31 Ocak 2012

Günlerin getirdiği...*

Evde olmanın kırıcı yanına son durak hep; vapurlar...

Avaz avaz çığlığın korkutmadığı sese sahip tek canlı; martılar...

Ölüme en çok yaraşanlar; doğumunu haklı çıkartacak kadar hayat edinip, onu güzel renklere, verilen sürede boyayabilenler...

Mutluluğa en çok yaklaştıran; plastik birkaç hortumun ucuna bağlı hayat savaşını, tüm hortumları kopartacak bir güçle ayağa kalkıp da bitiren zaferler...

Huzurun kendisine en çok ev edindiği yer; uykularını bildiğin birinin kollarının arası...

Eve gelmeyi, göç yolundan ayıran yegâne kokular; anne teni ve tarçın...

Güne, giydiği renkler arasında en çok yakışan; aynaya güneşin düştüğü andaki tebessümünün tonu; çoğu zaman gün batımı moru...

Canını acıtan sokaklarda, yaralarına en etkili merhem; yumuşak sokak kedileri...

Paylaştıkça çoğalan, çoğaldıkça güzelleşen, güzelleştikçe büyüyen hayatların orta yerinde, en çok ihtiyacımız olan; bir minicik günaydın...

Bin beş yüz altı
Bostanlı- Üçkuyular Vapuru

29 Ocak 2012

Gecenin Uzun Söylevi- II.

Gece. Zaman ihtilâli. Kurşun geçirmez yüreklerimiz. Yani uzatmalı yasakların konakladığı o mağrur suskunluk. Kuşatmalardan arta kalmış yaralı insanlığına kefil yürek. Şimdi gecenin uzun söylevinde yaşanan dilsiz şiirlerin yitik kafiyelerine ayak uydurmaya çalışıyor. Yetim kalmış çarpıntılarına; yaralarını sararak. Geveze dilsizliğin ikilemini yaşayan kafiyelerin küçük, ürkek adımlarına. Sessizliklerinde dingin bir barışıklığın büyüsü. Hangi büyülerle onarmaktayız kendimizi, bir parça daha yaşamak için.
(Kıyılarımızda suskunluk. -Ellerimizin bizle birleştiği yerde- Biz lisanı bilinmeyen rehin bırakılmış bir coğrafya atlası.) Oysa deniz biziz. Kıyı biz. Sevişmek, bir gençlik karantinası.
Ve uzun kalemlerin gölgeleri dolaşıyor yaralı duyarlıklarımızın üzerinde.

Biz gündüz sürgünleri!
Yazmakla tamamladık mı kendimizi?
Yazmakla tanımladık mı?
Kalemlerimizin uçları yine de nar çiçeği...

Murathan Mungan

27 Ocak 2012

Acil hayat.

Anı biriktirilen, birikilebilen zamanların yıl hanelerindeki ardışıklık çok çabuk ilerliyor.
Büyümek ve yaşlanmak arasındaki farkın netliğini yitirdiği bir algıda eve dönüş, gözlük numaralarını oynatıyor.
Tüm kavramların birbirine pasladığı değerler, hiç yerine oturmayacakmış gibi hareket eden yap- boz parçalarına benziyor.
Büyüdükçe, geçmişe kırgınlık yavaşça yerini bir alaycılığa bırakıyor. Çocukluğun peşinden sürüklediği bir iyimserliğin yerini, sokaktaki savaşın gerçekliği...
Tuhaf ve eski bir sıcaklıkla karşılandığınız o kapıdan, tuhaf ve yabancılaşarak ayrılmayı hisseder ve planlar hale geldiğinizde, kışa turunç renklerini artık başka evlerin yatak yaptığını görüyorsunuz.
Gidenler, kalanlar, istisnai dönüşler..
Bu şehre ait bir kız çocuğunun, bu şehre sığdırdığı diri heyecanlar, genç bir kadına dönüştüğünde şehre sığamayan bir dinginliğe yerini bırakmış.
Doksan saati aşkın süredir küskün olduğum bir şeyler var burada. Birbirimizi affetme aşamasındayken tökezleyip, davayı ileri tarihe atan bir şeyler...
Belki ömrün kısalığına şahitlik gerektiren o ameliyathane, ellerini iki yana açmış otuzlu yaşlarda bir adamın, inancına, kutsallığına eklenen tıbbi cihazların soğukluğu. Taşıdığın torbanın içerisinde ilk kez fiyat etiketi değil de hayat taşıyor olmak.. Bir bebeğin kan kaybettiğini, çamurlu seramikler, yanıp sönen kırık florasan lambalar, metal yığınlardan kırık sandalyeleri yatak bellemiş, bir umutla bekleyen bekleyen bekleyen insanlar arasında öğrenmek.
Çocukluğunu en çok ne zaman düşünür insan..? Annesinin yanındayken mi, şehrinin sokaklarındayken mi, oyuncaklarının ortalığa saçılmış renkleriyle karşılaştığında mı, eğri büğrü çizgilerle anlatılan büyüme telâşında mı... Hangisinde? En çok, çocukluğundaki tebessümler arasına virgül koymanı sağlayan insanların gitmesi söz konusu olduğunda..
Rakının, ellerinden çıkan mezelerle biçimlendiği, muhabbetiyle dünyadaki tüm mutfakları tattıran bir adam gitmeye kalkarsa ne yaparsınız? Banka hesap defterlerini mesai çıkışı bırakıp da, bagetlerini kapıp, dünyanın nabzını o apartman dairesinde ve kendinden 20 yaş genç insanların bulunduğu yerlerde davuluna vurarak attırdığı bir adam gitmeye kalkarsa..? Motorsikletin tepesinde aştığı coğrafyalara, bıyık altı gülüşünü ve manzaralı sofraları ekleyen bir adam..? Hep orada olduğunu bildiğiniz biri..?
Bir çocuk ne yapar, ona hayatın sınır tanımazlığını öğreten bu adama torba torba hayat taşırken.. Ne haddimeydi ona hayat taşımak, o bu kadar hayatken.. Bazen ne had kalıyor, ne bir şey...
Erteliyoruz İzmir. Bu sefer saçlarımın dalgasını karıştırmak geçmiyor içimden sularının dalgasına. Biraz sessiz, kimsesiz şu günler. Çokça geri dönüş bileti arattıran..
Bu kış, soğuksun. Bu kış, dinmeyen yağmurlarına söz vermiyorsun. Belki de büyüttüğün kız çocuğunun edindiği kardan masalları bozmak istemiyorsun, içine su katıp. Ama ayazın keser teni de, içi de; bilirim.. O soğuk yoğun bakım beyazını dayama kışlara..
Ben seninle kalmak istemedim bu gelişte.
Belki de avucuma mandalina soyup bırakan o soluğun kıyısında, serinliğinden bile bahar dökülen kimi zaman yeşil, kimi zaman kavuniçi duvarlı evlerde olmak istedim. Hayat kokan, sıcak, çocuk ve şefkâtli bir çift kolun arasında.
Bana hayatın o cesur ve deli dolu yanını, sadece nefes alarak gösteren o adama borçlusun; ona nefes ver, ona hayat ver, bu şehrin yağmuruyla yıka onun üzerinden karanlığı, güneşini ver..
Yok eğer böyle kış, böyle soğuk, böyle beton kalacaksan, küsüyorum; boz.

25 Ocak 2012

Kesişim kümesi.

Zamanın esnekliğini, kendini oradan oraya atan günlerin haftalara sıkışmasını, haftaların yedilik bölümlerle bir parmak sayımı döngüde tek tek tükenmesini duyumsamak zor bazen. Sabırsız bir gün atımı dizisine tabi olduğumuz şu süreç, belki yeniden keşfine meydan verecek karşı karşıya, yan yana düşen solukların. Belki bir başınalık çoğalıp, renk kusacak günlere, gecelere.
Sonsuzluktan neye çizik atıyoruz, kestiremiyorum. Bir yanda tüketmek istediğimiz günler, bir yanda sabitlemek istediğimiz dakikalar...
Bir insanı tanımak, zamanın mevsim halinde saklı. Kumların üzerine uzanmadan tenden kayan beyaz kumaşlarla, ve koşmadan gelinciklerin arasından beyaz bulutlar altında, turuncu yapraklara katmadan esintinin beyazını kavuniçine çalıncaya dek, ve kaplamadan geceyi karın engin beyazlığıyla.. Nasıl..
Bir insanı tanımak, ancak dört mevsimde..
Renkleri mevsimlere bölmeden, mevsimleri renklerle yıkayacak gülüşü bulup çıkarmak beyazın peşinden, ama birlikte...
Her mevsimin sabitlenen o ortak sıcaklığını beraber bulmak. Tenlerin birbirini tamamlayan diyaloğuyla.. Düşürdüğün kelimeleri, tutup da kaldıran öpüşlerle. Alevlenen ve buz kesen mevsimlerin teni dönüştürmesine inat, her seferinde iki ten arasında, o hiçbir mevsim değişmeyen ve her mevsimin doyumsuzca şahit olduğu tek ısı.. Sahiplik ekinin eklemlenirken en utanmaz olduğu çoğulluk..
Özlediğim şeyler var. Mevsimlere birlikte şahit olmayı istediğim özlemlerim...
Uzaktayken, bazen bir başına üstesinden gelmekte zorlandığım zamanları var mevsimin.
Ve biliyorsun, benim ayaklarım hiç ısınmıyor.
Hele ki uzak, sahiden uzaksa...

23 Ocak 2012

(...)

"İnsan en çok sabahları arar sevdiği kadını"
diyor birisi, katılıyorum o sabahlara
öğleler kaba yaşanır, kalındır
akşamüstleri ince hüzünlü
çiçekler alınıp verilebilir
sabahtır yalnızlık...

Turgut Uyar

22 Ocak 2012

1/3

Çıplak tene, kışı bütün buz kıran haliyle bıraktıran bir haresindeyiz dünya dönüşünün.
Yaşadığımızı tüm varlığımıza hissettirecek bir sızı bırakıyor gökyüzü. Ayaklarımızın altından kayan bir şehir var. Nehri donan bir şehir. Sokaklarındaki buzların birbirine kesiştiği bir şehir.
Apartman girişlerine buz batıran, evlerin içini sevgili koynuna çeviren bir şehir.
Gitmek istemediğim bir ılımanlığın kıyısında, bu şehrin ayak izleri taşıyan kardan kıyafetine dokunuyorum. Pencerelere yaklaşıp gözümü değdirdiğimde utanmayan kadın ve adamların, iki öpüşme arasında kışa düşürdükleri bereler renklerini saçıyorlar. Bu mevsim bu şehre her şeyiyle yakışıyor.
Yolculuğun öncesinde ve sonrasında değişiyor kentler. Birileri ekleniyor, birileri eksiliyor, kimileri değişiyor. Biraz bahar çalıyor. Daha fazla kış düşüyor. Yaz çekiliyor. Kent, yokluktan çokluk çıkarıyor.
Öğleye yaklaşan saatlerin turuncu ılığında, birkaç metrekareye sıkışan çay buharına yaslanan günaydınlardan, sıcak ekmeklere yayılan salçanın kırmızı ev kokusundan, birlikte aynaya bakarak birbirine uyma heyecanındaki gözlerden, kapüşonlu ve kesik eldivenli yürüyüşlerin parmak ucu sıcaklığından, ürkekten çok, korkak kedilerin üşüyen miyavlamalarına acıyan çocukluktan, kadınlığın ve erkekliğin birbirinden taşıp, tene döküldüğü uyumdan, bir poğaça mutluluğuyla başlayıp taze sebze bulmanın ferahlığından, aç olanların isimlerini de sofraya dahil edip beraber doyabilmenin huzurundan birazcık uzaklaşacağımız bir kentin insanlarıyız şimdi.
Kendi evlerimize yüklediğimiz başka anlamlarla örtmek istemediğimiz bir tabloyu, fırça darbelerimizden dökülen renkler oturup, yerlerini bulup kurusunlar diye bırakıyoruz bu tarihte; biraz yalnız başlarına...
Emanete ihtiyaç duymadığımız bu şehir donan suyunu döküyor arkamızdan; buz kırarak, kristallere ayrılarak.
Evlerimizde bizi bekleyen yağmurlar tozumuzu alacak şimdi; kara daha kendi rengimizde dönebilmemiz için. Yağmurları ve denizleri olan şehirlerin büyüttüğü çocuklar olarak, biraz yosun, en çok anne kokusu, birkaç dal zeytin, biraz üzüm, rüzgâr ve yalın ayaklığı valizlerimize doldurmaya gidiyoruz; kışın üçte birini başka coğrafyalarda yaşamaya. İliklerimize işleyen bu şehrin soğuğuna beraber dönmek için, şimdilik gidiyoruz. Isınmanın tüm mevsimlerini buradaki beyazlıkta yeniden inşa etmek için.
Yol, gitmek, dönmek, araçlar, garajlardaki insan manzaraları, evdeki yemek kokusu, kilometrelere düşülen notlar, birkaç bakışımlı tanıdık karşılaşmaları büyüdüğün semt sokaklarında, nereli oluşumuza eklenen sofra eksilmezleri, büyüdüğün evdeki çarşaf kokusu, anne kokusu, dönüş biletleri, kavanozlanan memleket tatları, içine işleyen denizin adımladığın yollara karışan sesi, bekleyenler, gidenler, kalanlar, yolculuklar.
Bu mevsim, belki de gitmek gerek. Dönüşe yaklaşmak, yakınlaşmak için...

19 Ocak 2012

On dokuz Ocak

"Vurulduk bir tane, olduk bin tane..."

15 Ocak 2012

Evde, bizken...

Uyanılacak bir sabahın üç kulaç gerisindeyim. Pencerede tıka basa bir beyaz, evde yalın ayak ve ateşe varan bir rengin iki ara tonu..
Cam kırıklarıyla örtülü bir eşikte, gün dönmeden önce başlamış bir ruh sevişmesi, avuçlarımız kesiksizken uyandığımız yeni günler, kırgınlığı altına süpürebildiğimiz renkli halılar.. Mesafelerden ürküp, yeniden evde olmanın bütün şefkâtini giyindiğimiz şu mevsim, kapı komşularının yataklarından düşenlerle yankılanan dün sızıları.
Kaplansın istiyorum gece, karla kaplansın, bu kadar çıplakken bir tek o yaksın teni sarmalayıp. Fazlasından yorgunuz, yağmurlardan geliyoruz, tene de, sol yanımıza da kumaşları yapıştıran, üzerine de yarının ayazını bırakan ıslaklıktan..
Birlikte alışveriş listelerine portakal yazdığımız bir kış var burada, beyaz bir kış. Kara turuncu düşürmek için göğüs kafesime çocukların kelebeklerinden bırakan bir mevsim.
Kanepede, kokusunu sevdiğim kumaşlara sarılı bir soluk var. Gözlerini uzun süre kırpmadan durabiliyor, ve bazen tüm dünya ışıklı bir lunaparka dönüşüyor şehrin sokaklarında beraber adımlarken puslu insan manzaralarını.
Çok uzak değil, benzeşikliğinden mutluluk çıkardığımız yosun kokulu hikâyelerimiz var, iki sene aralıklı. Aşık olduğumuz suyun uzağında birbirine düşen iki mavi.
Dışarıda kar var, içimiz denizleri taşırıyor.
Soluk kesen pırıltısı var gözlerimizde, evlerimize değinen sudaki menevişin.
Özlediğimiz uzakları, yakın eden bir akıntı,
Vurguna kaç var...

"Haritada unutulmuş bir düşüşü işaretliyorum; birlikte hatırlayabileceğimiz bir sır. Bu gece belki de hayatımın en olmadık işini yapıp sana yazmaya çalışıyorum. İfade edilmemiş ve bu yüzden kutsal kalan pek çok şey gibi; ifade edemediğim duyguların, sana nasıl ulaşırımların yanıtsız kalan tuzaklarına saplanmamaya çalışarak. Ve biraz utanıyorum; ismini yazamıyorum sayfalara. Kırık sözlerin, ellerimi sıkı tut düşüyorumların ülkesinde sadece dört dakikalık bir mektup. Ellerin oyalansın, gözlerin oyalansın, dilinde yeşermeye canlı bir tat bıraksın diye..."

13 Ocak 2012

Hepsi tek hece...

Çoğu zaman karanlık günler ve gece erken iniyor şairin kederi gibi.
Gece, karanlığıyla çalıyor kapıyı, teklemeden.
Bir yerlerde unuttuğumuz o kış güneşi, biz harita üzerinde saklambaç oynarken unutturdu kendisini, artık her sıcaklık bir rüya kenarında, köşe kapmaca.
Sadece, "var olmaya" varmaya çabalanılan bir kentin, bütün şehvetini oluk oluk akıttığı o gece, o beyaz; bir o kadar da kırmızı; koyu kırmızı gece ne rüyaydı, ne de ayazı gerçeğin.
Uykuyla uyanıklık arasındaki o büyü rengindeki baş dönmesinin düştüğü toprak, gelinliğini giyindikçe, sil baştan bir hayat ve mavisi yeni boyanmış bir deniz; yolculuk sonu, kalış başlangıcı...
Buradaki yerleşikliğin hırkasını giydiğim bir kış gecesi; sahici bir kış gecesi..
Varlığımdan taşıp, birden iki olup, ikiden kocaman bir evrene yayılacak kadar engin bir renk eksilmesi doğada.
Ağaç dallarının birbirinden damar damar ayrılıp, hepsinin kendi ömürlerini tek bir gövdenin kaynaklığına boyun eğmeden ayrı ayrı sonsuzluğa taşımaları...
Ve karla kaplanan uçlarıyla, acıtmadan bulutları... Şeftali kıran gecenin, ardı kızıl örtüsüne yayılan o tek ve kesintisiz bulutu...
O gece, en yüce şeyin koynundayken, nefesimi, izimi, sözümü soyundum.
En sessiz, en beyaz, en inanmaya meyilli mevsimimde...
Adımlarımı takip etti, ve birlikte, hayvanların buz tutan titrek tüylerini aşığ, sonsuzluğun biz haline varmak için tüm dünyalı giysilerimizi o parkta bıraktık. Üstümüzü örtüp, içimizdekileri şehvetle sıyıran karın şehri kavurduğu geceydi.
Her sözcüğün, dudaklarının kıyısından derinime düştükçe yankısının duyulduğu o engin beyazda, evrenin en el değmemiş kıyısındaymış gibi; belki de aşka yeniden inandığımın itirafında..
Kar yağıyordu, parmak uçlarımız yandıkça...

9 Ocak 2012

Ten Summoner's Tales*

Zamanın akışkanlığı, ona olan inançsızlığımın üzerinden durgunlaşmayan sular gibi akıp gidiyor. Koşup da eteğinden yakalayamadığım bir kız çocuğu gibi; mucizelerine inanmak için tesadüfleri, yer ve zaman uyumlarını, çoğu zaman uyumsuzluklarından dökülen tuhaf kıpırtıları seriyor önüne. Pembeden kırmızıya dönük şeyler oluyor. Günler, unutulmaya yüz tutmuş şeylerin üzerine tozlarını süpürmüyor umudun. Unutmadığımız güzellikleri silkeliyor balkonlardan, yağmurun yıkadığı sokaklara. Sokaklar cümbüş. Yağmurdan kara yuvarlanan gündüz düşlerimizin aralığında eski tenekelerde güneşe dönen çiçeklerin renkleri yatıyor sere serpe.
Büyüdüm, demek istiyorum yüzüne bakıp, en çocuk halimizle, yeniden, sınıf sırasında dururken sağ elimizle sol dirseğimizi tutuşumuza öykünerek. Rüyalarını hatırladığımı söylemek belki. Ya da hala "Ne dinliyorsun?"a verilecek, değişmez yanıtımı ayak ucuna düşürmek.
Saymak istiyorum seneleri, olmuyor. Matematiğim her şeye küsken, bu kadar kırgın bir şeye nasıl olmasın. Bana soracak ne biriktirdin, bilmiyorum. Benim soracak hiçbir şeyim yok. Okuduğun kitapları, çizdiğin karikatürleri ve resimleri, çözdüğün şifreleri, iskelelerde her pazar sabahı vapur bekleyişini, kapıdan kapıya fırlattığın gülümsemeyi, küçücük halimizle koca okulu korurken(!) düşürdüğümüz aile hikayelerimizi, mahalledenmiş gibi okul sonrası yeniden buluşup sahilleri aşışımızı, büyük bir hovardalıkla ertesi günü beklemeden ev telefonunun saatlerce sizinkine adres oluşunu, ve diğer şeyleri ben hiç unutmadım. Soracak bir şeyim yok, senin sorularını cevaplayacağım bundan sonra. Sen konuşmaya karar vermişken, belki de artık beni korumanı gerektirecek bir şey kalmadığından, ya da insanlar gittiğinden, ben sahneyi sana bırakacağım bu sefer.
İlk kez sen geldin, ve ben bıraktığın yerde hep aynı şeylerle oynamaya devam ettim büyürmüş gibi yaparken; bir gün gelirsin diye. Umutsuzca. Kendime bakıp gülerek. Gelmeyeceğinin ezberini yaparak.
Ezberlemediğim yerdensin yine, her zamanki çizgi dışı halinle. En zorlu sınavımsın, belki de geçeceğim tek sınavım.
Şu hayatta senden kalmak istemiyorum.
Bir daha gitmeyeceğine söz verdin.
Lütfen tut. Bu sefer, lütfen...

http://fizy.com/#s/1dekei

6 Ocak 2012

denizi aradım...*

Bazı geceler uyumamak, inadına uyumamak için...
Senelerdir beklenen bir selamın, sabaha varan zaman algısı yitimine şahit olmak için..
İlk kez sinemaya yalnız gittiğim tarihte, eski bir ara sokakta bıraktık biz ihtimal hikâyemizi.
Birlikte vapura bindiğimiz o tek gün...

O, baykuşun önünde yarım cümlelerle, bir şeylerin sonuna benzeyen sessizliği sustuğumuz gün...
Çocukluğun o saklı kalan en güzel yerinden, büyümenin gürültüsüne inatla içimde büyüttüğüm yokluğun..
O, birbirine sarılmış iki soru işaretini yıllandırdığım yapraklar arasında geçen görüntüsüz yorgunluğun...
İnatla uyunmaması gereken geceler vardır,
Bir yerlerde yarım kalan hikâyeler gün gelip bir sabaha karşı yüreğinizden öper.
Bir daha gitme dedim,

"Tamam dedi.. Giderek küçülerek..."

4 Ocak 2012

Bir şarkı vardı; kışlarda bile güneşe inandıran..

Bütün rüzgârları kendi tozlarına, dumanlarına bırakmaktı huyum. Benim huyum, uykusuzluktan ağırlaşan kirpiklerimi geceye batırmaktı sadece; tek zorlamam. Yoksa yol, herkesin önünde uzayıp, biçimlenen bir şey.
Mücadele alanına dönüştürdüğüm ne varsa diziyorum şimdi matruşka bebekler gibi, puslu düşüncemin bulut perdesi altına. Akan mevsimlere karışıp gitmek varken, dünyanın dizginlediği nabzım, her yerin savaş alanına dönüşmesine olan öfkemle koşmayı unutup yürümeye başlıyordum. Yoksa mor akıyordu turuncu çiçeklerin kalbine, saçılıyordu baharlarda gelincik kırmızısı sonsuz yeşile.
Geldiğinde mevsim akıyordu, vapurlar kendilerine beyaz köpüklerden gelinlikler giydiriyordu.
Savaş yoktu; senin isminde savaş yoktu. Anlattığın hikâyeler hep güvercin kanadına takılarak bitiyordu. Belki de bu yüzden; senin hikâyeciliğine bunca inandığım için, senin barışına varabilmek için bunca savaş verdim. Binaların içerilerinde, sokakların köşelerinde, şehirlerin sınırlarında, kağıtların keskinliğinde, göz pınarlarımda tuz kütleleri oluştura oluştura..
Aslına bakarsan hâlâ inanmıyorum senin bir kız çocuğunu ağlatabileceğine.
Ben deniz kıyısı çocuklarının birisinin gözlerine kıyabileceğine inanmıyorum.
İsmim yüzünden mi bunca yakıştırdın tuzlu suları bana, bilmiyorum.
Koridorları birbirine katıp, bankların güneşten solmuş yeşillerini anahtarlarla kazıdıktan ve her günümü üç bilemedin beş kelime için eve koşarak geçirdikten sonra, tarihlere olan inancımı her mevsim diri tuttum. Geçti bak; kıştı, bahardı, yazdı, güzdü. Sen gittin, dinlemek istemediğim bir masalı anlatmaya başlayıp, tam da inanmanın eşiğindeyken yarım bırakıp.. Ben koştum, bütün ormanları aştım, bütün dereleri, tepeleri. Sen biletler keserek giderken ben her gün aynı manzaraya uyanarak, aynı yoklukla, beklemenin yaşam biçime dönüştüğü şekilde.. Her özel ve genel günde, her sevdiğimiz insanın selamında, her gecenin en dokunulmaz o saatinde, her dizenin içerisinde sana evrilen kelimede.
Şimdi gittiğin bir hikayenin yağmurundan bahsediyorsun bana, dağılmış mürekkeplerin ardından, zorla ettiğin bir teşekküre dayanıp da geçirdiğim zamansızlığın ardından, bana söyleyeceğin ilk şeyle bir kez daha öldürüyorsun. Öldürüyorsun evet, acımasızsın. Barıştan, varılacak güzelliklerden bahsederken, yanıbaşındaki denizin kıyısından geri döndüğün için. Oysa masalları vardı sevdiğin ülkelerin, sevdiğin suların, sevdiğin o güzel yüzlü yetim çocukların.
Ben biriktirdim senin sevdiklerini, sen bırakıp gittin.
Döndüğünde söyleyecek tek şeyin bu muydu.. Daha kaç mevsim öldürmek istiyordun beni...
Hâlâ cesaretin yok, bıraktıklarını gelip bulacak, dağıttıklarını toplayacak kadar. Cümlelerin yüklemlerini getirip de noktalarını cebinden çıkaracak kadar. Vardım ben oysa ki, yanlış yerlerde de olsa o tek noktaları üçe çıkarmaya...
Bu kadar boşluğa fırlatmasaydın, bir ses, bir soluk, tek bir kıpırtı olsaydın ben mevsim mevsim, şehir şehir, tarih tarih..
Sen yoksun. Ama güneş vardı.. O varken de, ...