Mücadele alanına dönüşülen ilişkilerin sarmalında susuyoruz ya, o zaman sessizliğin erdem olmaktan çıkıp göğüs kafesini zorlayan bir ağırlığa dönüştüğünü kabulleniyor varlık.
Bu kaçıncı tıp.
Bu kaçıncı unutuşum sözcükleri kullanmayı.
Üstelik bu kez, kalemin yazmadığı, yazsa da okunmadığı bir yerdeyim. Böyle değildi öncesi. Sesimi kaybetsem de ellerime inanan bir şeylerle yaşardım. Ellerimi tutarak, bütün kuvvetiyle sıkan ve ağrı dindiren süreçler.
Şimdi hissizleşen bir gün sayımı gibi. Sözcükler bu gün atımında bana yanaşmadıkça bütün sokaklarım kime doğru.
Kendime bile seslenmediğim yerdeyim. İçimden geçenlerin sıfatları, zamirleri yitik, cümle yapılarımın kamburluğundan kalbim sakatlanıyor.
Benim ellerim sevilirdi, ben sesleri severdim.
Acıyor sevgim.*
Yelkovan batıyor nefeslerimin aralığına. Asla susmayan tiktaklar asla uyutmuyorlar düşüncemi. Düşüncemin bir sesi yok, hayır; notalardan fa da değil.
Ben bileklerimin, şehirlerde yeniden kurulan masallara dayanmasıyla inanmıştım bir şeylere.
Şimdi bileklerim sadece ince. İnce bir çift bilek, kalemsiz; çıplak. Kalem tutuşunun bir şey ifade etmediği bir yerde, aşktan bilezikler takılmayı bekliyor.
Ne tuhaf, sanki buna inanabilecekmişim gibi. Sanki ihtimal varmış gibi.
Ellerimin sevildiği yerden, sesimin beklendiği yere geldim.
Sözcüklerin anlam bulduğu kalp sayfalarım çevrilmiyor, hepsi birbirinden ağır. Tozlu kapakları ne kaldırır.
Mektup beklemeyen bir zamanın ortasında, neye tutunur masal.
Evden sonra, evdeki son yaşanmışlıktan sonra nasıl boşlukta soluk alış.
Ellerim ağrısa, vapurlara binerken birileri tutup sıkmak istese ellerimi, birlikte yazmak, birlikte güzel şarkılarla...
Sesini özlediğim insanlar var.
Belki ellerimi özleyen...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder