6 Nisan 2011

Taşarsa yarına köpüğünden...

Kimsenin bana seslenmediği bir yerden sordum. Ne soğuk bir Nisan akşamı, ne dışına atan bir gece. İçimin bütün odaları, çocukluğumun duvarları buz kesmiş arka odalarına özenmiş halde. Papatya mevsimi yine kaçacak gibi, ve sonra çimler... Sanki kavruk bir yazda yanan otlara karışmayı bekler gibi varlık. Varlık ne çok yokluktaysa, o çokluktayım. Belki de şefkatli olabileceğini düşündüğüm sonsuzluktan pek mektup düşmüyor yastığıma. Hep sol gözü sulanan kız çocuğuyum, hep sözcüklerin keskinliğinde ölen kadın. Güneşin doğmasına çok saat var değil mi güzel nilüfer... Sulara teninin kokusunu çalıyorsan yarın vardır belki. En yakın deniz manzarasından intihara meyilli bir düş gördüm. Korkum bir kedi grisi, tehdit ediyor beni her yaprak sallantısı. Bahara varmadan güzü mü gösterecek bu tufan? Çantamı toplayıp kütüphaneler boyu yürümek, sesine dayanabildiğim akşamlardan kart yazmak geliyor içimden. Sayfaları kırışmış defterler topluyorum, hiç okunmayacak, belki mürekkebi uçacak. Hâlâ şah damarıma yıldız çizmek istiyorum, bileğime 3. Sonra kulağımın ardına, senin kaleminle... Deliren manzaralar eşliğinde başımı düşürmek istiyorum kumsallara, sonra sandalların çarpacağı dağlara bağırmak en sessiz şiirleri. İsmini bilmediğim içkilerle genzimi yakarken, belki bir bitki düşer dilimle biçimlenen karanlıklara. Bir bitki, kokusunu sen seçersin. Yakıcı bir karışıklık, nevrotik bir sabaha dökülür belki. Saçlarım boğazıma dolansaydı, nefesimi de boğardı belki. Kesilen saçlarımla çıplak bile değilim. Oysa "soyuna soyuna koşmayı seviyorum ben..." Bu zamansızlık, bu kolumdaki ağırlığı yelkovanın, bu göğüs kafesimden taşan lavı eskimeyen kanların.. Ellerim ağrıyor...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder