Anı biriktirilen, birikilebilen zamanların yıl hanelerindeki ardışıklık çok çabuk ilerliyor.
Büyümek ve yaşlanmak arasındaki farkın netliğini yitirdiği bir algıda eve dönüş, gözlük numaralarını oynatıyor.
Tüm kavramların birbirine pasladığı değerler, hiç yerine oturmayacakmış gibi hareket eden yap- boz parçalarına benziyor.
Büyüdükçe, geçmişe kırgınlık yavaşça yerini bir alaycılığa bırakıyor. Çocukluğun peşinden sürüklediği bir iyimserliğin yerini, sokaktaki savaşın gerçekliği...
Tuhaf ve eski bir sıcaklıkla karşılandığınız o kapıdan, tuhaf ve yabancılaşarak ayrılmayı hisseder ve planlar hale geldiğinizde, kışa turunç renklerini artık başka evlerin yatak yaptığını görüyorsunuz.
Gidenler, kalanlar, istisnai dönüşler..
Bu şehre ait bir kız çocuğunun, bu şehre sığdırdığı diri heyecanlar, genç bir kadına dönüştüğünde şehre sığamayan bir dinginliğe yerini bırakmış.
Doksan saati aşkın süredir küskün olduğum bir şeyler var burada. Birbirimizi affetme aşamasındayken tökezleyip, davayı ileri tarihe atan bir şeyler...
Belki ömrün kısalığına şahitlik gerektiren o ameliyathane, ellerini iki yana açmış otuzlu yaşlarda bir adamın, inancına, kutsallığına eklenen tıbbi cihazların soğukluğu. Taşıdığın torbanın içerisinde ilk kez fiyat etiketi değil de hayat taşıyor olmak.. Bir bebeğin kan kaybettiğini, çamurlu seramikler, yanıp sönen kırık florasan lambalar, metal yığınlardan kırık sandalyeleri yatak bellemiş, bir umutla bekleyen bekleyen bekleyen insanlar arasında öğrenmek.
Çocukluğunu en çok ne zaman düşünür insan..? Annesinin yanındayken mi, şehrinin sokaklarındayken mi, oyuncaklarının ortalığa saçılmış renkleriyle karşılaştığında mı, eğri büğrü çizgilerle anlatılan büyüme telâşında mı... Hangisinde? En çok, çocukluğundaki tebessümler arasına virgül koymanı sağlayan insanların gitmesi söz konusu olduğunda..
Rakının, ellerinden çıkan mezelerle biçimlendiği, muhabbetiyle dünyadaki tüm mutfakları tattıran bir adam gitmeye kalkarsa ne yaparsınız? Banka hesap defterlerini mesai çıkışı bırakıp da, bagetlerini kapıp, dünyanın nabzını o apartman dairesinde ve kendinden 20 yaş genç insanların bulunduğu yerlerde davuluna vurarak attırdığı bir adam gitmeye kalkarsa..? Motorsikletin tepesinde aştığı coğrafyalara, bıyık altı gülüşünü ve manzaralı sofraları ekleyen bir adam..? Hep orada olduğunu bildiğiniz biri..?
Bir çocuk ne yapar, ona hayatın sınır tanımazlığını öğreten bu adama torba torba hayat taşırken.. Ne haddimeydi ona hayat taşımak, o bu kadar hayatken.. Bazen ne had kalıyor, ne bir şey...
Erteliyoruz İzmir. Bu sefer saçlarımın dalgasını karıştırmak geçmiyor içimden sularının dalgasına. Biraz sessiz, kimsesiz şu günler. Çokça geri dönüş bileti arattıran..
Bu kış, soğuksun. Bu kış, dinmeyen yağmurlarına söz vermiyorsun. Belki de büyüttüğün kız çocuğunun edindiği kardan masalları bozmak istemiyorsun, içine su katıp. Ama ayazın keser teni de, içi de; bilirim.. O soğuk yoğun bakım beyazını dayama kışlara..
Ben seninle kalmak istemedim bu gelişte.
Belki de avucuma mandalina soyup bırakan o soluğun kıyısında, serinliğinden bile bahar dökülen kimi zaman yeşil, kimi zaman kavuniçi duvarlı evlerde olmak istedim. Hayat kokan, sıcak, çocuk ve şefkâtli bir çift kolun arasında.
Bana hayatın o cesur ve deli dolu yanını, sadece nefes alarak gösteren o adama borçlusun; ona nefes ver, ona hayat ver, bu şehrin yağmuruyla yıka onun üzerinden karanlığı, güneşini ver..
Yok eğer böyle kış, böyle soğuk, böyle beton kalacaksan, küsüyorum; boz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder