9 Haziran 2011

dağınık yeşil.

Pencerem sanki yıllardır açıkmış ve kanadı bugüne kadar hiç kapanmamış gibi öyle duvara yandaş. Yaprak oynatmayan bir rüzgârsızlık var, oysa sahil sözcüğünü duyar duymaz esintisi de gelirdi beraberinde. Durgun yaz, çok beklenmiş yaz... Belki de bu kadar beklendiği için tuhaf bir renksizlikle tablolaştı pencerede. Öyle, beklenmeden, aniden tenimize düşüp de kavurmadı. Uzun yağmurları vardı bu kışın, baharın... Hep o yağmurlar altında gülümsemeye ve ağlamaya alıştık belki, güneşi unuttu bir yanımız. Şimdi baştan öğreniyor sanki ağaçlar doğuracakları meyvelerin renklerini, ağırlıklarını. Deli deli sallanmıyor hiçbir kiraz, zaten sevişen de yok dolu dolu.
Burada hayat tuhaf bir hızla, sanki kitap yaprağı çeviriyor gibi geçiyor. Okuduklarımız yanımıza kâr, hızla geçtiklerimiz hafif pişmaniye tadında. Sonrasında ağlatacağından emin olduğun bir şeyi neden yaparsın, onu bilmiyorum.
Ben sürekli bir bankta unutmak istiyorum kendimi, anısı olan her bankta ömrümü geçirmek istediğim gibi. Sonra üzerine başka anılar kazınan, belediye zevksizliğindeki banklar. Genelde yeşil, hiç olmadı sevdiğimiz ahşap renginde. Belki biraz gecenin denize karışan neminden sisli, puslu.
"Birkaç bankımız oldu." diyorum sık sık, en azından o kadar anı toplayabildik. Kestiremiyorum, ne kadar baktığımı gözlerinin ahşap tonuna. Ama sanki biraz daha baksam, ormanlar kıskanacaktı boyayacağım dünyayı. Mütevazilik olsun diye gitmediğini biliyorum, belki de ağaçlarımızın gövdelerine başka çalılar değdi, başka kuşların sesi yaslandı dallara. Bilmiyorum, sen söyle. Ya da yine bırak, ben söylemediğin kelimelerden en istediklerimi seçeyim.
Her gün yolumuzun düştüğü bir yerde, birisi bana yeşilliklerden söz etti. Ve senden. Hakkı yoktu senin renklerinden konuşmaya. Ben bile konuşacak vakti bulamamıştım. Neden öyle yaptı, doğru mu söyledi, söylemeseydi ben senin yeşilini nasıl tanımlardım bilmiyorum. Yani neden avucumla ağzını kapatmadım ya da kulaklarımı kapatmadım veya orayı terk etmedim, bilmiyorum. Senin bir renge değişinden bahsetti, ben de sustum. Zaten böyle anlarda ben hep susarım. Konuşmam gerektiğini hissettiğim her yerde şöyle bir durup, susarım. "Aferin!" derim sonra "Ne de güzel, her seferinde yeni baştan, ne de güzel pişman oluyorsun!"
Bir de konuştuklarım var, onlar yeşil değil, maviye çalıyor sanırım, kimi zaman kırmızı olsun istiyorum, en çok da gecede patlayan tomurcuk moru.
Bugünlerde neyi sevmesem karşıma çıkıyor, neyi sevmeye biraz meyillensem içimin kaktüs dikenleri inceden inceden birkaç terk ediliş öyküsü hatırlatıyor. Dost arası kahve fincanlarında kalabalıklar çıkıp, sokaklar boyu yalnız bırakıyor. Bir yanım gece bitkilerini severken ötekisi pencere önü çiçeklerinin tenhalığından dem vuruyor. Sonra senin sevdiğin şarkılardan yap- boz yapıyorum. Teknoloji bunu yapmama olanak tanıdığı için ürkütücü biraz. Sana ilk söylediğim şeylerden birini hatırlıyorum buna yenik düştüğümde, sonra yüzünün aldığı şekli anımsayıp tebessümümü ıslatıyorum. Belki yanından geçerken tutmasaydım o yağmurunu içimin, gözümün bebeğinde, sen de bu kadar insafsız olmazdın.
Her gün "belki bir dönemeçte" diye başladığım günler "nasıl olsa yok" dağınıklığını aldı. Aynaya bile bakasım yok, baksam da göreceğim bir renk yok. Belki de her gün yolumuzun öylesine düştüğü o yere gidip, güzel şeyler söylemeye çalışan birisinden seni dinlemeliyim. Ben hiç sormamıştım oysa seni, telefon defterlerimizdeki ortak düşen harflere bile, şimdi böyle, oluyor mu hiç, oluyor mu böyle.. Senin sesin bu kadar güzelken, başka seslere renk düşürmenin ne alemi vardı, aramızda bir gökyüzü kalacaktı kalsa kalsa, bunu bile bile ne gerek vardı...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder