4 Kasım 2006



Gözbebeklerinden taşan koyu hıçkırığın saplanmasıydı kağıda, içimi acıtan keskinlik.
Sustuğum yağmur damlalarını içiyordu gece. Beklenenin elime kondurduğu bir yumuşak, ufak gonca gibi.
Sükûnetin sınırında sessizliğimin tıka basa doldurduğu huzursuz bir ruhtu benimkisi. Elinde kalemini saklayan bir yaramaz, geçimsiz.
Fırtınalarını saçıp, ilerliyordu gecede yalnızlık.
Tutunacağım düğümlerden usanmış loş sokaklar Loş sokaklarda cılızdan bir sarılık. Kendinden geçen gece bitkilerine rağmen, eskimeyen, kendini tekrar eden,” nakarat gibi” bir yağmur, sokakları döven. Dudakları hırpalamadan , usuldan ıslatıp geçen…
Bir deniz kabuğuydu yüreğinden ıslak kaldırıma düşen. Küçük bir minare. Denizyıldızları takmıştın saçlarına, korkunun gözlerine saplı kaldığı kadınının… Ve insanın içini okşayan samyeline karşı, kumdan kaleler yaparken “who can say where the road goes, where the day flows, only time…” Zamana yenik düşen savaşçılardık günebakanlar arasında. Kalbinin, zamanla gerçek arasına sıkıştığı, yol verdiği sızıydı akşamsefalarının ölümü gün doğumunda… Ben-sizliğin haritasında ilerlerken, kıvrımlarımdan geçerek sevmek ben-sizliği. Usuldan gamzeme saçtığın güllerinle… Sonbaharına hoş geldin..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder