26 Mayıs 2020

raylar boyunca'


"Bir kadını ancak sana mektup yazdıktan sonra tanırsın." diyormuş birisi eskiden okuduğum bir hikâyede. Dokuz sene önce not etmişim bunu.
Yazdığım mektupları düşündüm, aldığım mektupları... 
Şehirleri, evleri, denizleri, nehirleri, şiirleri.
Çocukça bir misillemeyle başlayıp, sonrasında kendi derinime, dehlizlerime kapı açan "şiirsiz an yaşanmamış andır" kuralımı da hüzünle suladım arka bahçemde.

Bir anda özledim kendimi. 
Asla açmaya cesaret edemediğim cümlelerime ihtiyaç duydum. 
Kimdim ben? Beynimin ve kalbimin uzlaştığı bir koca unutulmuş tarihte hangi yollardan geçmiştim sahi? Üzerine iddiaya girilebilecek kadar emin olduğum "yok öyle bir şey'ler" nasıl da dikiliverdi karşıma.

Çok korktum. 
Bir kez daha korkudan titredim. 
Bu kadını buraya getiren tüm yolların, zihin haritamdan istemsizce siliniyor olması, tarihsizlik ihtimali, bir ömrün böyle bulanıklaşması...

Size mektup yazmış mıydım? 
diye soracak olmaktan öyle çok korktum ki... 
Belki de kendime yazdığım mektuplarla başlamalıyım, tam da şu an olduğu gibi ve muhakkak biraz alkol desteğiyle.

Barış Bıçakçı'nın, altına sonsuza dek imzamı atacağım o cümlesinde "her şey hatırlandığı gibi..." diyor ya, artık daha fazlasına ihtiyacım var belki. 
Duymaya, okumaya, yazdıklarımın içinde hıçkıra hıçkıra ağlamaya gerekirse, dinlemeye, olanı bilmeye, bildiğimi hatırlamaya, hatırlamaya, HATIRLAMAYA...

Kendimin de yine de hakkını yemeyeyim; zihnimin oyunlarını hissetmiş miyim de günbegün, asla utanmadan ve çekinmeden ve bütün kalbimle yazmışım onca şeyi. 
Sanki dönüp bir gün aniden kendimle tanışmaya yeltenecekmişim gibi.. 
Ve yine kendi hakkımı da yiyeyim; ne oldu da vazgeçtim bundan aniden?
Geri dön.

"Bir ömür boyu unutamayacağından emin olduğun anlar vardır, daha yaşarken bilirsin."
Unutamayacağımdan emin olduğum anların hiçbir rengini, kokusunu, sesini, sessizliğini yitirmek istemiyorum, ama... 
Bu "ama" sanırım yabancılaşmayı öğrenmek, ya da buna dur dememek; metinde de* söylediği gibi belki de üzülecek yeni şeylere yer açmak için görünmez, duyulmaz, tadılmaz, hissedilmez, dokunulmaz bir hayalete çevirmeye çalışmak anıları..
Kıyamamak. Belki bu yüzden.
Gücünün yettiğince, yine metinde de dediği gibi "mümkünmüş gibi..."

Bir şey hatırladım.
İki şey.
Bir şarkı ve bir koku.
Beklemek gövde gösterisiydi zamanın** ama şimdi hatırlamak da yakışmadı mı bu tanıma? Şairim alınma...

Zihnimin, her duyumsadığım anın içine dönebilmeme imkân tanımasını her şeyden çok isterdim. Fotoğraflara ihtiyacım olmamasını, defterlere, karşılaşmalara..
Okuduğum onca dizenin, onca cümlenin böyle tozlanmamasını dilerdim..

Hep kişisel tarihimi düşünürken ömrümün yarısından geriye gidiyor ve netleştiremiyorum kendimi. Fark ettim ki orası çok uzak, çok çocuk, çok toy, çok naif. 
Şimdi oysa, sadece bu dokuz-on sene öncesinin sayfalarının arasında oturup ağlıyorum büyüyüşüme, şarkılara, ne çok çabaladığıma bazı şeyler için, inancıma, cesaretime, korkaklığıma, iyimserliğime, sahip çıkışıma beni çiçeklendirenlere, ve sırt dönüşlerime uçsuz bucaksız güzelliklere, değişip dağınıklaşan el yazıma, mutlaka öğreneceğim diye not düşüp öğrenemediğim kuş isimlerine ve göl renklerine, kendime verip de tutamadığım sözlere, hiç söz vermeyip de kendiliğinden bitip köklenmesine izin verdiklerime...

Ve bir gün ansızın aklıma düşen bir şeyle fark ediyorum yolların, gece çiçeklerinin bittiği ya da tanın bozkırlarda ağarmasına şahit olduğu ya da koyu gecelerin aydınlık masallarla genişlediği durakları da kapsadığını..

Minnet duyduğum sevgiler var. 
Şimdi böyle sayfalarda karşılaştığımda çok şaşırdığım kalp atışlarım.
Nefes nefese çıktığım bir yokuşa yaslanan, kısacık ama çok uzun; belki üç yüzyıl sürecek "gölgeler ki güneşe bağlı"...

Yaşadığıma, iyi ki'lere, keşkelere, doğrulara, yanlışlara, inceliklere ve hatalara, anlara, anılara, unutmanın değiştiremeyeceklerine, kalbe, kalbime, yol boyunca birbirini duyan kalplere...bir kadeh şimdi..,

sonrası..;

"..ellerimi bahçeye dikiyorum
yeşereceğim, biliyorum, biliyorum, biliyorum
ve kırlangıçlar mürekkepli parmaklarımın
çukurunda yumurtlayacaklardır..."


13 Mayıs 2020

tiara '17


Hüznümü başka bir şeye dönüştürme çabam sonucunda, bulunduğum yerin içine daha güzel yerleştim.

Gözlerimin gören kısımlarını keşfettim ve dönüp baktığımda bu zaman diliminden geriye kalacak olan duygularımdan hafif tebessümlü defter ayraçları yapmaya karar verdim; kitap değil, defter.

Çok heyecanlanıyorum. İlkyaza giriş yaptık, yeşiller güneşe çıktı ve hiç olmadıkları kadar parlaklar sanki. İncecik kımıldaşmaları kalbimi gıdıkıyor. Koklamak istiyorum toprağı. Denizin bu mevsime denk düşen renklerine eklenen yosunu.

Bir yanımın hissizliği rahatlatıyor zamanın telâşını, bir yanımın kendine kapılar açışı üstesinden gelebilmenin formüllerinden asla sınıfta kalmayacağımı söylüyor. 

Mutluluk uzakta bir deniz köyü, mutsuzluk içimde öbek öbek birikmiş egzozlu bir uğultu ama heves, duyuların şaha kalkışı, neye olduğunu asla tanımlayamayacağım heyecan, vazgeçmediğim ısırığı mevsimlerin... 
İyileşmek için donanım sıkıntım yok gibi hissettiriyor bu.

Her hafta yeniden öğrendiğim tatlar için koşuyorum günleri ve bir güneş huzmesinin değiştirdiği şeylere eklenmenin kıvancını taşıyorum içimde. 
Az konuşup çok bırakıyorum. 
Planlarıma sadık, kendime sadık kalmanın zırhını kuşanıyorum.

Resmini yapıyorum tarihlerin. Balkonumu temizliyorum. Yeni bitkiler hayal ediyorum içimin bahçesine yakışacak. 
Büyüdükçe, okuduğum romandaki gibi ağaçlarla bütünleşme arzusuyla dolup taşıyorum.

Dinlediğim şeyler arttıkça, azalıyor mu söyleyeceklerim, bilmiyorum. Uzun zamandır anlatmadan anlaşılmayı umuyorum. Buna kimsenin mecali ve isteğinin olmamasını umursamıyorum.

Bir de bu aralar sık sık adadaki doğum günü sabahıma uyanıyorum. 
O gün doğumunun rengine çiviliyorum kalbimi. 

Neyse ki gökyüzünün en sevdiğim rengi ölümsüz ve dokunulmaz ve aşk.

Ve neyse ki bunu bilen çok az kişiyiz.
Belki de hiç.