Çoğu zaman karanlık günler ve gece erken iniyor şairin kederi gibi.
Gece, karanlığıyla çalıyor kapıyı, teklemeden.
Bir yerlerde unuttuğumuz o kış güneşi, biz harita üzerinde saklambaç oynarken unutturdu kendisini, artık her sıcaklık bir rüya kenarında, köşe kapmaca.
Sadece, "var olmaya" varmaya çabalanılan bir kentin, bütün şehvetini oluk oluk akıttığı o gece, o beyaz; bir o kadar da kırmızı; koyu kırmızı gece ne rüyaydı, ne de ayazı gerçeğin.
Uykuyla uyanıklık arasındaki o büyü rengindeki baş dönmesinin düştüğü toprak, gelinliğini giyindikçe, sil baştan bir hayat ve mavisi yeni boyanmış bir deniz; yolculuk sonu, kalış başlangıcı...
Buradaki yerleşikliğin hırkasını giydiğim bir kış gecesi; sahici bir kış gecesi..
Varlığımdan taşıp, birden iki olup, ikiden kocaman bir evrene yayılacak kadar engin bir renk eksilmesi doğada.
Ağaç dallarının birbirinden damar damar ayrılıp, hepsinin kendi ömürlerini tek bir gövdenin kaynaklığına boyun eğmeden ayrı ayrı sonsuzluğa taşımaları...
Ve karla kaplanan uçlarıyla, acıtmadan bulutları... Şeftali kıran gecenin, ardı kızıl örtüsüne yayılan o tek ve kesintisiz bulutu...
O gece, en yüce şeyin koynundayken, nefesimi, izimi, sözümü soyundum.
En sessiz, en beyaz, en inanmaya meyilli mevsimimde...
Adımlarımı takip etti, ve birlikte, hayvanların buz tutan titrek tüylerini aşığ, sonsuzluğun biz haline varmak için tüm dünyalı giysilerimizi o parkta bıraktık. Üstümüzü örtüp, içimizdekileri şehvetle sıyıran karın şehri kavurduğu geceydi.
Her sözcüğün, dudaklarının kıyısından derinime düştükçe yankısının duyulduğu o engin beyazda, evrenin en el değmemiş kıyısındaymış gibi; belki de aşka yeniden inandığımın itirafında..
Kar yağıyordu, parmak uçlarımız yandıkça...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder