17 Ocak 2011

Darmadağınık yalnızlıklarda...


Mavi bir kâğıdın kurşun tutmayan bir karesinde sabahlıyorum. Ellerimin titrekliği yadırgıyor nasırıma saplanan kalemi nicedir.
Korkunun korkaklara ait olduğu bir evrenden mi yoksa şiirsiz kalmış gecelerin soğukluğundan mı dökülüyor sözcükler, bilmiyorum. Sustuğum uykusuzlukları söyleyemediğim sessizliklerde kulaç atıyorum yarının belkilerine.
Mevsimlerden ortasındayız portakal zamanının, kabuğunun soba üstü kokusunu özlüyorum; bana soracak olursan... Ben salon ortasına kurulan kömür sobalarını severim; yüreğimi yaklaştırdığımda alev almasından korktuğum hislerimle, kestane mevsimini...
İncir ağacının yapraklarında yürüyen akşamüstü gıdıklamasını ve küçük balkonlarda, içinde turuncu olan bitkilerle bahçeler yapmayı.
Kıştan yaza yol alan bir geminin yolcusu muyum, ona yatak su mu, bilmiyorum. Kimi zaman derinliksiz bir zaman dilimi, kimi zaman ağırlıksız bir yüzey. Kendimi başkaları üzerinden tanımlamam gerekseydi şairlerin dizelerini seçerdim, başka düşleri sorarsan atlıkarınca renklerini değişmem.
Resim yapacağımız terasları vardı, tatillerinde kalplerimizin. Benim soluksuz kalana dek kitap okuduğum küçük mutfaklar.
Renklerle içini boyamak istiyorum bu dünyanın, gülüşleri pembeye, aşkları mora çaldırmak. Kızıl bir heyecana yenik düşürmek ömürleri ve kanatlara tattırmak, maviliğin yeşile döndüğü sonsuzluğu...
Üç gece mi oldu rüya görmeye başlayalı, "son üç gecedir mi intihar etmiyorum"* kendimden, bilmiyorum... Gün doğmuştu ve okula gitmek için acele etmediğim bir sabahta, martılar vapurlara çoktan alışmıştı. Sesti, sustu, en çok bizdi. Sakin bir sabaha varan kalp atışlarının tekliğinde gölgeleniyorduk; ben o sabah biliyordum gecenin kırgınlığını, kedilerin bile yanımda olmadığını...
Uyumadığım her geceye düşen görüntü gibi, bir yerde birisi çamaşır iplerine havı aşkların yağmuruna yenilmiş bir havlu astı.
Tüm kırgınlıklarımın oturup birlikte tavla attıkları saatti ve benim üç boya kalemim yine montumun cebinde kalmıştı...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder