Altın sessizlikte kelimeler.
Gazete okurken, radyo dinlerken ya da kafede insanların konuşmalarına dikkat ederken, hep aynı sözlerin söylenip yazılmasından, hep aynı deyimlerin, süslü sözlerin, metaforların kullanılmasından çoğu zaman bıkkınlık, hatta tiksinti duyuyorum. En kötüsü, kendime kulak vermem ve benim de hep aynı şeyleri söylediğimi saptamam. Müthiş aşınmış ve harap olmuş kelimeler bunlar, milyonlarca kez kullanılmaktan yıpranmışlar. Hâlâ bir anlam taşıyorlar mı? Elbette, kelimeler yer değiştiriyor, insanlar onlara göre hareket ediyorlar, gülüp ağlıyorlar, sola ya da sağa gidiyorlar, garson kahveyi ya da çayı getiriyor. Ama benim sormak istediğim bu değil. Sorum şu: Kelimeler düşüncelerin ifadesi mi hâlâ? Yoksa, lakırdıların içe kazılı izleri durmaksızın parladığı için insanları oraya buraya sürükleyen etkili ses oluşları mı sadece?
Deniz kıyısına gidip başımı iyice uzatarak rüzgâra tuttuğum oluyor, buradaki bildiğimiz gibi değil de daha soğuk, buz gibi esmesini isterdim o rüzgârın: Keşke bütün o yıpranmış kelimeleri, alışkanlıkla söylenen yavan kelimeleri içimden üfürüp alsa, ben de hep aynı olan lafların pisliğinden ruhum arınmış olarak geri dönebilsem. Oysa ne zaman konuşmaya kalksam her şey yine eskisi gibi. Özlediğim arınma, kendiliğinden olan bir şey değil. Bir şey yapmalıyım ve bunu kelimelerle yapmalıyım. Ama ne? Kendi dilimden çıkıp bir başka dile adım atmak istiyor değilim. Hayır, askerden kaçar gibi dilden kaçayım demiyorum. Ve kendime bir başka şey daha söylüyorum: Dil yeniden icat edilemez. O zaman benim istediğim ne?
Belki şudur: Portekizce kelimeleri yeniden dizmek istiyorum. Bu dizilişten doğacak cümleler çarpık çurpuk olmamalılar, tuhaf da, alışılmadık da, abartılı ve yapay da. Portekizcenin merkezini oluşturacak arketip cümleler olmalılar, doğrudan ve kirlenmeden bu dilin saydam, ışıl ışıl yapısından fışkırıyormuş duygusu uyandırmalılar. Cilalı mermer gibi pürüzsüz olmalılar ve Bach'ın bir partitasındaki notalar gibi de tertemiz; kendileri olmayan her şeyi tam bir sessizliğe dönüştürmeliler. Bazen, içimdeki balçığa benzeyen dille azıcık uzlaşır gibi olduğumda, rahat bir oturma odasının huzurlu sessizliği sayabilirim onu diye düşünürüm, ya da sevgililer arasındaki yumuşak sessizlik. Ama yapışıp kalan, alışkanlık olan kelimelere duyduğum öfkenin pençesine düştüğümde, ışıksız uzamın berrak, serin sessizliğinden daha azıyla yetinemiyorum. Portekizce konuşan tek kişi olarak orada sessizce kendi yolumu çizmeliyim. Garson, kuaför kadın, biletçi- yeniden dizilen kelimeleri duysalar şaşkınlıktan ağızları açık kalırdı ve cümlelerin güzelliğine şaşırırlardı, bu güzellik de o berrak cümlelerin parıltısından başka bir şey olmazdı. Zorlayıcı cümleler olurlardı bunlar -öyle hayal ediyorum-, hatta acımasız da denebilirdi onlara. Dediklerinden şaşmadan, yere sağlam basarak dururlardı, böyleyken de bir tanrının sözlerine benzerlerdi. Aynı zamanda abartısız ve heyecansız olurlardı, kesin olurlardı; ve öylesine ölçülü ki; bir tek kelime, bir tek virgül bile çıkarılamazdı o cümlelerden. Bu bakımdan bir şiire benzerlerdi, söz kuyumcusunun işlediği.
Pascal Mercier- Lizbon'a Gece Treni
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder