17 Eylül 2014

geldi sonra, bir anda*


Boynumdaki ağrı, gece kıpırdamaksızın yatıp da sabah sağ kolumu uyuşturan, kalın perdelerin koynundaki, hafiften süt, geceden dudak ısırtan baharatlı kokudaki ağrıya benzemiyor. 
Sızının güzelliğini sen de biliyorsun.
Boynum öpülmedikçe geçmeyecek, bunu da bilmeni istiyorum.
Sol tarafımı himayesi altına alan bu tutmazlığın neyle şaha kalkacağını da sadece şu en soldaki biliyor. 
Elinden gelir ya, gelmiyor.
Sonbahar gelince buraları tuhaf bir kaldırım kenarı yapraklığı kaplıyor.
Kahveler bitmek istemiyor.
Biterlerse sanki ev de bizi terk edecek gibi geliyor.
Bu çoğul konuşmak niye.
Çoğullaşma isteğinden mi, tek başınalığın kelimelerinden ürkmekten mi.
Kalabalığın soluğunu içime çekmeyeli epey olduysa da, 
yine sadece bir kediye ihtiyacım var gibi.
Belki bir iş.
Belki daha fazla şiirli gün dilimleri.
Eskinin içimi kanırtmasına da güzelleme buldum.
Aslında.
Uyumuyorum ve uykusuzluk da uyumak kadar, belki ondan daha fazla sızlatıcı bir şey.
Aklım karışıyor.
Beklediğim tarihler geldiklerinde atlıkarınca dönmüyor.
Ya da denize çok yakın bir yerde suların en ama en güzel rengini yakalayıp, tam o anda baş döndürücü bir şey içmiyoruz.
Veya okşanmıyor sırtı, eğrilmiş dünün.
Elbette omzumdan koluma ve parmak uçlarıma ve elbette boynumdan başıma yürüyecek bu ağrı.
Ve elbette omzumdakiyle boynumdaki sevişip bir acı eşiği ölçümü yapacaklar ki en soldaki en kadar kıpraşabiliyor görelim.
Bazen diyorum.
Yaşlanmaktan ve ölümden korkan insanlarla konuşmak dahi niye ikna etmiyor akışına bırakmaya.
Belki de çoktan bırakılmıştır.
Ve belkisizdir belki.
Belki de akışına bırakmanın dahi istediği çabayı yutmuştur kurutucu yaz.
Sahici bir sonbaharla yıkanmadıkça temizlenmeyecek tozu şarkıların.
Uzun zamandır dinlemediğim şarkılara olan vefasızlığımı, birkaç yeni şarkıya takılıp kalarak örtmeye çalışıyorum.
Ama bilirsiniz;
çivi çiviyi ne zaman söktü ki.
Varlığını yok sayamadığın bir şeyin, şu kıpraşmayı yaratacak yegâne kuvvetin sahibi olduğunu da unutamıyorsun.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder