığım yok, gittiğim hiç yok. Vazgeçip kaldığım da yok.
Pişman olmayı dilediğim anlar var.
Kalbimin inatla takıldığı çelmelerden olmayı başaramayan zamanlara şaşıyorum.
Üzüntülü olan akşamlara meylim vardır çünkü.
Üzüntülü olmam gerektiğinde neredeyim peki.

Duymak istediğim cümleler kurulmuyor diye duyulması bir şey değiştirmeyecek nicesini kendim kusuyorum.
İmlâlarım da kaybolmaya yüz tutuyor.
Eskiyor bir şeyler işte.
Sorulara veremediğim yanıtlar var.
Rutine bindirmek istemediğim bütün cevaplar sabah alarmı gibi, ertelesem de sadece belli bir süre yoklar. Sonra yine, yine, yine.

Kaybettiğim kelimelere eklenen inanç da kederli bir apartman isminden dökülüyor.
Ömürle ilgili umudumu çok yaş alıp, sona kendi ayakları üzerinde varamayan manzaralar törpülüyor.
Çok ağladığım zamanlar bitmiş gibi görünüyor.

Peki şimdi.
Gözyaşımın notalarını unuttuğum yerde, daha mı iyi her şey.
Sevdiğim insanların posta kutularındaki tebrik kartıyken, şimdi kalbin içerisinden acıtarak geçen kırgın bir broş gibiyim. Bir yere takılsa düşecek gibi, tedirgin, gülümsetmeyen, sızısı olan, sanki düşse "İğnem düşmüş hay allah."tan ibaret.

Öyle yorgun ki her şey.
Yerleşiklik kazanan şeyler öyle açıkta bırakıyor ki üşüyen omuzlarını günün.
Isınıp da varlığı kucaklayacak gücü yok.
Beklediğim bir şeyler yaratıp perdelerini açıyorum salonun.
Gelen yok, giden eksik olmuyor.
Seyrele seyrele, bir şey olmaya olmaya.

İki ay önce yazdı.
Ve artık saymaktan sıkıldığım mutsuzluklarına bir yenisini daha ekliyorken, bir şey oldu.
İyi mi oldu denizin o halini görmek, beyaz bir sayfada belki de tek ve güzel bir anı edinmek.
Yoksa sayfasını doldurup kapağını kapattığın o defter, şimdi ortalama bir şeylere dahi izin vermiyor mu.

İçimi bulandırıyor günler.
Beklediğim sözcükler kayıp.
Beklemediklerim çok fazla.
Çizginin neresinde durduğumu bilmiyorum.
Uzun zamandır bir şey bilmiyorum.

Bir şey olmuyorum.
Bir şey olmak.
Olamıyorum.

13 Ekim 2014

hafta dönümü


Sevdiğim her şeyi sevmeyi sürdürüyor gibi hissediyordum. Sevdiğim meyveler ve sevdiğim çarşaflar hiç değişmiyor gibi. Sevdiğim sokaklar, içmekten hoşlandıklarım, tadına doyamadıklarım, hayatıma kollarımı açarak aldıklarım, alışkanlıklarım, sevdiğim kitap isimleri, anısı kalan banklar, yeşiline gözlerimi yasladığım parklar, ...
Sevgi yitirilen bir şey mi emin değilim. Ama eskiden evim olan bir şeylerin artık yerimi yadırgatacak kadar yabancılaşması ürkütücü. Sevgi mi kendini öldürüyor, kollarım mı yorgun düşüyor, kalbim mi kışa hazırlanıyor?
Üçü de birbirinden kırıcı.
Ekimin çikolatalı süt günü, yine çikolatalı sütsüz bir şekilde geride kaldı. 
Ve hazırlandığım birkaç bir şey var. Bu "üç yer tasarlamak" gibi.
Ne olacağını bilmiyorum.
Sokak aralarında ismini beğendiğim ve muhtemel müziklerini beğeneceğim barların yüksek taburelerine tırmanıp iki tekilden bir tık üst bir çoğunluğa ulaşmamak suretiyle kutlamak istediğim hayat parçacıkları var. Sevdiğim. Sevdiğimden emin olduğum.
Yüzümü acıtan, kendimi eve basmak isteyeceğim kadar ağır hissettiğim bu günlerin bitiş çizgisini de az çok kestirebiliyorum. 
Biraz kahve lâzım.
Kahvenin yanında mücadele etmeyecek uykular lâzım.
Biraz Çanakkale domatesi, biraz Ezine peyniri.
Bölge tesadüfi.
Peynir helvası dahil değil lüzumlular listeme. O arsızlığım.
Bölge tesadüfi mi. Belki de değildir.
Bir süre minimal yaşamaya başlıyorum.
Bir sabaha karşı şu kapıdan bir taksiye atlayıp lunaparka gideceğim güne kadar, kendimle baş başa, ve olabildiğince ağırlıksız.
Sonrası kasım.
Yün, kahverengi, yaprak çıtırtısı ve şansım yaver giderse tarçını bol sıcak şarap.
Şiir fazlaca dahil.

26 Eylül 2014

artık dar gelir bana..*


Katıksız günlerin bütün dakikalarını ilişiklendirebileceğim kadar çok şey birikmiş.

İçerisindeyken fark etmediğimiz nice sonbahar geçmiş sütlü, tarçınlı, elmalı gülücüklerle.

Sabahları uyanıp da aynaya bakmaya tahammül edemediğim her an başka bir ayna kendiliğinden gelip de öpmüş günü.

Kışlar beklenmiş.
Daha çok karlar.
Rengârenk giyindiğim kara mevsimlerde bunca fotoğraf çekildiğine göre hoşuna gitmiş bu durum. Halbuki zihnimdeki algı çok başkaydı.

Yalnız ve evde, tamamen yalnız ve tamamen evde olduğum şu eylül, ne zaman mutfağa girsem, bir şeyler yuvarlanıyor tezgâha. Nasıl anlatılır, mantarlar, kabaklar ve omletler, her şey toprağını yitirmiş ve çoktan çürümüş ve soğumuş gibi. Ama yine de omletleri hep senin yaptığın gibi yapmaya çalışıyorum. Olmuyor. Ama eğer varsa her kahvaltıma hâlâ önce salatalıkla başlıyorum. Aslında bunu alay ediyorsun diye özellikle yapmaya gayret de ediyorum galiba.
Yine de her tencere ve tavaya illa bir damla gözyaşı da katılıyor.  

Pijamamdan sıyrılamadığım bu ardışık günlerin etrafından kediler bile geçmek istemiyorlar.

Kendime kendimi hatırlatacak bir şeyler yapmaya kalkıştım şu sıralar.
Sır gibi biraz. Ama pek de değil aslında. Yayılmamasını tercih edeceğim ama lafı açılırsa da konuşabileceğim bir şey sanırım. Pek karar vermedim. Sadece borçlu gibi hissediyorum kendime. Kendime de.

İçimde sürekli olarak nereye koyacağımı aradığım ve asla bulamadığım bir özlem var.
Ben çok uzun zaman "Özledim" diyerek başlamamışım güne. Günlerimden özlemi çıkarıp atacak kadar dolu bir şeylerin ortasındaymışım. Kıymet bilmezliğim orada da kendini göstermiş.

Hafta sonlarını bekleyecek bir şeyim kalmadı biliyor musun?
Sıkılırdım oysa. Koskoca bir hafta beklemekten. Şimdi çarşambalar da cumartesi, perşembeler de pazar, pazarlar zaten pazar. 
Her gün dilimliyorum domatesleri. Gününe bakmaksızın. Aynı şekilde değil. Yarısı illa ki kalıyor. Bu hüzünlü bir şey bayım. Bir domatesi dahi tüketememek. 

Artık alışveriş yaptığım yerler de biçimlendi. Haberin olsa hoşuna giderdi. Haberin olmuyor.
Kendimi yapamadığım ne varsa yapmaya zorluyorum, sanki ansızın müfettiş gelecek gibi.

Bu aralar ne oluyor bilmiyorum. Korkuyorum sokaklardan.
Belki de o sevdiğim ve bildiğim ve öğrendiğim sokakları bunca özleyişimi bastırır mı korkusudur.
Sokak köpeğimi özlüyorum. Boynuna ve şişmanlığına sarılmak, ağzına salam tepmek istiyorum.

Bir cumartesiyi cumartesi yapan ne varsa, sokaktaki pis atıştırmalıklarla yaşamak istiyorum. Mısır, gevrek, dondurma yiyip üzerine oralet içelim, akşamına illa ki sevdiğimiz barlardan birinde iki biraya varalım istiyorum. Nereden baksan hamburger de yiyebilirim. Veya o en sevdiğim fırından geceye ayrılacak bir muzlu pasta almanı da isteyebilirim. 
Artık iştahsızım ve bu beni eğlenceli bir insan yapmıyor.
İnanır mısın bilmiyorum ama eve geleceklere tatlı yaparken tencerenin dibinden dahi bir parmak çalmıyorum. 

Uzun zamandır bir şey de içmiyorum. Aynı senin de dediğin gibi. "Dışarı çıkıp iki bira içmek bile değişiklik haline geldi. Hayat çok boktan." Evet, tam olarak bu. 

Ağustos muydu. Öyleydi. Ne kadar kısa bir zaman geçmiş ve bana nasıl da bir ömür gibi geliyor.

Böyle şeyler saçmalamayı kendime yasaklamıştım aslında. Çünkü biliyorum, şimdi oradan bakıldığında güçsüzlüğüm zavallılaştırıyor bir şeyleri.
Ama günler birbirini nasıl tüketeceğini düşünürken bu çok da umrumda değil sanırım artık.

Yorgunum.
Bu boşluğun içerisinde oradan oraya savrulmaktan çok yorgunum.
Evden çıkmıyorum.

Okuyup, yazdığım, izlediğim, dinlediğim ve hatta çizdiğim şeyler var. Bütün bunlar nasıl da mutlu haberlerdi değil mi bir aralar. 
Oysa ben sokaklarda başı boş, etrafa bakına bakına gezinmeyi istediğim bir sonbahardan dökülüyorum.
Tüm sokaklarda değil. 
O sokaklarda.

Peteğime birisi taşınmış.
Bu nereden baksan beni hıçkıra hıçkıra ağlatan bir haberdi.

17 Eylül 2014

geldi sonra, bir anda*


Boynumdaki ağrı, gece kıpırdamaksızın yatıp da sabah sağ kolumu uyuşturan, kalın perdelerin koynundaki, hafiften süt, geceden dudak ısırtan baharatlı kokudaki ağrıya benzemiyor. 
Sızının güzelliğini sen de biliyorsun.
Boynum öpülmedikçe geçmeyecek, bunu da bilmeni istiyorum.
Sol tarafımı himayesi altına alan bu tutmazlığın neyle şaha kalkacağını da sadece şu en soldaki biliyor. 
Elinden gelir ya, gelmiyor.
Sonbahar gelince buraları tuhaf bir kaldırım kenarı yapraklığı kaplıyor.
Kahveler bitmek istemiyor.
Biterlerse sanki ev de bizi terk edecek gibi geliyor.
Bu çoğul konuşmak niye.
Çoğullaşma isteğinden mi, tek başınalığın kelimelerinden ürkmekten mi.
Kalabalığın soluğunu içime çekmeyeli epey olduysa da, 
yine sadece bir kediye ihtiyacım var gibi.
Belki bir iş.
Belki daha fazla şiirli gün dilimleri.
Eskinin içimi kanırtmasına da güzelleme buldum.
Aslında.
Uyumuyorum ve uykusuzluk da uyumak kadar, belki ondan daha fazla sızlatıcı bir şey.
Aklım karışıyor.
Beklediğim tarihler geldiklerinde atlıkarınca dönmüyor.
Ya da denize çok yakın bir yerde suların en ama en güzel rengini yakalayıp, tam o anda baş döndürücü bir şey içmiyoruz.
Veya okşanmıyor sırtı, eğrilmiş dünün.
Elbette omzumdan koluma ve parmak uçlarıma ve elbette boynumdan başıma yürüyecek bu ağrı.
Ve elbette omzumdakiyle boynumdaki sevişip bir acı eşiği ölçümü yapacaklar ki en soldaki en kadar kıpraşabiliyor görelim.
Bazen diyorum.
Yaşlanmaktan ve ölümden korkan insanlarla konuşmak dahi niye ikna etmiyor akışına bırakmaya.
Belki de çoktan bırakılmıştır.
Ve belkisizdir belki.
Belki de akışına bırakmanın dahi istediği çabayı yutmuştur kurutucu yaz.
Sahici bir sonbaharla yıkanmadıkça temizlenmeyecek tozu şarkıların.
Uzun zamandır dinlemediğim şarkılara olan vefasızlığımı, birkaç yeni şarkıya takılıp kalarak örtmeye çalışıyorum.
Ama bilirsiniz;
çivi çiviyi ne zaman söktü ki.
Varlığını yok sayamadığın bir şeyin, şu kıpraşmayı yaratacak yegâne kuvvetin sahibi olduğunu da unutamıyorsun.

3 Eylül 2014

yer bulamamış


Yine terk edildim.
Yine kapıyı açtım.
Yine bir bilet.
Yine yersizlik.
Yine ellerimde ağrı.
Yine istemsizce plan yapmanın hayat tarafından reddi.
Yine söz geçmeyen bir ritim.
Yine aynı müzik listeleri.

Uyku kısa ömürlü. Gitti. Hemen. Döner dönmez.
Bozkırdan sonra bu nem beynimin bütün boşluklarına doluyor. İki buçuk sene sonra baş ağrılarım kendini bağırıyor.
Yarın gidiyorum. Üçü beşi yok. Günler eksiliyor.
Cebimde çok anahtar. Sütlü kahve içenlerin kendilerine edinecek bir yuva aradıkları doğru mu sahiden? Öyleyse neden bütün sadeciler demirbaş da ben dalga dalga.
Damarlarımı gördüm. Ama sanki ellerimin formu değişiyor. Değişmese de ağrıyor. Aynı şekilde. Belki eskisinden beter. Boynumdan koluma ve oradan da tanımak isteyen parmak uçlarıma.
Hayat hep şekil yapıyor. Karizmatikliğinden değil. Bizi bozmak orgazm olmasına yarıyor, ondan.
Gittim, geldim, ben kendimi yenemedim. Adeta üç günlük sancıyım. Boşa mı temmuzdu. Boşa mı kalabalık caddelerdi yazın konuşlandığı? Göğüs kafesim sancıyor.
Müzik listesi filan yok.
Böyle zamanlarda hep bir ilâ iki arasında gidip geliyor. Arabesk sevilecek eylülmüş gelen.

31 Ağustos 2014

Ç.


Bir şerbet rengi.
Uykunun rüyaya varma arifesindeki o kısacık an.
Uykuya dalmanın, bilinci uçurumdan attığı o kısacık an ya da.
Uyku rengi.
Suların maviliğiyle karışık.
Denizlere kirazlar dökülüyor rengi.
İç deniz.
Ve iki güzel adamla deniz kabukları topladığımız o su kenarı.
Kuru yosun yığınlarına bakarak ruhu seviştirmenin mümkün olduğu bir yer var.
Suyunun kenarında uyanmaktan haz duyulacak sahil beldeleri.
Gözyaşına dayanan bir yazın son perdesi.
Denizin ancak bileklerimizi yalayabileceği yakınlığında bir dilim limonlu kek yiyor hissi veya bir dilim kavunun yayılgan kokusu.
Çarşaflara karışan temizliği çiçeğinin.
Kadının.
Veya adamın.
Ve mutfak pencerelerinin seslendiği gün batımlarından genze düşen kızarmış biber rayihası.
Bir avuç dolusu kumdan değil, bütün avuç dolusu kumların içinden deniz minarelerinin çıktığı bir yer var haritada.
Ve kalbin, kendini nereye bıraksa gece bitkilerinin büyülü yeşiliyle ayaklandığı.
Erik ağaçlarının baktığı sular var.
Bir biletle gidilebilen, ve cennetten parça koparılabilen ağustosu var ömrün.
Bir sonbahar başlayacaksa,
hakkını verdi yaz.

Bu bir rüya değildi.
Ama ilk kez rüya görmekten korkmadım yirmi beş yılın dört gününde.

24 Ağustos 2014

Klavikula


Ne senin eğlencen olmak istiyorum ne de senin benim eğlencem olmanı. Seni sırf zevk için incitip, bizi birbirimize bağlayan o belirgin bağları karmaşıklaştırmak, seni dizlerinin üstüne düşürüp sonra tekrar ayağa kaldırmak istemiyorum. Kaotik bir hayatın görünür yüzü. Kalplerimizi çevreleyen halkanın bize yol göstermesini istiyorum, korku vermesini değil. Seni tahammül edebileceğinden daha yakınıma çekmek istemiyorum, ne de bağların gevşeyip yanlardan kendimizi asmaya yetecek kadar ipin sarkmasını.
...

Kemiğin kemiği. Etimin eti. Seni hatırlamak için dokunduğum kendi vücudum. Böyleydi, burada ve burada. Fiziksel hafıza zihnin sonsuza kadar kapatmaya çalıştığı kapılardan sendeleyerek geçiyor. Mavi Sakal'ın odasını açan bir iskelet anahtar. Acıyı ortaya çıkaran kanlı anahtar. Akıl unut diyor, beden inliyor. Köprücük kemiğinin orta noktası beni mahvediyor. Böyleydi, burada ve burada.
...

'Bir gün bu da geçer...' Asıl sorun yaratan klişeler. Sevdiğin birini kaybetmek hayatının sonsuza kadar değişmesi demek. Bir gün geçmiyor bu, çünkü 'bu' sevdiğin insan. Acı geçiyor, yeni insanlar giriyor hayatına, ama o boşluk asla dolmuyor. Nasıl dolsun?.. Kalbimdeki boşluğun şekli sensin, senden başka kimse dolduramaz onu. Bunu neden isteyeyim hem?

Jeanette Winterson- Bedende Yazılı*

20 Ağustos 2014

kabuğumu..



"kadını dalga sesinden dokumuşlardı
ay ışıklı ve kumsallı kırılıyordu..."



Çok uzak bir zamandan çıkıp geldi. Bana sorulsa kenarları kalkmış, sararık bir fotoğraf gibi derdim. Ama ona sorulduğunda kanlı canlı, içerisinden en görkemli renklerin fışkırdığı yazdan kalma manzaralar anlatıyor. 

Yıllar sayılmış, ceplere konulmuş, sonra birer misket halinde güneşe tutulmuş ve şimdi toprağa saçılma vakti gelmiş. 

Bir zaman hikâyesinde kendime yer edinmeyi düşünmeyişimden midir bilinmez, ben çok şaşırdım.
Kendimi yedi sene öncesinin bir yerinden çekip çıkartacak mecalim var mıydı bilmiyorum, düşünemedim bunu ama, hafızam sahici bir kırılma yaşıyor akrep ve yelkovan arasında.

Ansızın.

Çok beklenilmiş beni bu sulara atmak için. Bütün cümleler biriktirilmiş. Benim unuttuğum tarihlerin hepsi tekrar tekrar yazılmış bir yerde. O kadar kalıcı noktalar konulmuş ki aralarına, hafızamın tozuna utanmaktan kendimi alamıyorum.

Cam göbeği suları severdim diye gitmeme inanamamış insanlar varmış geride bir tarihte.
Veya yağmurların ardından parklara çıkıp salyangoz sevişlerimi aklının bir kenarına işlemiş.
Ne ismimi, ne cismimi, ne sözcüklerimi ne de belirtili nesnelerimi unutmuş insanlar.
Kendi aldığım hediyeyi anımsayamazken, kıyılardan toplama taşlara ev anahtarlarını takmışlar da yaz yaz saklamışlar.

Rembrandt dedi sonra. Yine utandım. Öyle bir deftermiş verdiğim. Denize atılmış ardımdan. Belki de o suyun dibine takılı kalmıştır yaram.
Bu araftaki hal, olamadığım bir denizin ağırlığının dibe çöküşündendir belki.
Her şey ne kadar eski ve ne kadar da yeni.

Tüm bunlar çok çocuktu oysa.
Yedi değil üç sene geriye dönüp de baktığımda, ki bakamıyorum ancak durakalırım, yine mi çocuk manzara, yine mi oyun parkı diye sormadan edemiyorum. Değil gibi oradan buraya taşıdığım kırık deniz kabukları. Bağlanmayan yaralar, bir kadının. Onu biliyorum. 

Tükettiğim cümlelerin ardından gece üç sessizliği düşüyor ya güncel tarihime, onun kumu bu kalbimden dökülmeyen. 

İnsanları yıllar değiştirmiyor. 
Değiştirmiyormuş, yeni öğrendim.
Kırık cümlelere aşık olmamın tarihi çok eskiden.
Kırılırız, kırılırız da üçe beşe yediye bakmadan, biriktiğimizden haberimiz olsa eksilmelerimiz şiirliğince güzelleşirdi belki..

Zaman geçiyor.
Kalmışım yitip gitmeler arasında, bir yerlerde, bir sahillerde, bir semt adına ilişebilmişim, yanlış anlamışım bazen, sesime hakim olamadığım yerde kırıldığım sessizliğe yeniden batmışım, ama mişler ve mışlar. Ve iyelik ekleri.

Hepsini ben yürüdüm. 
Unuta unuta, adım adım.
Saklayabildikleri de var. Zihnimin değil kalbimin. 

Bir vapurda bir an bıraktığım bir elin kırgınlığını unutmadım. Bir yatağın penceresinden gördüğüm o ağacın altında ağlayışımı da unutmadım. Çantamdaki zarfın içinde kalbime bahar bahar dökülen o dörtlüğü de unutmadım. Ne o sonsuz siyahlığında gecenin çim yeşilinin ve sırtımdaki kışın ne de o trafik lambasındaki uzunluğunu kırmızının. Okul bahçesindeki o bankta bana anlatılanları, nehir boyu mutluluğumun ıhlamur kokusunu unutmadım, unutmadım.

Unuttuğum şeyleri affetmesini istediğim insanlar var.

Affedilmek bir ömrü öpen tek şey çünkü.

Öpmesini istediğim insanlar var.