23 Aralık 2020

"varsayımlar, yoksayımlar ve galata kulesi"

 

Dönüp bu zamanlara baktığımızda "özlemek" üzerine bir ağıt yaktığımızı göreceğiz.. gibi bir şey okudum geçtiğimiz günlerde.

Göğsümde sızlayan özleme bir arma gibi işlendi bu söz.

Başka insanlar mıyız artık?

Ben bu kaybolmuşlukta en çok, şu an üzerimdeki bu yıpranmış, kılıksız, buruşuk, tenimi dalayan, rahatsız ve benim olduğuna asla inanmadığım kıyafetle kalakalmaktan korkuyorum.

Kendimle bağlarımı koparmaktan...

Bilmediğim bir insanın içinde olmaya alışmaktan, direncimin yetmemesinden..

Bütün varlığım, halatların sağından solundan çıkan ince, sivri ipliklerin kaşındıran, acıtan hissiyle kaplanıyor. Aynı, bitmeyen çocukluk kâbusumdaki o korkunç his gibi; acı, kaşınma ve yol yol izler..

Ve koparılış.

Kâbusumu çok iyi tanısam da aynadaki surete yabancılaşıyorum git gide.

 

Bir gün gelip de sevdiğim için içime, nefesime, tavrıma, ismime, jestlerime, alışkanlıklarıma, gözyaşlarıma, heyecanlarıma, öylesine duruşuma işlemiş şeyleri unutmaktan çok korkuyorum.

Bir yokuşu çıkarken ciğerime yapışan gökyüzünün naneli şeker tadını ve sarılgan hissini...

Sokaklar boyu avuçlarımı sürüklediğim duvarların pürüzlerini...

Pastane vitrinlerinde yapışıp kalışımı..

Sokak aralarını,

gece yarılarını,

apartman boşluklarını,

içimden taşan ve dürtülerime söz geçiremediğim 

bir suyun akması gibi kendiliğinden olan ne varsa, hangi duygumla açığa çıkıyorsa onu...

Kimin hatırasında nasıl hatırlanıyorsam, anılaşan hallerimi yitirmekten korkuyorum.

Kendi giysilerimi.

Soyunabilmeyi ve dokunabilmeyi.

Çay bahçelerini, vapur demirlerini.

 

Sahi bu şehrin kalabalık yalnızlığında sığındığım;

dizlerimi yakan örtülerinin üzerinde ciltlerce yazı yazdığım,

taşkınlara sebebiyet verecek kadar ağladığım,

heyecandan öldüğüm, pusuya yattığım,

çok ortalıkta ama hiçbir yerde olmayı başardığım denizciler ülkesini işgal etmişler.

Etrafını dev duvarlarla çevirmişler.

Tutsaklığımız aynı değil de ne.

Kayboluşumuz.

 

Biz bir daha nerede buluşacağız?

Ben bu kadını nerede bulacağım?

Nerede karşılaşacağım onunla?

Gittiğimde orada olacak mı?

Eski, hatırladığım sen kalacak mısın?

 

Bütün bunlar olurken; kendimi kendi avuçlarım arasından akıp gidiyor gibi hissederken belki tek bir dilek hakkım vardır.

Ve ben onun için içimde bir dal güçlendirebilirim, yürüdüğüm yollardan topladıklarımla,

henüz hatırladıklarımla...

Oradan yolumu bulup akabilirim belki yeniden.

Ve lütfen.

 

Çatkapı gelirim bi' de.

Sormadan, davet beklemeden,

elimde çiçeklerim, üzerimde en sevdiğim kazağım,

ceplerimde kimbilir hangi oyuncaklar, şiir parçaları veya taşlarla...



4 Aralık 2020

kendini hatırlat*

  

Günler upuzun. Günler birkaç saniyeden ibaret. Tarihlerini takip edemediğim, kendimi 4'ünden kaldırıp 5'ine taşıyamadığım takvim yaprakları..

Kutlanmaya değer her şey kendisini eksiltiyor. 

Mevsimler geçiyor.

Bazı anların yaşanıp yaşanmadığından bile emin olamıyorum bazen.

Anlat desen koca bir boşluk, sus desen içimden taşmayı bekleyen üzüntülü bir haykırış.

Tadını çok sevdiğim hiçbir şeyden artık o tadı almıyor,

yapmayı sevdiğim şeylere asla takat bulamıyorum.

İçimde çağlayan her şey bir kenarda buz tutup kendini koparıp atıyor.

Sarılıp sımsıkı, uzun uzun ağlayabilsek..

O zaman iyileşiriz belki.

Belki o zaman yıl da kapanıp, yeni bir sayfa açmaya yakıştırır kendini.

 

 

23 Kasım 2020

"Bana kalbin lâzım..."

 

İçim çıkasıya ağladım. İnsanların bir anları, bir ömrün dönüp dolaşıp geldiği, bir cümlenin içine oturan o duyguları paramparça ediyor beni.

Antika pazarından almadığım; alamadığım, bakmaya, dahil olmaya cesaret edemediğim o fotoğrafların parmak uçlarımda cız etmesi gibi,

sahafa verdiğim kimbilir hangi kitabın hangi sayfasında, hangi altı çizili cümleye kimbilir kimin bir sigara yakacağının dumanlı ağırlığı gibi..

Aştığımız yolların zorluğu, vardığımız şehirlerin fabrika bacalarından tüten isli ve sisli dünlerinin buğusu, yolda olmanın omuzlarımıza bıraktığı, bir türlü geçmeyen bozkır kimsesizliği ve vardığımız yerde kabuğumuzu kıvırıp yuva bellediğimiz sıcaklığın baharı..

Anımsıyorum. Ve anımsamak, bir anının içinde hâlâ nefes alabiliyor olmak yakıyor ciğerlerimi. 

Kalbimin yerini hatırlıyorum, kuruyan gözlerimden fışkıran damlalar suluyor içimi.

Çok koşmaktan ve çok yorulmaktan paslanan kalp kaslarım var çünkü. Bir anda, öyle bir dizinin bir yerinde, bir diyalogda hatırlayıp ne yapacağımı, nereye koyacağımı şaşırıyorum kalbimi. 

İnsan kırılmaktan, üzülmekten korkmuyor aslında. Kırılmış, üzülmüş yerlerinin uzun zaman sonra, belki de hiç beklemediği bir anda çatlaklarından su aldığını fark edince çok bocalıyor. Zor olan o belki de. 

Bu olması gerektiği için olmuş, söylenmesi gerektiği için söylenmiş, yapılmaması gerektiği için yapılmamış bütün kurallı ve planlı her şeyin ortasında hıçkıra hıçkıra ağlatabilen bütün o anlara, o kalp zamanlarına sonsuz minnetle...

Anımsamaya çok ihtiyacımız var, zor da olsa, acı da...



27 Ekim 2020

içtepi*

 

Dün en sevdiğim yazar ismimin üzerine tıkladı ve takip et'e bastı.

Çok sene önce, sanırım lise sondaydım, net hatırlayamıyorum ama tam burada yine kendisiyle nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde böyle bir şey gelişmişti aramızda. Sesimi duyurmaya uğraşmıyordum oysa, ihtimal dahi verebileceğim bir şey değildi ama o bir şekilde benden haberdar oldu ve benim için çok yankılı bazı olaylar gelişti.

Hayatta yaşadığım en acayip ve her hücremi aynı anda uyandıran, aşırı şaşkınlık duyduğum şeyler listesinde ilk sıralarda yer alır bu olay. Ve dünkü olay.

Üzerinden nerdeyse 15 sene geçmiş olmalı. Hâlâ en sevdiğim yazar tarafından, ondan bahsetmediğim halde bulunabiliyorum. 

Bu aklıma geldikçe sokaklara çıkıp bağıra çağıra şarkı söylemek, her şeyi; çay bardağımı öylece tezgahta bırakıp, ışıkları bile kapatmadan , sadece boynuma şalımı dolayıp bozkırlara, denizlere, sazlıklara, bayırlara yürümek istiyorum. Toprağı avuçlamak, okuduğum tüm şiirleri tek tek yazmak, bütün çiçekleri koklamak, o içimde ağırlaşan, sakız gibi uzadıkça uzayan anlamsız görevleri, açıklamaları, işleri güçleri suya akıtıp, gökyüzünün tozuna, bulutuna, yağmuruna, çiyine, karına, yeline karışmak...

Bazı şeyler çok ayarsız, çok plansız, çok kendiliğinden.

Hayat bazen çok tanıdık ve kendinden bıktırmış bir sima.. bazen de  biraz aklı havada, çokça Leyla.

Ama soyununca da müstesna. 

Bazı şeylerden çok eminim. 

Bazı aşklardan, bazı yollardan, bazı gecelerden,

bazı büyütülen ama söylenmeyen şeylerden.

Görünmeyen kucaklaşmalardan,

dudaklarımızın kenarına kıvrılanlardan.

Ezberimize tutunan dizelerden.

Sıcaklıklardan.

Ve kesişimlerden.

Bir ömür seveceğim yazarlardan.

Edebiyat hocalarından,

sigara dumanlarından,

coğrafyalardan.


Burada başlamış olan her şeyin kutsallığından..*


19 Ekim 2020

"Sana ağlamak yasaklansın"

 

Yağmurlu bir Cihangir köşesinde kendi selimin içinde çırpınıyordum.

Bir denizin, bir gözyaşı yağmurunda boğulduğu görülmüş şey mi?

Ya da kendi akıntısı tarafından bir canavar gibi yutulduğu..?

Böyle bir şey olmaz.

 

Olsa bile, 

kocaman kanatlarını açıp seni oradan kurtaracak

veya gökyüzünü şöyle bir silkeleyip, tersyüz edecek

üzerine silme güneş atacak o şey çok uzakta olamaz.

 

Kalbini unutma, masalını bırakma

küçük deniz.


Bak nasıl da aşk.

Nasıl da ekim, yeniden.



1 Ekim 2020

çamaşır iplerinden geriye'

 

Odamdaki küçük ışıkların en yakın arkadaşım tarafından romantik bulunduğu,

bazı romantik anların şarkısız kaldığı,

en sevdiğim yaşımın üzerinden sekiz sene geçtiği,

kalbimi yerinden oynatan barların ve parkların ve bankların çarpık kentleştiği,

bazı kokuların izini kaybettiği,

kalbimin zihnimi kurşuna dizdiği,

ve yüklemsiz cümlelerin gizli örtümüzün altına kaçtığı

gecelerin sabahladığı, 

sabahların utandığı

bir zaman, birkaç zamansızlık.


Bir yere gelmişim de varamamışım gibi,

öpülmüşüm de kızarmamışım gibi, 

düşmüşüm de kanamamışım gibi..


Özlediğim her şeyin toplamı ne ediyor,

trenler, sağır duvarlı bahçeler, bacaklarımı sarkıttığım korkuluklar, annemin kalabalıklar arasında elimi tutuşuyla tutunamayışlar, soğuk odalarda saklanan sandıklar, bir anneanne büyüsü gibi kalan çocukluk, ilkyaz gibi ilk gençlik, okuduğum her şeyden geriye kalan yarımşar hisler, otel odaları, bizim odalarımız, baktığımız deniz, İzmir, öylece bırakılmak bir aşkın dibinde, bir radyo kanalında ayrılmak her şeyden, bir nehirde yıkanıp arınmak dünden, yuvasız kalmak en bildiğin yerde ve bir çatı edinmek tepelerin ardında..Tutunacak dallar büyütmek tam da büyüdüm dediğin tarihte, uyunacak omuzlara konacak kanatlar çıkarmak yoktan..

 

Sevdiğim her şeyin toplamı ne ediyor.

Okunmayı seven cümleler, çatkapı gelişler, prangasından kurtulan salılar, yağmura bırakılan sevişmeler, inatçı oyunlar, sessiz masallar, gökyüzünün isimsiz renkleri..

Bedenimin içinde dolaşan, boşluklara yayılan, organlarımda sızlayan, tenimden taşan, zihnimi dörtnala atların rüzgârlara karşı koşuşu gibi dizgininden kurtaran ve her şeyi bir bütün halinde ehlileşmiş, uslanmış bir surete büründüren bu şeylerin içinde yüzüyorum.

 

Yıllardan çok önceydi. Şiir okuyorduk. Şiirle vuruluyor, şiirle kanıyorduk.

O zaman da gecelerimiz kısaydı,

ama şimdi, 

akreplerle yelkovanlar arasında esir.

Ne yazık, ne tuhaf, ne bilinmez,

belki de ezbere, belki de iyi ki'lerle..

 

Bir renk söyle bana,

ellerimi tut sonra.

Çünkü bir gece ancak böyle sabah olurdu yüklemsiz ayetlerle dolu kitabımızda ve rüya olmadığına yemin edebilecek olsam bile

rüya olmadığını iddia edemem bir şeylerin.


Sen anla.

 

 

22 Eylül 2020

between the bars*

 
 
Sarmaşık kaplı duvarın dibindeki yeşil masada bir başlangıcın renklerini konuşurken, tam o anda mevsim değişti.

Tenimde yürüyen ve bütün zerrelerimi tersine tarayan rüzgâr bu anı sevdi.

Üşümeyi değil ama sarmalanmayı özlemişim, belki bu yaz buruk bir sevinç gibi, tadı damağımda kalan kısa bir flört gibi öyle ani, öyle bir çırpıda, öyle her yanımıza bulaşamadan geçtiği içindir..

Birkaç gün önce gece lambalarının ve ağaç gövdelerinin  altında yirmi yıllık bir büyüyü bozarken de fark ettim; sevdiğimiz mevsimler hep kısa ömürlü bir yandan, kaybetme korkusu yakamızdan düştüğü anda kendi ömrümüz ışıltısı yitik, sizler, bizler, ikimizler donuk renkli.

Bazı anıları onca gösterişli yapan şey de bu olsa gerek. Sahip olma isteğinin keskin köşeleri, esnemez değerleri.

Gözümüzdeki perde mi kalkıyor, bir davanın peşinden tutkuyla koşarken yaşlanıp yavaşlayıp  daha mı konformist oluyoruz her şeyi gevşetecek kadar ya da o hiç görmediğimiz kendimiz bir çanta dibinden gözümüzü alan ayna parçasında suretiyle mi karşılaşıyor.. Bilemiyorum.

Değmek, değer olmak, değer vermek, değerli tutmak, ayırmak, kendine saklamak, sırlaştırmak, kendinden bile sakınmak ve sonra atfettiğin tüm o değerin aslında sadece kendi inşan olduğunu fark edip kalbine, ruhuna, bedenine sığdırdıklarına ve onlardan taşırdıklarına hayret etmek. Saklamak da dahi anlamında bu olasılıkta.

İnsan bu yaratıcılığını çıplak gözle fark ettiği anda bir yerde bir şey ölüyor. Galiba birbirine çarpmak, yüksekte beraber çarpışmak, beraber alçalmak, birlikte kanamak, kendine çarpıp yalpalamaktan, duvarlar boyunca kanamaktan daha has.

Hayatı tutkulu yapan şey ya da şehvetini açığa çıkaran, hüküm sürmek istediğin toprağın vericiliği. 

Şimdi daha iyi anlıyorum bazı şeyleri. 

Yankımızı, titreşimlerini sessizliğin,  gerilimini mesafelerin. Gıcırtılarını zincirlerin. 

Kurduğum şehirlerden hangilerinin bir yangında kül olup, hangilerinin tarihimizi yazacağını..

Bilmiyorum, ama anlıyorum.

Bazı yorumlarıma ve bir ihtimal olabilir olasılıklarıma artık pek katılmıyorum.

Aynı yerde sabit durmanın açığa çıkardığı onca şeye hiç durmadan şaşırıyorum.

Keşfetmeye başlıyorum aramızdaki duygusal mekaniği; doğayla, insanla, aşkla, anılarla..

Gidenin yolları, kalanın rızasıyla. Ama en çok kuranın sebatı ve inancıyla..

Kendim görmediğim bazı rüyaların içindeki biçimlenişimle..

Bazı büyüleyici şeyler bazen sadece içimizdeki kuytularda, bazen de tutamayıp saçtıklarımızda. Birimizin büyüsü ötekine çarparsa, saplanırsa ya da kapılıp onunla gürül gürül akarsa;

işte o zaman başka bir rüya.

Şimdilik eylül dudaklarımda, bilmediğim bir şarkının en iyi bildiğim notasında..

 

 

9 Eylül 2020

"adınız geliyor aklıma..."


Geçen sonbaharda minik ve neşeli adımlarla dans ediyorduk. 
Ceneviz'in on yıldır diz yakan masa örtülerinin üzerinde yine, bıkmadan, ardı ardına çaylar... 
Geçen sonbahar kalbimin haladını attığım nehrin kıyısında ateşler içinde kıvranıyorduk.
Trenler gelmese de, güneş ısıtmasa da başka bir büyüyüşün izini sürüyorduk.

Hızlı geçti zaman, ağırlıklarını hatırlamamak güzel. 
Şimdi bir pencereden giren havanın, kendini ötekine taşıyacak mecali nihayet bulduğu aralıktayız.
Hareket halinde olan şey sadece rüzgâr gibi. Oysa bu büyük, hastalıklı ve ağdalı bekleyişin yarattığı devinimi sonra çok konuşacağımızı hissediyorum.
Duran her şeyin zamanını beklediğini görüyorsun değil mi?

Bir meridyenin yayından kimbilir ne zaman fırlamış şiirlerin tıbbi atıklara rağmen sokaklardan toplandığı, pencerelerden taştığı bu erken eylüller bir şey söylüyor. 
Doğrulaması belki dünümüzün. 
Sahi hangi ağacın gövdesinden yükseldik biz? Taşıdığımız kökler hatırlıyor mu doğduğu coğrafyanın suyunu, tuzunu, bereketini..

Ve yüzlerimiz ve zamanlarımız ve öğleden sonraları okulluların, sabaha karşı mavilikleri sinemadan çıkmış insanların...

Unutmaktan korktuğum yol tarifleri nereye çıkıyor şimdi, defter aralarına sıkıştırdığımız gecelerimize hangi gökdelenler batıyor? 
Farkına varmadığımız şairler hangi sızımıza doluyorlar?

Bir anlatabilsem diyorum bazen.. Yavruağzı, toy heyecanlarımı.. Ardımdan sürüklenen; zihnimin sandıklarında iğne oyası katlanışlarımı, üst üste kalışlarımı. Kıvrıldığım yerden çaresiz kopuşlarımı.
Kağıttan gemilerimi avuçlarımda batırışlarımı..

Ne kalır eylüllerden geriye.. Cayır cayır yandığımız bozkırların bir zamanlar sırtımda karlar eritişi mi, iki gevreğin susamlarıyla muşambalarda fallanan iç çekişler mi, kocaman bir swing out'la dertten tasadan bir ömür uzaklara gönderiliş mi...

Şimdi uyku ve kalem tutmayan her şeyin kıyısında, kucaklamak için bekliyorum eksiğini, fazlasını, iki adım belki de üç gerisini.

Biraz şarkıya ihtiyacım var bu mevsim için. Ceplerimi dolduracak dizelere ve belki birkaç haikuya. Öpe öpe kuruttuğum çiçeklere, oyuncaklarına neşe patlamalarının, unuttuğumuz sokak lambalarının mırıltılarına, kenarı kıvrık, sarı notlarına öpüşlerin ve buharına demli gençliğin.
Bir denizin kimbilir nerede, nasıl dalgalanıyor oluşuna..
Bir yara bandı, belki birkaç leblebiye..

Hoş geldin sevgilim, salyangozlar da uyanmak üzeredir.
Kal yanımda, eylül hep kalbimin bitişiğinde, sevdiğim aktörler yakışıklı bir vedanın silinmez busesindedir.
Gözlerim sonbaharda, sonbahar geldiğim yollarda..
Hadi öpüşelim..; sevdiğim iskeleler batmadan, çiçekçiler şehri terk etmeden.. eskisi gibi bozacılara sığınan utancımızı yıllarımızdan, yollarımızdan esirgemeden...


13 Ağustos 2020

su katılmamış*



Doğmanın eşiğine geldiğim yerin gökyüzünü bunca tanıyor olmak çok hoşuma gitti. 
Son 10-15 günde en içine yerleştiğim an bu olsa gerek. 
Yağmurun şiddetini dahi biliyor, kestiriyor olmak.. 

Belki kendi suyumun tanıdıklığıdır bu.

Şimdi çok derine; çocukluğuma ve hatta rahimdeki oluşumuma falan uzanacak bir ilişkiler yumağı kurdum ama neyse.

Annemin suyuydu, denizle gökyüzünün birbirine çözünmesiydi, ismimin gelişmesi, yağmurun sonuçlanmasıydı derken boğulurum gibi geldi oralarda. 

Doğadaki en sevdiğim su türünü sormuşlardı yakın bir zamanda; şehvetimle bağlantılı bir soruymuş. O an eğlenceli, şu an mantıklı geldi.

Kısacası suyun her biçiminde roman yazabilecek durumdayım şu an ama, sellerde can çekişmesini istemem kimsenin.

Şimdi sanki bir ikinci yarıdayız.

Eve gelişim aşırı yüksek bir hâl yarattı içimde. 
Hemen düşmesin istiyorum. 
Korkuyorum biraz "ortalamalardan", "eh"lerden. Yaklaştığını hissettiğim anda huysuzlaşıyorum.

Jeanette Winterson'ın 9. sayfasındaki o Avustralyalı ben miyim yoksa?

Tuhaf bir kabuğa giriş, keşif ve kendime karşı çekincesizlik deneyimledim. 
Bu da hoşuma gitti.

Pervasızlığın göz altlarımdaki morluklara bile iyi geldiğini söyleyebilirim.

Harcadığım ve biriktirdiğim her şeyi çarpıştırdım sonra, iyi oldu bu kavga dövüş. Bazen bir dürtmek gerekiyor ya içindeki o narı*...

Şimdi sanki o aradığım albümü, şarkılar bütününü, çalma listesini artık her neyse onu bulursam, kokularını hatırladığım anların resmini çizebilirsem, biraz da sularımı çarpıştırabilirsem olanca şiddetiyle belki de kendi kendime kendi büyümü yaparım. 

Kaçan kaçsın, kalan kalsın. Yüksekten korkanlar kendi muskalarını taksın.



"Ağustos. Tartışıyorduk. Sen aşkın her gün böyle olmasını istiyorsun değil mi? Gölgede bile 33 derece. Bu yoğunluk, bu ateş, vücudunu yarıp geçen yuvarlak bir testere gibi bir güneş. Avustralyalı olduğun için mi böyle bu?"


28 Temmuz 2020

olduğu gibi, olamadığı kadar


Kalbimde genişleyen bir renk var.

Bu cümleyi yazıp bırakmışım.
Keşke bırakmasaymışım.

Sonra ne oldu.
İçime bir kırgınlık yerleşti, rengimi ondan kaçırmaya çalışıyorum ama genişlediği için saklamak, sakınmak pek kolay olmuyor.

Her seferinde aynı yerimden aynı şiddetle kırılmam normal değil, olmamalı. 
Aslında şiddet bir kenara, kırılmam da normal değil galiba ama n'aparsın bazı kalpler yersiz hassas.

Şimdi çok ay sonra gidiyorum. Daha çiçekli olacağımı düşünmüştüm aslında, gittiğim coğrafyanın renkleri arasında kamufle olacak çeşitli sevinçli ve huzurlu pıtırcıklar açar içimde kendiliğinden diyordum. 
Hevesim kaçtı. 
Emek veresin olmayan bir şeyin rastlantısal olarak iyi sonuçlanacağı düşüncesine tutunmaktan başka bir şey gelmiyor elimden şu an.

Evden çıkasım yok. Soğan rendelerken fark ettim de ağlamak ihtiyacım bastırmış kendisini bir süredir. Gidince daha da birikir kuvvetle muhtemel. Dönünce de coşkun bir sel olur taşarız belki kapıdan pencereden.

Söyleyecek ya da konuşacak hiçbir şeyimi doldurduğum çantam da ağır çekiyor. Bilinir ki yola ağır yükle çıkmayı hiç sevmem ama inatla o yükler yüklenir omzuma. Tamam teker de dahil duruma, ama bu hafifletmiyor bir şeyi.

Çok sıkıcıyım bu aralar ve çok sıkıcı durumlar içinde. Akışını bulamayan her şeyin o zoraki ilerleme çabasına dahil olmak sıkıntısındayım.

Bazen diyorum, 
diyorum ki........

Sonra utanıp vazgeçiyorum.

Bizi bu utanmalar mahvedecek biliyorum.


14 Temmuz 2020

bi' fazla

  
Göğsümün orta yerinde devasa ve nefis renkte bir zambak açmış gibi şimdi.

Bildiğim şeylere yaslanıp, bilmediklerimi heyecanla kucaklıyorum. 

Zamanında çok içimi yoran ne varsa, zihnimdeki ve kalbimdeki ve anılarımdaki iplerini çözüyorum; dinlensinler, eklensinler tebessümlere. 

Doğduğum yerin sevincini, kalbimin genişlediği yerin heyecanını, doyduğum yerin mücadelesini birbirine bağlaya bağlaya çıktığım yokuşların bu yerinde, yepyeni bir duygu keşfediyorum.

Kapımı çalan sevinçlerden korkmamanın büyüsü belki, ya da sabrımın kendisini köklü ve her zaman gölgesinde yerimi ayıracak bir ağaca dönüştürmesinin gizi veya sadece ait olduğumu bildiğim anlara yerleşecek güce sahip olduğumu fark etmemin güveni..

Coşkuyla yaşamak diye bir şey var. Ortalamadan daha fazlası.

Her yaş atışımda o da bir tık yükseltiyor değerini.

Akrebin yelkovanın ağırlığından sıyrılan, 
rüyalarla barıştıran,
hayallere yaklaştıran,
çok cesur, çok sade, çok mütevazi, çok kendi halinde, çok güçlü,
toprağa, suya, cana yakın
gülmeyi unutmayan, sızlamayan, sızlanmayan, sızlatmayan,
zambağını soldurmamak için özveri gösteren,
kuş seslerinin duyulduğu, 
her yeni günün hediyeleştiği,
her anın kutlandığı,
yormadan, zorlamadan, 
akışında ve devinimde yerini bulan bir yaş dilerim ömrüme yarına yaklaşırken..


"Hava çok hoş,
kuşların tuttuğu yerler berrak."


3 Temmuz 2020

en güzel halinle...*


Uzakta bir yerde, ama içimize en yakın noktada...
Üzerimizde biriken her şeyi soyunup, bir hayali giyinerek..
Ardımızdan sadece çiçekli zamanlarımızı sürükleyerek...
Gölgelerimizden kurtulup, bulutların arasından yer açarak...
Bir kokunun, bir tadın, bir suyun izini sürerek..

Zaman duracaksa da,
geçecekse de,
birikecekse de...

Bir dilek tuttum, 
372'den geriye saydım,
30'dum 31'e merdiven dayadım,
her dakika aynı hayali kurdum.

Şimdi rastgele oturduğum bir ahşap sandalyeyle başlayan, nar ağaçlarının ortasında büyüyen ve gökyüzünün en sevdiğim rengiyle, toprağın en sevdiğim kokusuyla, mavinin en sevdiğim derinliğiyle köklenen bu masalı bir kez daha öpmeye hazırım.

Belki öptükçe sonsuzlaşır.


12 Haziran 2020

sabırla göğe...*


İnsanın yaşadığı yere tamamen yerleşmesi çok hızla olmuyor. Kalbi yumuşatmak çok ince bir iş ve çok uzun bir yol.

Şimdi bir bebek bir de minik cüsseli salyangozumla, kuş cıvıltıları içinde, en sevdiğim renklere bakarak güneşin tenimi gıdıklamasına ve üzerimden geçmesine karşı koymaksızın bırakıyorum kendimi. 
Dışarıda olan bitene inat içimin bahçelerinde çiçekler açması hoşuma gidiyor.

Belki de ihtiyacım olan, olabildiğince yerleşmekmiş. Salyangozlarım gibi, kabuğumu benimseyeceğim, gerekirse günlerce, haftalarca, aylarca aynı noktada kalarak ağırlığımı ve iç doğamı keşfedeceğim böyle bir aralıkmış.

Bu aralar durduk yere gelip tüm dinginliğimin ortasında patlayacak gibi çarpan kalbimi de sakinleştirmeyi başarırsam büyük bir yol kat etmiş olacağım bence.

Kendimce bir yaz, içimin küçük avlularından sızan mutlu pırıltılar, habersiz gitmekler, daha habersiz köklenmeler...

Bu zamana dönüp de baktığımda hatırlamak istediğim bir büyüyüş var.
Sahici bir keşif ve dönüşüm.
Kalbimin tökezlediği yerde günlerin, günlerin sıkıştığı yerde kalbimin genişlettiği dilimler..

Fazla sese ve söze gerek olmadan, vücudumun isteklerine sonsuz saygı duymayı başararak uyandığım günlerin akışı büyülü.

Biraz burada dinlenmek, güzel bir müzik eşliğinde, bahçedeki kedilerin şahitliğinde ciğerlerimi doldurmak ve hiçbir derde dokunmayan kadehler kaldırmak istiyorum.

Dönüp baktığımda bu zamanın rengi; gökyüzünün en sevdiğim rengi olacak.
 

3 Haziran 2020

saklı tarif


Eller... Ellerin verdiği güç. Ellerin değiştirdiği madde. Ellerle biçimlenen malzeme. Buradan mı başlamalı bir tarife?
Yoksa duyguların mise en place'ından mı?
Her birinde farklı bir hissin coşkunluğuna kapıldığım bir sürü damak oynaşması...

Gizliyorum hepsini aslında, ama bazı iletilemeyen duygular için ya da anlar, anılar.., ortak bir dil yaratabiliriz belki ve benim içimde patlayan havai fişekler bir başka kıyıda bir renk cümbüşü yaratabilir. Olamaz mı...

Havai fişek değil tabii o; portakal. Avuçlarına çarpa çarpa ısınmış, erimiş, kakaosuna doygun bir çikolatanın içinde patlayan turuncu zerrecikler.
Biraz çocukluk, biraz şefkat..; illa ki yumuşacık bir muz kokusu.
Azıcık da heyecan; kıtırtılı, çıtırtılı. Her lokmanda dilinin teklifsizce arayıp bulmak isteyeceği.

Her şeyin dilde ve yayıldığı tüm uzuvlarda biraz tutkun ve edepsiz ve şehvetengiz olmasını seviyorum.
Bir akşamüstünde, rüzgârın gelip bilek içlerimi öpüşünü, usulca gıdıklayışını hatırlıyorum. 
Bu insanı keşfe iten, maceracı ruhunu dürtükleyen, bir yerden atlamak üzereyken merakına kapılıp uçmasını sağlayan his: Vişne bahçesi.

Neye, nereden başlayacağımı bilmiyorum ama duygusunda yaşayıp, duygusunu avuçladığımız şeylerin tadını kazımak istiyorum bütün dünlere. 
Dişlerin arasından taşmak. 
Soğuk ısırıklar bırakmak düşülen tarihlere ya da yekten, üzerinden buharı tüten, kavruk, akışkan eriyişlere katmak çoğulluğu.

Bu belki bir özlemin, belki bir zaafın, belki koyu bir gecenin, belki neşeli bir fotoğrafın parçası olmaktır.
Yaşamın içgüdüsel anlarından taşmaktır.
Aldığın nefese, avuçladığın hamura, heyecandan patlayan kalbine değendir.

Bu belki de hayatın büyülü bir yanını keşfedip içine usulca, bir fiske tuz atmaktır. 

 

1 Haziran 2020

biraz daha


Kullanmam ucuz özgürlüğü sana sığınırım
Azarladığım bir dünyayı suya bırakıp
Günlük dövüşü en uygun yerinde keserek
Ve kan biraz daha akar durur, akmalıdır
Bir çaresizlik sanırım, öfkem büyür uğunurum
Oysa bir çiçek bir güzel dünyaya bakmalıdır
Ve kuytulardan, unutulmaktan tek tek
Ölülerimiz toplanacaktır.

Senin yıldızların güneşlere dönüşür
En karışık en bozgun bir öğle uykusunda bile
Ve sonsuz sevinç taşıyan bir çığlıktır
Bir suyun bir başka suya karışması
Kanları çökelirken bir soylu tabakta
Bir bahar anlatıcısının
Bir mutluluk dülgerinin
-Gecelerde ve yalnızlıklarında hepsi üşür-
Ölülerimiz toplanacaktır.

Ne kadar hüzün geçmişse dünyadan
Ne kadar acı geçmişse yaşayacağız
Hepsini yeniden, bir bir dünyada
Dünyadan ve dünyayla sana sığınırım
Acılardan ve hüzünlerden değil
Kaçmalardan ve korkulardan değil
Çünkü bir güçtür sıcaklığın kollarıma
Çünkü kanları, kanları, kanları hatırlarım
Çünkü ölülerimiz toplanacaktır
Ve yüceltilecektir bir mavide.

Haberlere, yorumlara ve büyük tirajlara
Asalak otlara karşı, türeyip giden
Bir sun'i ilkahla üreyip giden
Bir soya, bir sanrıya karşı
Kuşanıp kahramanca tek silâhını, kanını
Diri bir su gibi gidenleri hatırlarım
Odalarda ve güzel bir dünyada
Sararırken bir başına eski güneş
Yıldızımız uzak bir iklimde
Bir tüfek olacaktır. Bir tüfek
Ölülerimiz toplanacaktır.

Ve bizim bir haziranımız
Bir yıl kadar yetecektir dünyaya
Çünkü yoğun ve ateşle yaşanmış
Çünkü ellerimiz, başımız ve kanımız
Hayasız pençelerini kokuyla gizleyen
Bir olgu olmayacaktır sana
Ölülerimiz toplanacaktır
Doldurulan bir kıyı gibi.

Anılacaktır bir general pantolonundan
Nasıl sezgiler ve gerekçeler çıkardığımız
Nasıl kırgın ve nasıl umutlu olduğumuz
Bir şenliğin başlangıcından ve sonundan
Sığınmamız da anılacaktır.

Ölülerimiz toplanılacaktır
Kenar köşe kasaba hanlarından
Deniz en güzel aşıkken ayışığına
Küçük ve karanlık odalarda öldürülenler
Direnerek ve akarak ölenler
Yüceltilecektir
Anılacaktır ölümleri

Bir şehir akşamında herkes kaçışırken
Ormanlar bir çözülmeye bozulurken
Karanlığa kanıyla karşı duran
Kanıyla ışıtan, yalazlayan karanlığı
Yalnız ve dayanıklı gecelerinde üşüyen
Ölülerimiz toplanacaktır.

Biraz daha kan, kan ve suyun akışı
Ey suyun güvenli akışı
Sana bir yamaç gerekmez mi
Ki sonun özlemine hızla varsın
Ki sen varsın, akıtılmış kanlarla varsın
Ve kan ve akışın o soylu tabakta
Ormansız bir halka sunulacaktır
Bir orman olarak 
Ona sığınılacaktır.

Sana sığınılacaktır kırılıp toplanınca
Sana sığınıyorum kırılıp toplanınca
Değil sonsuz girdiçıktısına yaşamaların
Ey en güzeli, en gürü bütün çeşmelerin
Ayın ve denizin sahibi ve su içmelerin
Sana sığınılacaktır
Ve kuytularda, dağlarda, alanlarda
Akıtılan ve akıp gelen kanlarda
Bir sabah büyük büyük ateşler yanınca
Eller temizlenecektir
Bir tören olacaktır
Ölülerimiz toplanacaktır.

Turgut Uyar

 

26 Mayıs 2020

raylar boyunca'


"Bir kadını ancak sana mektup yazdıktan sonra tanırsın." diyormuş birisi eskiden okuduğum bir hikâyede. Dokuz sene önce not etmişim bunu.
Yazdığım mektupları düşündüm, aldığım mektupları... 
Şehirleri, evleri, denizleri, nehirleri, şiirleri.
Çocukça bir misillemeyle başlayıp, sonrasında kendi derinime, dehlizlerime kapı açan "şiirsiz an yaşanmamış andır" kuralımı da hüzünle suladım arka bahçemde.

Bir anda özledim kendimi. 
Asla açmaya cesaret edemediğim cümlelerime ihtiyaç duydum. 
Kimdim ben? Beynimin ve kalbimin uzlaştığı bir koca unutulmuş tarihte hangi yollardan geçmiştim sahi? Üzerine iddiaya girilebilecek kadar emin olduğum "yok öyle bir şey'ler" nasıl da dikiliverdi karşıma.

Çok korktum. 
Bir kez daha korkudan titredim. 
Bu kadını buraya getiren tüm yolların, zihin haritamdan istemsizce siliniyor olması, tarihsizlik ihtimali, bir ömrün böyle bulanıklaşması...

Size mektup yazmış mıydım? 
diye soracak olmaktan öyle çok korktum ki... 
Belki de kendime yazdığım mektuplarla başlamalıyım, tam da şu an olduğu gibi ve muhakkak biraz alkol desteğiyle.

Barış Bıçakçı'nın, altına sonsuza dek imzamı atacağım o cümlesinde "her şey hatırlandığı gibi..." diyor ya, artık daha fazlasına ihtiyacım var belki. 
Duymaya, okumaya, yazdıklarımın içinde hıçkıra hıçkıra ağlamaya gerekirse, dinlemeye, olanı bilmeye, bildiğimi hatırlamaya, hatırlamaya, HATIRLAMAYA...

Kendimin de yine de hakkını yemeyeyim; zihnimin oyunlarını hissetmiş miyim de günbegün, asla utanmadan ve çekinmeden ve bütün kalbimle yazmışım onca şeyi. 
Sanki dönüp bir gün aniden kendimle tanışmaya yeltenecekmişim gibi.. 
Ve yine kendi hakkımı da yiyeyim; ne oldu da vazgeçtim bundan aniden?
Geri dön.

"Bir ömür boyu unutamayacağından emin olduğun anlar vardır, daha yaşarken bilirsin."
Unutamayacağımdan emin olduğum anların hiçbir rengini, kokusunu, sesini, sessizliğini yitirmek istemiyorum, ama... 
Bu "ama" sanırım yabancılaşmayı öğrenmek, ya da buna dur dememek; metinde de* söylediği gibi belki de üzülecek yeni şeylere yer açmak için görünmez, duyulmaz, tadılmaz, hissedilmez, dokunulmaz bir hayalete çevirmeye çalışmak anıları..
Kıyamamak. Belki bu yüzden.
Gücünün yettiğince, yine metinde de dediği gibi "mümkünmüş gibi..."

Bir şey hatırladım.
İki şey.
Bir şarkı ve bir koku.
Beklemek gövde gösterisiydi zamanın** ama şimdi hatırlamak da yakışmadı mı bu tanıma? Şairim alınma...

Zihnimin, her duyumsadığım anın içine dönebilmeme imkân tanımasını her şeyden çok isterdim. Fotoğraflara ihtiyacım olmamasını, defterlere, karşılaşmalara..
Okuduğum onca dizenin, onca cümlenin böyle tozlanmamasını dilerdim..

Hep kişisel tarihimi düşünürken ömrümün yarısından geriye gidiyor ve netleştiremiyorum kendimi. Fark ettim ki orası çok uzak, çok çocuk, çok toy, çok naif. 
Şimdi oysa, sadece bu dokuz-on sene öncesinin sayfalarının arasında oturup ağlıyorum büyüyüşüme, şarkılara, ne çok çabaladığıma bazı şeyler için, inancıma, cesaretime, korkaklığıma, iyimserliğime, sahip çıkışıma beni çiçeklendirenlere, ve sırt dönüşlerime uçsuz bucaksız güzelliklere, değişip dağınıklaşan el yazıma, mutlaka öğreneceğim diye not düşüp öğrenemediğim kuş isimlerine ve göl renklerine, kendime verip de tutamadığım sözlere, hiç söz vermeyip de kendiliğinden bitip köklenmesine izin verdiklerime...

Ve bir gün ansızın aklıma düşen bir şeyle fark ediyorum yolların, gece çiçeklerinin bittiği ya da tanın bozkırlarda ağarmasına şahit olduğu ya da koyu gecelerin aydınlık masallarla genişlediği durakları da kapsadığını..

Minnet duyduğum sevgiler var. 
Şimdi böyle sayfalarda karşılaştığımda çok şaşırdığım kalp atışlarım.
Nefes nefese çıktığım bir yokuşa yaslanan, kısacık ama çok uzun; belki üç yüzyıl sürecek "gölgeler ki güneşe bağlı"...

Yaşadığıma, iyi ki'lere, keşkelere, doğrulara, yanlışlara, inceliklere ve hatalara, anlara, anılara, unutmanın değiştiremeyeceklerine, kalbe, kalbime, yol boyunca birbirini duyan kalplere...bir kadeh şimdi..,

sonrası..;

"..ellerimi bahçeye dikiyorum
yeşereceğim, biliyorum, biliyorum, biliyorum
ve kırlangıçlar mürekkepli parmaklarımın
çukurunda yumurtlayacaklardır..."


13 Mayıs 2020

tiara '17


Hüznümü başka bir şeye dönüştürme çabam sonucunda, bulunduğum yerin içine daha güzel yerleştim.

Gözlerimin gören kısımlarını keşfettim ve dönüp baktığımda bu zaman diliminden geriye kalacak olan duygularımdan hafif tebessümlü defter ayraçları yapmaya karar verdim; kitap değil, defter.

Çok heyecanlanıyorum. İlkyaza giriş yaptık, yeşiller güneşe çıktı ve hiç olmadıkları kadar parlaklar sanki. İncecik kımıldaşmaları kalbimi gıdıkıyor. Koklamak istiyorum toprağı. Denizin bu mevsime denk düşen renklerine eklenen yosunu.

Bir yanımın hissizliği rahatlatıyor zamanın telâşını, bir yanımın kendine kapılar açışı üstesinden gelebilmenin formüllerinden asla sınıfta kalmayacağımı söylüyor. 

Mutluluk uzakta bir deniz köyü, mutsuzluk içimde öbek öbek birikmiş egzozlu bir uğultu ama heves, duyuların şaha kalkışı, neye olduğunu asla tanımlayamayacağım heyecan, vazgeçmediğim ısırığı mevsimlerin... 
İyileşmek için donanım sıkıntım yok gibi hissettiriyor bu.

Her hafta yeniden öğrendiğim tatlar için koşuyorum günleri ve bir güneş huzmesinin değiştirdiği şeylere eklenmenin kıvancını taşıyorum içimde. 
Az konuşup çok bırakıyorum. 
Planlarıma sadık, kendime sadık kalmanın zırhını kuşanıyorum.

Resmini yapıyorum tarihlerin. Balkonumu temizliyorum. Yeni bitkiler hayal ediyorum içimin bahçesine yakışacak. 
Büyüdükçe, okuduğum romandaki gibi ağaçlarla bütünleşme arzusuyla dolup taşıyorum.

Dinlediğim şeyler arttıkça, azalıyor mu söyleyeceklerim, bilmiyorum. Uzun zamandır anlatmadan anlaşılmayı umuyorum. Buna kimsenin mecali ve isteğinin olmamasını umursamıyorum.

Bir de bu aralar sık sık adadaki doğum günü sabahıma uyanıyorum. 
O gün doğumunun rengine çiviliyorum kalbimi. 

Neyse ki gökyüzünün en sevdiğim rengi ölümsüz ve dokunulmaz ve aşk.

Ve neyse ki bunu bilen çok az kişiyiz.
Belki de hiç.


29 Nisan 2020

defterler


Dün gece gökyüzünün rengi olağandışıydı. Bugüne dek yeterince bakmadığımızı, görüp de farkına varmadığımızı, acil durumlar için yeterince içine karışamadığımızı düşündüm.

Dünlerde, var olan her şeyle ve herkesle temasımızı nasıl da kaybetmekten korkmadan kurduğumuzu.

Tüm bakışlarımız, dokunuşlarımız, nefeslerimiz, duyduğumuz nabız sesleri, beraber bira içtiğimiz bardaklar, uzun sarılışlar ve her şey bir anı defterine toplanmış gibi şimdi.

"Yaşlanınca da insan böyle hissediyor demek ki..." deyince B, kalbim ağrıdı.

İz bırakan her şey, sahiden izini bırakıp ölmüş gibi. Sararıp solan bir fotoğraf olmasından korktum aniden; Nazım'ın bahçesinde geçen yaz akşamlarının, kan ter içinde dans ettiğimiz cumartesi gecelerinin, kirlenmenin meselelerimiz arasında olmadığı her anımızın, iç organlarımızı sarsacak kadar hızla yükselen salıncakların, sokaklarda bir kilit taşı kadar uzun kaldığımız zamanların. 

Düşünmeseydim keyfim yerindeydi, ev iyi ve sadık bir sevgiliydi ama kalbimi kırdı, aniden her şeyin gerçeklikten hatıraya düşmesi.

Sonra kendime sarıldım, kaburgalarıma değen parmaklarım üzerinden bir kez daha geçti sözcüklerin;

saklamaya değer hiçbir şey yok anılarımızdan başka.

Anlarımız, anılarımızın sadece birkaç saniye öncesi.