17 Nisan 2015

"gökyüzü ne kadar güzel, buradan daha güzel..."


Pencerelerden belimi sarkıtmayı arzulayacağım mevsim geldi. Saç dağınıklığının üzülmüş kalpleri gıdıkladığı, yakası paçası dağılmış, uçarı renkli hafif kumaş buruşukluklarının gamsızlaştırdığı günler. Bir cumartesi duygusunun içimize çöreklenmesi birkaç kapı boyu. Yüzümüzü hafif bir esinti yalasa ömrün tatili havasına gireceğiz. Kollardaki saatler yeryüzündeki toplam ağırlığımızı dibe çekiyor. Sokaklar Kadıköy olup yürünmek, sular akşam güneşiyle nefessiz öpüşmek istiyor. Vapurlar her gün ama her gün aynı saatlerde yaptıkları seferlerine yeni masallar edinmenin peşindeler. Havada bir yeşil elma ısırığının ekşimsi tatlımsı yeşilimsi ama dudaktan kızarık tadı var.

Günler pazar tezgâhlarındaki renkli meyveler gibi saçılıyor sonsuz sıkıcılık üzerinden. Tüm günler aynı ve aynı olmamasını dilediğimiz her yeni gün çarşılardan bir umut illa ki alıp geçiriyor üzerine. Sokakta edebi bir şeyler oluyor ve ofis insanlarının bu mahrumiyetine kimse yeşil kart vermiyor. İki duble rakıyı genze,  yorgun ekran gözlerini boğaza bırakmanın mecburiyet olduğu akşam çıkışları, minibüs tekerlerine ve ocağı yalnızlıktan yanmayan mutfak diplerine sıkışıyor. Tüpü biten bir aşk ancak sulara bastırılıp yataklara götürülebiliyor. Oysa yataklar da konuşmak için...*  Dışarıdaki bahar, içeride günü devirmenin hırsıyla didişiyor. Belki de sadece saçlarını savurup hava atıyor. Güzel bir kadın saçlarını rüzgâra bırakmaktan başka bir şey yapmasa da olur. İstanbul... Güzel kadın, gerdanı açılmalı kadın. Öpmeden durmamalı kadın. Bakışı buğulu, adımı ıslak...

Bu sabah vapur düdükleri çalmadı. Dumanlı bir geceyse ve akşamdan kalmaysa şehir... Denizine dokundurtmadı. Oysa bazı kırgın haberler suyla buluşmadıkça yürek çarpıntısını soyunamıyor. Bir vapurla öpülecek ameliyat yaraları var. Bir de vapurlara sadece kalbi yük edip batıranlar var. Beklenenler, gelmeyenler. Uykusu yaralılar. Yara açan uykular... Bazı bekleyişler, yaralar ve uykular hep birbirine karışıyor. Ayrıştıramadığın yer, uçurumun. Dil yitimiyle, tek ayak üstünde beklediğin...

Hiçbir şeyin, homojen intiharını yüklenmediği yerde şehre nazlanıyorsun. Güzel kadınlar hep okşar gibi geliyor içini. Sonra çıktığın yeri anımsayıp kendini kandırmaktan vazgeçiyorsun. Kim okşasa içini...? Birkaç semt ötede yazmaya başladığın hikâyeye koşsan kavuşsan mesela, bahar da kavuşur mu yalınayak adımlarla, çırılçıplak yazdığın kelimelerle en içine, en içine, senin içine, onun içine... Artık bazı cevaplar "bilmiyorum"a varmamalı. Billdiğin, bilip de beklediğin, bekleyip de istediğin bütün o akşam şarkıları... 

Bir şiir, bir diğerine varmalı. Nisanın tavrı bu olmalı. Çok sessiz... Bu konuşkan tıpların dışı çok sessiz. Ünlem işareti yetmiyor. Bir öte sözcük bulup uzun uzun cümlelerde sabahlamayı çekiyor canım. Denize kadeh sallamak, tenimi yaslamak, fazlalığından arınmak içerinin. Bilmediğim ama çok seveceğim bir şarkının nakaratında dudaklarıma alev sürmek. Sonra bahar sabahlarından saçlarımın bulutları gıdıklamasını... Bulutların içimi gıdıklamasını... Sokağınkiyle yakışmasını kokumun.. Bir son değil, başlangıç duygusunun ikâmetini almak en derinime... Orada uzun uzun, iliklerime dolna kadar tanımak... Yeniden öğrenmek yollarını kendi evimin. Teslim ola ola...

Bakma. Yorgunum. Kendimi unutmaktan. Bir şeyleri bilmemekten. O yüzden bu heyecanım. Bir şeyleri bildiğimi emin olarak hissetmenin kanımı iteklemesinden... "İstiyorum" cümlesini kurabildiğimden. Ve bir dilek sonsuzdan geri sayılabilir gerçekleşmesi için, sahiden deli deli isteniyorsa...
İsteniyor. Bazı cesaretler vakur bir şekilde sabra dönüştürüyor kendini. Bahar geçmesin yeter. Ama bir bahar da zaten böyle geliyor. Onu unutmaktan da yorgunum bak. Dinlendirsene beni. Üzerime ağır gelen her şeyi bir kenara atıp sadece esintiye üfleyen güneşle, yüksek pencereler ardından, öylece ağırlıksız... Cümle yataklarına nefes saçarak...

Çünkü...
Çünkü bu bahar bana iyi gelen bir şeyler var.
Bütün o yıkıntılar arasından...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder