Basite indirgenmiş bir çeviriydi içimdeki tiyatro oyunlarının, müsvedde kağıtlarındaki gölgeleri. Cılızdan bir ışık yardımıyla, temkinli adımlar atmaya zorlayan bir ikinci ses kulaklarımda. Renklerini yitirdiğim bir haritanın çıkmazlarındaydım. Ovalarımda, dağlarımda iklimlerimi kaybetmiş durumdaydım. Ne şarkı söylenesi bir durumdu içimdeki(!). Hatırlayamadığım ezgilere, yitip gitmek üzere olan şarkı sözleri… “Sen içimdeki küçük mum hala sönmedin, yanıyor musun?...” Uzaklardan yakına bir işaret bekler dururdum içimdeki piyesin savaş sahnesinde. Gelsin beni bulsun isterdim, hiç bulmazdı… Verdiği birkaç güvenilebilir sözü de ezer geçerdi cevapsızlığı… Yitirir olmuştum rüya anlatan, düşlerine düş katan çocuğu… Rüyalarında da cevapsızdı belki… O kalbinin anlayamadığım yoğunluğunda, labirentlerinden sıyrılamaz şekilde, karanlıklarda, kör kuyularda yalnız başıma kalmıştım. Hiç içine alamadığı ‘ben’ koyuluklarında bile bir mum yakmaya çabalar olmuştu. Ona mavi yakışıyordu, garip ama sanki rengi o gibiydi…
Sana bir gün “Vur beni” demiştim. Mavileri oyacaktın, kaçamadın… Kızıla çalınmadı iklimler, kan revan içinde kalmadı düşler… Çağırmadın, geldim. Ağlarken görmedim seni, ağlamazdın çoğunlukla… Oysa benim mavilerim akardı, durmaksızın…
Şimdi zehir zemberek bir soğuk dokunduğum noktalar… Boyum yetmiyor bulutlara, seni de alıp götüremiyorum gökyüzünün çıkmazlarına…
Şimdi çıkmaz sokaklara saplı hayallerimle cevapsızlığından imgeler çıkarmaya çalışıyorum. Oturup bağdaş kurdum kalbinin kuytularında, duydun mu dudaklarımdaki ıslığı?... Duymadın… Sağır edici suskunluğun kesti geçti yine… Dudaklarımdan parça parça dökülürken ‘istediğini yap bana, sessizlik sonsuzda nasıl olsa…’
**Fotoğraf: Kevin Abato/ Liquid Serenity
....
YanıtlaSil