Radyodaki kadın Hollanda'dan ve olmayan dağlarından bahsediyor.
Pencereden cam silme sıvısının ve yağdı yağacak yağmurun açığa çıkaracağı toprak kokusunun izleri karışarak yükseliyor.
Kağıtlara gömülü bir güne çok belirtili ve bol nesneli, işlevli cümlelerden sıyrılarak birkaç dize iliştirmenin telâşına düştüğüm anda, güneş fransız balkon korkuluğunun metalini yalayıp geçiyor.
Evdeki döşemeye sızan büyülü mavi bir sıvının peşinden günün gölgesiz kısımları kendini açığa çıkarıyor.
Birkaç mahalle ötemde uyuyan adamın düşüne güvercinlerin kanat sesi düşüyor.
Haftayı yarılamanın ve yarısında başladığımız ayın henüz başlangıcının sesinde ana dilimden kopan şarkılar yuvarlanırken, sevdiğim bir ülkenin haritasında, girdiği şekerci dükkanlarını arıyorum. Parmak uçlarının dokuduğu yuvarlak ve bulutsu renklerin kokusunu.
Uyuduğumuz şehirlerde çarşafların kokusu değişiyor.
Kendi kokumuzu duymadığımız ve ayrıştıramadığımız bir yerde, birbirimizi arıyoruz.
Lavanta kokusunu.
Toprak kokusunu.
Anne olmaya karışan kokuyu.
Ömrün ilk yıllarından yükselen, yeni tenin kokusunu.
Fırından yeni çıkan ekmeğin kokusunu.
Tarçınlı kış gecelerinin kokusunu.
Kar kokusunu. Yağmurunkini daha çok.
Ihlamur ağaçlarıyla bezeli şehrin, nehrinin kokusunu.
Büyüdüğüm şehrin körfez kokusunu.
Köprücük kemiklerine takılarak akan kadın kokusunu.
Tanıdık olduğum, zeytin yeşili koltuklu evin kokusunu.
Köprülü şehrin en kalabalık caddesinin kokusunu.
Ve gözyaşının kokusuz olması, bu yağamayan yağmurlarda kırıcı değil mi...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder