İspanyolcayı unuttun.
Çamaşır iplerini dinlemek isteyen o kadını,
varlığına meydan okuyan kitapları anlatan adamı,
Diyarbakır'daki o kız çocuğunu,
Evini bile unuttun.
Sen her şeyi unuttun.
Şimdi neredeki ayna, sana seni gösterecek, hangi gözün merhametini dileneceksin.
Her şeyi unuttun.
Erguvanların Aşiyan'da açma mevsimini bile...
Mayıslardan,
kırmızı ulaşım araçlarından,
anısı varmış gibi topladığın şarkı sözlerinden,
kahvesi çok, sütü az fincanlardan,
kırık sokak taşlarından,
neon ışıklarına yaslandıkça başını döndüren otobüs duraklarından,
temmuz başlarından,
masaldan biçimlendirdiğin şehirlerden,
ve evinden...
Sen, her şeyden korktun.
Kaçmak, terk etmek, belki de aldatmak adı altında ismini bile soyunup fırlattığın o odanın beyazlığında sığındığın, koçanı koparılmamış biletler, bir dünyaya bedel sadakatinin en büyük yalanlayıcısı şimdi.
O güzel gözlü kadın hatırlatana kadar bilmiyor muydun tükettiğini ömrünü, adımladığın her coğrafyada tek yumurta ikizi gibi; adımlar, adımlar...
İllâ garları, illâ iskeleleri ve illâ insanları mı katmalıydın tükenişine...
İşlediğin cinayete tutulacak aynadan kaçıyorsun.
Ayakkabının toprağa bıraktığı izi yağmur yıkar diye bekledikçe, çorak için, kendi kahkahasında boğuluyor.
Hangi tarihi bekliyorsun çatlak dudağına o ruju sürüp,
hangi adamı,
hangi kenti,
hangi denizi,
hangi sen olmayan.....
Seviyorum dediğin bir kentin, bir dersliği- Saatlerden bin altı yüz kırk.
güzeldi gerçekten.
YanıtlaSil