28 Kasım 2011

Gidiş, kalış, dönüş.

Değişip dönüşen şeylerin ton farklarını yakalamanın derdindeyim. Raylar boyunca, incecik, kurumuş ağaçların çıplaklığına inat sallanan tek sarı yaprak.. Birkaç yüz metre sonrasında dolgun bir turuncu... Bulutların ağırlaşan yükünün gölgesiz bıraktığı renkler yıkanalı olmuş biraz, yine de toza meyletmiyorlar.
Bu coşkunluktan içimde yer seçen bir şey var. Karmakarışık olan gökkuşağı renklerini yeniden hizaya sokmaya çalışan bir şey.
Yazların ve güzlerin rengine iç akıtan bir ılıklıkken, çok mu üşüdük de titretiyor uykusuzlukların bir başınalığını kış başlangıçları?
Duymayı özlediğimiz kokular, dinlemeyi istediğimiz hikâyeler...
Zaman beklemiyor. Yirmi dört saatim dört mevsim. Zaman hiç beklemiyor.
Beklese, uzun uzun izlerken o manzaraya karışıp, gri ve cılız bir gövdeyle sarı tek bir yaprağa tutunmaya çabalayacağımı biliyor.
Bulutların ve dağların buzdan mavisini yırta
n bir gün batımı kızılını tutabilecekmişim gibi uzanıyor raylar. Yolda olmak. Bir serginin zamana yayılan insan manzaralarından dökülen konusuydu. İstanbul'daydık ve mutsuzduk ve yollara inançlı.
Yoldayım, sol yanımda gözlerimin hasret kaldığı bir mavi boy...
Mutsuz değilim, mutsuzluğun mevsimlerinden ayrıştırdığım sıcaklıkları değdiriyorum tenime. Kimisi ne umutlu. Kırık bir tarihten, coğrafyalara kurdele kesen bir yeni doğmuş tebessüme yürüyorum. Gemileri görebildiğim bir yerden, tren camlarının taşıdığı parmak izlerine dokunarak yazıyorum.
Yolda olmak, tüm bu zamanlara yayılmış kederin kabuğunu kaldırıp, yarayı yeniliyor gibi. Yaraları hatırlatan yolların pansumanı, parmak uçlarının kesiştiği bir nokta..
Doğanın, var oluşumu gelin yaptığı bir yol bu. İçimi deşe deşe,
özüme vardıran. Kim demiş ki soyunduğumuzda berelerimiz de akıp gidecek diye. Çelik zırhlarımız, keskin sözcüklerimiz, dokunulmazlığımız var üst üste geçirdiğimiz. Yavaşça sıyrılıyorsa bunlar beklemeyen bir zamanın eşliğinde, daha ne kadar hazır olacağız aynaya bakmaya... Beraber bakmaya.
Belki de benim yaram, sana bir sarı yaprak...

Ve kalp atışları.., onlar sahici olan şeylerle biçimlenen müzikler; duydukça...


23.11.2011- 16:26
Eskişehir- İstanbul

Başkent Ekspresi



Güzel uyanışları başka şehirlerde de devam ettirmek hayata dair önemli bir umut ışığı. Mesafenin başkalaşarak ılıklaşması. Sınav gibi değil bu. Yıldızın, bir diğer yıldıza öyle uzaktan bakması, ama bir arada göründükleri evrende ışıltı olarak gözlerimize yansımaları gibi...
Uykuların fonundaki gece ve uyanışların elini tutan manzaralar tuhaf. Bakışımlarla biçimleniyor gibi..
Kaç zaman sonra denizdeyim... Yüzeylerinden hikâyeler akan bu binalara suyun rengi çarpınca, güneş bile cüretkârlığını döküyor bu kış günü...

Gözler var; meraklı, kederli, umutlu... Gözleri ve onların bakışımlı dünyalarını taşıyan bir vapurda, şehirlerden taşanları düşünüyorum. Bu şehrin hikâyesini başlattığım zamanın ne kadar dışındayım. Ne zor unutuldu kimi şeyler, kimisi nasıl da köpüğünden sabunların..
Sokaklarındaki basamaklara kapanıp ağladığım şehirde bekleyişteyim şimdi, barışıklığı... Küsemeyeceğim kadar hikâye biriktirmişim, içinde olduğum arada zamanın.
Ve zaten, bazen herkes burada gibi..

Evimde kalamayan ne varsa, gönüllerine bu şehri yüklediler. Aynı şehrin sokaklarında yabancılaşmanın iç ezen halinden sonra, kollarını açar gibi yalnızca var oluşlarının bilgisinin tesellisi bile.
Unutmadığım otobüs durakları ve gümüşçüler arasından saman kağıdı defterler almaya gidiyorum. Bu şehre en çok yakışan sözcük bu; mektup...
Geçen kıştan bu kışa, hâlâ öpüyor heyecanları, martılarıyla, kalabalığın yalnız bıraktığı adımlarla...
Acıyan canıma su döküyor belki burada olduklarını bilmek... Birkaç gün soluduğumuz havanın değil de, adımlarımızın kesişme ihtimalinin oluşu..

Döneceğim yerin huzuru belki bu sefer...
Yer değiştiren anlamları coğrafyaların..

Ne kadar oldu denizde olmayalı...
"Hey koca dünya nasıl avucumuzdasın..."


24.11.2011- 15:44
Kadıköy- Karaköy Vapuru



Karanlığın metale değişi, ürkek bir serinlik bırakıyor yol uykularına. Eksik olan şeyin garlarda bekleyişine yüklenen bir teselliyle alevleniyor sonra iç.
Pencerenin ardında, görünmeyen gövdelerindeki halkalar boyu sarsılan kül rengi ağaçlar, sonbahar yapraklarının, yumuşaklığına battığı bulutlarıyla gökyüzü uzanıyor... Mesafesiz olarak göremiyorum.
Bir ayın içindeki dörtlü gün dönümünde nasıl değişti doğa, gece bileyim istemiyor.
Oysa yan perondaki yolcusuz tren bile, dışının tıka basa graffitileriyle burada, bu ismini bilmediğim yerde bir şeyler olduğunu bağırıyor. İnsan elinin değdiği yerlerde ağaç olmak, topraklar boyunca uzanmak ve yalnızca geceye sığdırmak mahremiyeti... Sonra metal kesişmelerin gürültüsünde soyunmak korkuyu ve gün doğumuna, dallarını kucaklayarak göğe yükselen bir ağaç olabilmek yeniden... Körfeze değip de geçtik mi, bilmiyorum; karanlık. Ve benim siyasi harita mefhumum da bir o kadar karanlık.
İnsanlar tuşlara basıyorlar; ekran aydınlatan tuşlara. İçinden başka insanlar çıkan ekranlar. Karanlığı tek başına yüklenen birisi yok. Uykuyla birleşenler görmezden geliyorlar karanlığı, daha da karartarak bir şeyleri...
Tüm bu görünmez çıplaklığın ortasında bir adam pişmaniye satıyor. Bağırarak. Pişmaniye. Bahar gündüzlerinin birbirine karışan, şekerli bulutlara benzeyen bir helva.
Bu karanlıkta, bu soğukta, bu yalnızlığında ağaçların ve başlangıcında kışın; pişmaniye. Gözlerini kırpmadan.

27.11.2011- 19:41
İstanbul- Eskişehir
Sakarya Ekspresi

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder