30 Mart 2015

Viyana, bugün.


Birini gerçek anlamda bir mutsuzluğa sürüklediysen eğer, o zaman o da seni düşünecektir. Genelde ise erkeklerin çoğu kadınları mutsuz kılar, ve burada bir karşılıklılık yoktur, çünkü başımıza gelen, doğal bir yıkımdır, erkeklerin hastalığından kaynaklanan, engellenmesi olanaksız bir yıkım; kadınlar, erkek yüzünden bu denli düşünmek, ve daha henüz öğrenmişken, öğrendiklerini değiştirmek zorundadırlar, çünkü kişi hep birini düşünmek zorunda kalırsa, o insan için sürekli duygular üretmek zorunda kalırsa, o zaman gerçek anlamda mutsuz olur.

Eğer biri sizi gerçek anlamda mutsuz kılmamışsa, o zaman mutsuzluk duymak, o kişinin arkasından ağlamak olanaksızdır. Kimse aradan birkaç saat geçtikten sonra en genç ya da en yakışıklı erkeğin, en iyi ya da en akıllı erkeğin arkasından artık ağlamaz. Ama tam bir gevezeyle, budalalığı tartışma götürmez biriyle, en tuhaf alışkanlıkların tutsağı olan, iğrenç bir karaktersizle geçirilen altı ay, gerçekten güçlü ve akıllı kadınları bile sarsıntılara sürüklemiş, intihara değin götürmüştür.

Ingeborg Bachmann- Malina

23 Mart 2015

biraz uyu..*


Güneşle uyandığımı sandım, yağmur dökülüyormuş. Hayatımda gördüğüm en güneş taşıyan yağmurdu. Uyanmak, uyuyabildiğin zaman anlamlı. Uyandığıma göre uyuyabilmişim. Ne zor bu..
Bir rüya parçasından mı, bir rüyaya mı, hâlâ kestiremiyorum.

"Biliyorsun, bir başdönmesi gibi sürüyor hayat..." Sürekli içimden bunu tekrar ediyorum. Çünkü başım dönüyor. Başım dönüyor ve hayat deli gibi dönüyor. Durmamacasına dönüyor her şey.
Öyle hazırlıksızım ki her şeye, ve öyle de hazırmışım ki kendime.. 

Bir sabaha, uykusuz bir sabaha başlıyorsun, ve içmediğin sigaraların molalarında bir yansımaya takılıyorsun bina kapısında. Takım elbiseli bir adam. Diğer çoğu adam gibi. Bir yerden ısırıyor kalbin. "Sus" diyorsun. Sonra sustuğuna yanıyorsun. Avazın çıktığı kadar bağırmanı söyleyen şeye sırtını dönmenin öfkesinden taşıyorsun. Kırmak istediğin o camlarda sadece bakışlarını süpürmenin güçsüzlüğünü içerliyorsun. Seni bir sahilde, bir yolda, bir hayatın en başında, bir aşkın tanımlanacağı ilk yerde öyle kırık, öyle bir başına, öyle güvensiz, öyle gülüşünü hiç sakınmadan bırakıp giden bir takım elbiseli adam için yok ettiğin suretine üzülüyorsun. Üzülme sıran geçeli çok oldu halbuki. Mevsimlere mevsim eklendi, aşklara aşklar, yaşlara yaşlar. Büyüdün. Bir çocuğu aldatmanın bedelini düşünmedin ama şimdi bir kadın olarak dönüp baktığında, çok çocuktun. "Be kızım" diye başladığın bütün cümlelerin öyle yankılanırken kalbinin boşluklarında, öyle bakarken evinin odalarına..
Terk edildiğin için terk ettiğin bir evin olduğunu anlaman kaç yıl..
Öyle çok yıl ki.. 
İsminden taşan sulara bakmamaya direnişin kaç şehir arayışı..
Kaç evlatlık verilme isteği başka toprağa.
Çalınan buydu. 
Evini senden aldı. Seni evinde, seni evine gelerek..
Bak şimdi yine nasıl da gülüyor. Yine aynı umarsızlıkla. Bir cam parçasına dahi takılıyor takım elbiseli acımasızlığı.

Ama uyanabildin. Öyle güzel uyumuşsun ki. Öğretilmiş mi, öğrenilmiş mi, nasıl olduğunu bilmiyorum. Bazı uykular bir ömürlük. Hiç unutmuyorsun. Bazı güzellikler için attığın adımlar öyle güzel okşuyor ki bütün hücrelerini, öyle güzel öpülüyorsun ki gecenin sabaha koştuğu yerde..
Her şeyin başladığı ve bittiği ve yeniden kendini bambaşka başlattığı o yere inanmadan edemiyorsun.. Takım elbisesiz, kabussuz, yorgunluklarını sanki incecik tüyler gibi soyunup attığın, bilmediğin ama yerleşmekten kendini alamadığın, yayılgan; yayıldıkça dudaklarına yapışan, sonsuz bir gülümseme gibi sabahlar ediniyorsun..

Ve kırılıyor. Bitiyor "çok" dün. Öyle günsün ki o anda, her şeyi boş vermek farzın oluyor. Salınarak geçtiğin o koca caddenin yağmuruna karışıyorsun. Karıştıkça parçası olabildiğin manzaralara katılmanın coşkunluğu işliyor kanına. Gecesinden gündüzüne seni baştan yazan bir şeyler var hayatta. Ve bu bir baş dönmesi. Yaşadığın ne varsa, yaşamaktan yorulduğun ve yaşamamaktan ürktüğün.. Yaşamak olduğun saatler var. İçine çok yer eden bakışlar. İçine çok yer eden parmak uçları. Olmak istediğin yerde olduğunda kendini baştan yazan sözlükler var. İçi tıka basa ikiden bir olmaya çıkan sözcüklerle dolu. 

İyi oluyorsun ama.. Şimdi, zamanında canını paramparça ettiği biri varken, ileriye adalet taşımak gibi şeylerle uğraşan o yansıma kırıntısına rağmen. Ondan kaçarken tutunduğun frekansların uyuyabilmene bir anlam biçmeyişine rağmen. Matematiğinden geçilmeyenlere rağmen. Hayatın vurgunundan, üçüncü şahıs eklerinden hâlâ sıyrılamamış o kocaman kalp atışına rağmen.
İyi olacaksın. İnandığın sokaklarda, inandığın masalları taşıyan, çok bahar dokunan, sesinden topladığın her nefesi çok derinine saklamak istediğin bir şeyler varken.. İyi olacaksın.

"Biliyorsun, bir başdönmesi gibi sürüyor hayat..."

16 Mart 2015

doku-n; an..


Nefes alan bir şey. Daha önce duyumsamadığım, şiirle çarpan bir şey. Peşinden sümbülle nergis kokusunu koşturan bir şey. Şiirin nefes olduğu yerden doğan bir şey. Bilmediğim; başka türlü bir şey.

Geceye düşüyor bu. 
Göğüs kafesimde sıkışan bir bulut, ansızın açan bir zambağa yağmur akıtıyor. Karanlığı ışıtan bir yırtılışın sesiyle uyanıyorum. Bir çığlığın hazzı.
Sessiz ama gümbürdeyen.
Cevaplarımın ritmini kanıma uyduramıyorum.
Bazı kelimeler çok boynundan dökülüyor gecenin.
Göğsünden açıyor yediverenlerle.
Gözlerimi kırpmadan beklemek istediğim susuşları var cümle sonlarının.
Notalarına ayrışmak istediğim şarkılar.
Yayılganlığı olmak istediğim derin nefesler.

Bir mevsim eki olmak.
Geceyle mevsimin kesiştiği o renge düşebilmek.
Düştüğüm o yerden kaldırılmak.
Kaldırılıp çoğalmak.
Çoğalan bir renk olmak.
Buğusuyla nefesin, çiyiyle gece bitkilerinin...
Kadehte çalkalandıkça suluboya gibi dağılgan ama büyülü o bakışımının araya düşenin.

Bir rüya olmak.
Rüyalardan bunca korkarken.
Bile isteye, o olmak.


12 Mart 2015

yarından yakın


"İyi olacak" diyor sevdiğim insanlar.
İyi olsun istiyorum.
Çünkü bir şeylerin iyi olması her şeyi güzelleştirir.
Ve her şey güzelleşirse başım döner.
Başım döndüğünde ben de güzelleşirim.
Ve bu nereden baksan hayatla sevişmeme olanak tanır.
Bir hayat diliyorum.
Başımızı dik tutabileceğimiz.
Köklerimizi seve seve salabileceğimiz.
"Buradayız" diyebileceğimiz.
Soluk soluğa zamanlarda çağlayabileceğimiz.
Yorulmaktan haz duyacağımız.
İşte bu nereden baksan sahici bir sevişmeye benzeyecek.

10 Mart 2015

demek istiyorum.


Filmdeki kadının bahsettiği o "çıt" sesi, organlarımın arasında yankılandı.
O duyumsadığım değişime, kırılıma isim koymuş oldu.
Bazı şeylere isim koyulduğunda, o bitiştir.
Başlayan değil, biten bir şey.
Bir bitişin sesi, ismi, cismi.
O kadar inceden, belli belirsiz bir sesle ne bitebilir diye düşünüyorsun önce ama, kocaman kocaman şeyler bir "çıt" boyu.
Çok kalın, çok kavi engelleri aşıp incecik bir yerde burkulup geri dönememesi adımlarının...
En can acıtanı evrelerin.
Artık nadir olacak her biletin, gidiş- dönüş şansını tüketmesi.
Ya tek yön, ya da haritalarından silme gerekliliği coğrafyanı, belki de evini.
Bir çıtla, sil baştan.
Ayağa kalkacak bir bahar kapıdadır, belki bu ona vesiledir, belki çantayı toplama, eve mevsim temizliği zamanıdır. Belki zamanıdır kendiliğinden kırılmanın.
Anıların yetmediği yer, içinde bulunduğunun anın anılaşamayacağını, o anılara eklenemeyeceğini hissettiğin an.
Çok acıtıyor.
Ama biliyorsun.
Öldürmeyen acılar, paralayıp paralayıp seni tahmin etmeyeceğin, edemeyeceğin yerlere atan sahici acılar var ve ne yazık ki öldürmüyor.
Ölmek kolay.
"Bir kez daha yaşamayı deneyelim mi.." diye fısıldasam. Yeniden kırılıp kırılmayacağını düşünmeyi dahi düşünmeden..,
"çıt" dediği yerden o sesi tekrar duyacağından emin ola ola, bile isteye yapıştırmaya kalkmadan,
başka bir yerde,
sahiden başka bir yerinde ömrün,
yaşamayı yeniden öğrenelim mi diyebilsem..

Elimi tutarsa, belki güç bile bulurum...

6 Mart 2015

bubirüyadeğil-mi.


Aylar aylar aylar ve belki de çok daha uzun bir zaman sonra etrafa enerjimle iyi bir şeyler saçtığımı söyleyince biri, işte tam o anda bir dünya boyu gülümsedim. Gülümsemenin lüks olduğu zamanlardan gelen bir yolcuyum. Bir yerlerde bahşedilmesi, tahmin edebileceğim veya üzerine beklenti yaratabileceğim bir durum değil. Değildi en azından.
Hayat çok tuhaf. 
Bir dengesi var gibi, ama delisi de çok gibi.
Yirmi beş yıl bunu algılamama yetmiyor.
Öyle çok başım dönüyor ki, ne uykusuzluktan, ne sarhoşluktan, ne de tuhaf ki mutsuzluktan.
Oluruna mı bıraktı içimde bir nefes günleri, oluruna bırakmayı öğrendi de bana mı çaktırmadı.
Çok sorum var ama şaşkınlıktan kıpırdayamıyorum. 
Bu hafta değdiğim, dokunduğum, çarpıştığım birçok hayatta depremler oldu.
Bazı depremler iyidir de üstelik.
Rüzgârların ortasından son anda tutup yakaladığımız şeyleri uç uca ekledik de yaşamaya elverişlilik testine lâyık yeni bir yer tasarladık sanki.
Çok şaşkınım.
Zamanın gücünden. 
Baharın gelişinden.
Bir yerlerde sahiden bir şeyler oluşundan.
Gümbürtüsünden dünyanın.
Ve korkmayışımızdan yine de.
Uzun zaman, çok uzun zaman sonra dönüp de şu birkaç günü yaşamış biz insanların birbirine soran gözlerle bakan hali kalacak geriye.
"O bahar nasıl da çılgın başlamıştı" diyerek anılacak sanki tozlu raflarımızda bu tarih.
İlkokul mevsimler tablosunun kutsallığına inanışım nasıl da şaşmadı.
İnanmadığım şeyler varsa, bu yüzden.
Kendini kanıtlamadıkça akamam hiçbir şeyin içine.
Bak, geldi ve nasıl da şaşkınım. 
İçimden bir hayata koşmak geliyor.
Bu ölen bir şeyler için fazla fantastik değil mi?
Dahası, fazla güzel değil mi.

Hadi, kutlayalım.
Kalbimizin evine gidip de kutlayalım.
Başka türlüsü haksızlık olacak gibi.
Yazık olacak gibi.