14 Ağustos 2012

Bu yazlar nasıl da kış..

Yorgunluk değil, sıkıntı ve bıkkınlıkla gelen gömülme hali. Kabuk üzerine kabuk çizmek sırtına günlerin, gürültüden sağır olan yaşama, geceyi sığınak yapmak..

Mekanlarla değişen renklerine inanırdım insan soyunun. Gülümsemelerine düşen müziklerin ritim farklılıklarına, üzerlerindeki kumaşlara rastgele dokunan gün ışığının açısına, kelimelerle oynaşan dudak kıvrımlarına..
İnanırdım, ama artık değişmiyor kimsenin kaşlarındaki büzüşüklük, güneşe selam vermiyor hiçbir şeftali renginde dudak..
Nerede kayboldu yeni günün hediyeleri, ben bulamadım.

O bana anlatırken, ben de düşündüm. Tahammülsüzüz. Bir iç geçirmeye, kullandığımız sözcüklerin dışına çıkan sözlüklere, bilmediğimiz renklerle karşılaşmaya, kendi türümüzden olmayana, ama en çok..
En çok birbirimize. En yakınımızdakine kör halimizle inat ediyoruz.

Ne için olduğu sorusundan vazgeçmek istiyorum.
Kutsanmıyorsa denizin maviliği, gökyüzünün pişmaniye görünümlü bulutlarla nazlanması, şiirler artık kutsal kitap bellenmiyorsa, ben yokum diğerleri için de.

Sınırlarını bilmeksizin sürekli kurallara, kaidelere takılan heyecanımı küçültemiyorum daha fazla, inanıyor gibi yaptıklarınızla.

Bir tebessümünüz için yok gibi kalmaya da tamam demiştik ya, tamam.

Üstü kalsın.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder