16 Eylül 2010

"Her şeyin sonundayım"


"..Öyle anlar oluyor ki yazmaktan utanıyorum.
Yazmadığımda ise iç- denge diye adlandırdığım, o kafamda mı yüreğimde mi olduğunu bilmediğim bir denge bozuluyor ve çevreme karşı kırıcı hatta saldırgan oluyorum.
Bunu da hiç sevmiyorum.
Yazdığımda, bu, bir ölçüde geçiyor.
Belki, yazarken, kendimi kırdığım ve kendime saldırdığım için..."

Ferit Edgü

9 Eylül 2010

dağınık yatak.


Ayna kırılır, surete karışır sır. Muamması düğümlenmiş, dili lâl masallarla yıkanır ten. Nicedir bu gözlere yansıyan renk kırılması, gün batımlarını çağrıştırıyor, kızılı çiğ. Renk karışıyor bulutlara, güneş dileniyor damar üstü örtü. Güneş bir son yaz perdesinde, sarılığın uykusuz bulantısını diretirken, temmuzlar eskir. Kana değer ayçiçeği. Bir alev raksı yürür göğüs üzerinde, ten fısıldar. Fısıltı çığlık olur. Çığlık, mevsim dönümü. Mevsim teni kafesler renklerin eşiğinde. Bedevilerin yağmur özleyen tenlerinde biten çöl rengine karışır uzuneski yaz tadı.
Nicedir tanıyamıyor kadın bedenini, uzun uzun seyreylediği omuzlarına dökülen gürül gürül saçlarının uzamasına inanamıyor. Saçlarının arasından deniz kestanesi sivriliğinde sular akıyor, su göğüs uçlarlarından sızıyor. Gözlerinin takılı kaldığı çenesinde yağmur sonrası gölcük. Nicedir tanıyamıyor kadın tenini. Kaşıdığı kumaşlardan renkler kazıyor, tırnak diplerinden yol veriyor renk kökleri, çiziyor uzun uzun kasıklarını, bedeninde gidip gelen yaşama belirtisi o an boğazında mola veriyor, uzun, sancılı bir bekleyişin eşiğinde kasıklarına kesiyor tırnaklarından akan renkler. Bir eski yaz tırmanıyor hücrelerine, bir Ege kokusu başına buyruk. Şarkılar hatırlıyor, dizleri birbirine çarpıyor, o gece ötesinden kalma iz geliyor aklına midesinin az üzerinde; artık zevk aldığı sızıyı hissetmiyor. Nicedir tanıyamıyor kadın kendini. Şarkıları ve şehirlerin değiştirdiği saçlarını. Bacaklarından akan eflâtun günbatımlarını. Sık sık elleri ağrıyor kadının, mirası; ağır valizlerinden, geçmiş mektup yıllarının. Elleri de değişti kadının, piyano çaldığı yılların tozu değiyor parmak uçlarına, başındaki ağrı metronom gibi işliyor. Artıyor birikintisi aynadaki değişikliğin. Köprücük kemiklerini zorluyor sık sık kadın. Parmaklarını kemik boyu bastırarak nabzını ölçüyor.
Uzun mektupları var kadının henüz olmayan kızlarına yazılı, ayırdığı ve dinlemediği şarkıları, adanmamış renkleri, teni öpmemiş mevsimleri. Korkuları var, kör olmaktan korkuyor kadın en çok ve kokuları yitirmekten. Ekmek kokusu ve mürekkep kokusu. Neye gebe olduğunu bilmediği senaryolarda figüranlığa alışık bedeni titriyor yitirişlerde.
Mezarları geziyor kadın, dilin sınırlarından taşıp hıçkırarak koşuyor taşlar arasından. Konuşamadıkça camdan bilyeler kırıyor, ayakları küçülüyor kadının, tabanları kesiliyor. Nicedir tanıyamıyor kendini kadın. Kararttığı göz pınarlarına gece çalındıkça kadınlığına susuyor. Susadıkça saçlarını çekiyor. Etekleri buruşuk, bacaklarından sokak akıyor; dehlizler sesleniyor, çıkmaz sokaklar ayak bileklerini öpüyor. Saldırganlığa teslim oluyor kadın, ruj renginden cinayetler boyuyor, cinayetlere boyanıyor kanıyla.
Sırtına metali değdikçe ayazın, dişleri dudaklarına geçiyor. Dudakları mercan, kurban ettiği kuvars. Allığından suretler akıyor kadının. Nicedir tanıyamıyor kendini kadın. Uykuların rüyasız kısmını içerken, kadehlerle kâbuslar dökülüyor gözlerinin ardına. Hayat tükürüyor, saçlarından tutup sürüklüyor, ağlatıyor kadını.
Kadın nicedir gözlerinden dudaklarına varan tuzla seviyor tadını ümitsizliğin. Vurgunda isimsiz bırakılan sureti, aynada muamma oluyor. Nicedir tanıyamıyor kadın kendini; kadın olduğu yatakların kokusundan sıyrılamıyor. Korkuyor kör olmaktan ve koku alamamaktan. Deli bir yaz sonu yürüyor belleğine, içinde zeytinler, vapurlar, söylenmeyen şarkılar, dağınık çarşaflar olan. Ağlıyor kadın, nicedir aynalarda ağlayan gözlerini bırakıyor, tanıyamıyor.
Göğüs kafesinde bir kuş ölüyor.

6 Eylül 2010

-sız.


Gidemediğim sokaklarda,
sesimle dolamadığım şehirlerde,
cevap veremediğim erkeklerin ve kadınların parmak uçlarında,
bakamadığım aynaların sırlarında,
yerleşemediğim odalarda,
içinde barınamadığım şarkılarda,
öpemediğim, uğruna şiirler yazılmış sularda,
ellerimdeki sızıyla kaldım.
Gece bitkilerinin yeşil davetinde, ismi yazılmayan omuzu serin kadındım.
Sustum.
Kelimelerden daha çok yazılır oldum sessizliğe; ben zaten aşkın bu felçli haline vurgundum.

5 Eylül 2010

Bir Çay Bahçesinde

bir çay bahçesinde demode
- böyle demek zorundayım çünkü-
çağdaş ve demode
ayağa kaldırdığı duygular gibi
demode çay bahçesi olur mu deme
garsonu üzgün ceketli
ocakçı köşede bir başına kıyıda değil, değil de masalar sanki
kalabalık bir kentin tam ortasında deniz de vardı sözümona çocuklu anneler
biraya isteksizce katılan votka
Edip'le Mefharet sonra geldiler
neler söyler insana bütün bunlar bilmiyorum
yalnızlığı arttırmaktan başka
üstelik bir yaz gü
durup dururken sana seni sevdiğimi söyledim
sonradan uzun uzun düşüneceğim
bunun gülünçlüğünü
ama ayrıldıktan birkaç saat sonra
unuttum yüzünü
"olağan" deme sakın ha
seni yeniden sevmeye hazırım demektir bu
bu dünyada
tek başıma

denizin eski olduğu yerlerde
böyle oluyor işte

Turgut Uyar


4 Eylül 2010

artık melek değilim.*


Beş aydır ellerimi ağrıtan gidişinin, avuçlarımda biriken yalanlarının sızısını yüzüne bırakmak istiyorum. Kalabalıklar ortasında, senin ya da benim veya artık sizin olan şehirde, bu şehrin insanının şahitliğinde akıtmak istiyorum öfkemi yüzüne. Aslına bakarsan öfkem sana değil, baştan beri herkesi, başta kendimi inandırdığım sana olan sapkın bağlılığıma. Hastalıklı yanımı sana bu kadar her şeyiyle teslim edişime. Belki de şimdi kuramadığım tüm cümlelerin nesnelerini senelerce sana harcamama.
Söylemek istediğim çok şey olmasa buraya ayağımı basar basmaz neye saldıracağımı bilmez bir halde duvarları deşmezdim sanırım gözlerimle, ama yine de konuşmayacağım o gün geldiğinde kalabalık cümlelerle. Her şey çok basit gibi görünüyor buradan bakıldığında. Bir kadın bir erkek. Olası sonuçlar. Oysa benim yazdığım pek çok şeyin ucu açıktır, renkleri birbiriyle karıştırıp matematiksel bir kesinliğe varmam, sana zorla anlattırdığım masallardan kahramanları çalıp da kumar masasında onların ardına saklanmam. Cebimdeki bozuk para, bozuktur, döndürür dolaştırır sokak kenarındaki oyuncağı bana kazanmanı beklerken avucumda ısıtırım, fazlası için birikmez kumbaralarda.
Artık az insanla konuşuyorum, bunu duymak seni şaşırtacaktır. Eskiden olsa kendimi insanlara verir ve sürekli gülerdim. Hiçbir şey eskiye benzemiyor. Her şey fazla yeni hayatımda. Ne kadar hayatsa. Konuşmakla ve yazmakla ifadesiz kalıyorum artık çoğu zaman, dinlemeyi tercih ediyorum, sonsuz iletişiminde dünyanın; dinleyici kalmayı, görünmez olmayı. Kendimden utanmayı sen öğretmiştin. Ömrümde kendimden hiç bu kadar utanmamıştım. Hiç bu kadar saklamaya çalışmamıştım çıplaklığını gözlerimden akanın.
Artık şubatları ya da mayısları beklemiyorum, temmuzlara gelmesek diyorum, hiç gelmesek. Hiç başlamasa o ay. Hiç karşılaşmasak; olmuyor. İnsan acısıyla kalıyor biliyor musun, soluğunun sızlattığı göğüs kafesiyle, öylece bir akşam vakti. "Seni sevmiyorum." dan ötesi kalmıyor varlığında.
Belki de sevilmemenin getirdiği bir çaresizlikle fotoğraflara, mektuplara, deniz kenarlarında, otel odalarında, belediye otobüslerinde verilen hediyelere yaslanıp, inançsızlığını hatırlatıyorum kendime. Kutsal olan hiçbir şeye inanmadığım gibi, sana da inanmamın zaten mümkün olmadığını. Olmuyor. Belki de insan hayatta tek bir şeye güveniyor. O ölünce başka bir tek şeye.
Söz vermiştin, demek istiyorum ama ne ironi. Kimin sözü, kime verilen söz. Çığlık çığlığa bir gecede hiçliğimin bağırdığı bir yakarışın susturuculu silahı gibiydi sözlerin. Gördüklerim, duyduklarım bir mezar taşının ardındaki kabustu muhtemel bir olasılıkla senin için. Kimbilir kaç ay, kaç hafta, kaç gün...
Yok olduğum kaç gecenin sabahında...
Söylecek hiçbir şeyim yok aslında. Gökyüzünde kutupyıldızı da. Yok. Hiç olmadı belki de.
Sen kırmızı, ben Aşiyan sırtlarında ölü erguvan.

"Seninleyken dinlediğim şarkıları hâlâ dinleyemiyorum..."

1 Eylül 2010

Yaz Sonu


yaz inceliyor, güz
bizse hiç büyümeyen rus bebekleri
bir düşte karşılaşmıştık, bir düşte kaybolduk
hadi birimiz uyandırsın artık ötekini
birbirinin karanlığına kapatılmış
birbirinin içinde tipiye tutulan
her kozaya ayrı biçilen uzun kışlardan
hadi birimiz uyandırsın artık ötekini
ilkgençliğin yazıları bitti. Şimdi bırakılmış çiftlikler
yağmurlarla boşaltılmış leylek yuvaları
elinizde sorular, gün yeniden dağıtıyor
kalanlar için yazılanları
yaz sonu yaz sonu yaz sonu
Biliyorum
yine haziran yine temmuz yine ağustos

Murathan Mungan


31 Ağustos 2010

biz..*


Biz haritası olmayan yolculuklar düşleriz; içinde su olan. Mesafesizlikleri tanımsız bırakıp, kalp akıntısını dinleriz gecede.
Şarkılar bilmecenin ipuçlarıdır ve oyunumuzun kurallarını şairler koyar.
Biz şairlerin ölümsüz, müziğin sözlük olduğu iklimlerde soluk alır, birlikteliğe soluk veririz.
Mumları söndürmeden keşfe çıkarız yaraları, ve ellerimiz geç kalınmış bahar gerinmelerinde heyecanlı bir serinlikle ürperir.
Giz yanlarımıza dökülmüş bronz çağdan mektuplar atarız, sesin yok olup öpüşlerin konuştuğu saatlere.
Biz martıların kanadından dökülen, özgürlüğe susamış çocuklarız. Boynumuza şal atan bir rüzgâra aşığız çoğu zaman, mavilikleri engin huzurlara seren evlerde nabzımız.
Kırık camlarını gözlerimizin, vitraylara kirpiklerimizle vurarak onarırız.
Sevdiğimiz şehirlerde, bizlikte yaşamayı kural ediniriz.
Çocuklara, hayallerimizi içine koyup, gökyüzüne bıraktığımız uçan renkli balonlarla sesleniriz ve onlara, kanayan yanımıza inat dünyanın bütün güzelliklerini taşıyacak isimler veririz.
Biz şehrin sesleriyle yaşayan, sokakların göğüs kafesine hayatı aşılayan kadınlar ve erkekleriz.
Bileklerimiz ağrısa da Ege ve Akdeniz'in değdiği tenimizle, en çok üfleyen mevsimlerin ilaç olduğuna inanırız.
Tanrımız, kıyılarımızda hüküm süren dizelere kalem oynatanlardır ve kutsal kitabımızda Turgut Uyar uyur, 'Sevda Sözleri' bezelidir her satırında ve zaten 'Sonrası Kalır'...
Biz, bu güz başlangıçlarına değen gözyaşlarımızla, kuytularımızdan deniz suyu çıkarıp, pencerelerimize taşıyanlarız.
Aşka inanırız. Biz olmaya. Tanımsız kalan tebessümlerde, her gün aynı saatte buluşmaya.
Ayna kenarında özgürlük için dudağımızı boyayarak, aşk için saçlarımızı dağıtarak, biz olmaya hazırlanan bir seherde; sevmelere alışığız, sevip de ölmelere...

27 Ağustos 2010

"..Ellerim de sizsiniz, ellerim de..."


Yaz başlangıcıydı, otobüste önümde oturuyordu. Aynı yakanın sakinleriydik ve başka bir yakaya birlikte kayıyorduk sular üzerinden. Suların kış halini almıştı saçları, demet demet buğday kırması. Kulağındaki müziğe akıyordu gözlerinin yeşili, ve dünya yok oluyordu o yerinde salınarak, notlarını okurken.

Tanırdım onu, belki üç, belki dört senedir. İsmini dost meclislerinden, görüntüsünü senin yanında basılmış bir deklanşörden bilirdim. Severdin onu, sevdiğini bilirdim, ben de o yakanın çocuğuydum. Sen uzak bir şehrin yürek sızlatan biletleriyle, her gelişinde sulara koşardın.

Konuşmazdık pek, bilirdim sadece. Sevdiğin kızı izlerdim bazen, anlamsız bir öykünün yarım kalmış harfleriydi benim ceplerimi dolduran, size güzel cümleler düzemezdim hiç. Hayatta pek çok şeye karşı edindiğim gereksiz yorumlarımın ve gereksiz yorumsuzluğumun yakasını birleştiremedim hiç hikâyenizde. Belki de söylenmemeliydi hiçbir söz zaten. Benim ismim denizdi, elimden gelen bundan başkası değildi.

Uzak değil yakın bir zaman önce ondan bahsetmiştin, belki ben, o olsun istemiştim. Daktilolarda asırlarca yazmak istedim. Sen hep yazılacak şeyler tutup çekerdin şarkılardan, şiirlerden, gecelerden. Sanıyorum ki yine böyle bir anda çözüldü dili tarihin.

Çay buharı olduk, bizlik demeye varmayan anlarda şiirlerde uyukladı varamadığımız duraklar. Belki bir bekleyişti, belki de biraz rüzgâr öpmesi yaraları. Niye bilmiyorum, nerede, hangi şehirde dinlediğimizi o şarkıyı. Ve ne zaman bir şeylere bunca anlam yüklediğimizi.

Belki şaşırmayı özleyen varlığım, belki de sokaklarda yalnız gezmeyi seven yanım, ya da hiç yoktan anımsanan el ağrıları.. Bilmediğim bir şekilde, cevapsız, tanımsız, akışında kağıtlar gemiler yüzdürerek...

Nicedir yalnız yürümediğim, kendimi dinlemediğim tonlardaydım. Kayboluyordum da diyebiliriz.. Bugün sokaklara kendimi bırakmayı özlediğimi fark ettim, daha çok yürürken iki kişi olmayı...

Başaklardan saçılan yeşeriklik olmayı dilemek belki, daha çok deniz...

26 Ağustos 2010

gece yalanları..*


"..ilk bakışta siyah beyaz
yaklaştıkça mavi..."

23 Ağustos 2010

mor mavilik...*


Hangi şehre inanır damarımdan akan mevsim, bilmeksizin bekliyorum. Gün doğuyor mucizelere olan inancımla ve batıyor cümlelerinin bilge karalarıyla...
Okuduğum, okudukça kaybolduğum kelimelerin birbirleriyle seviştiği saatlerin metronomu, nabzım.
Otobüslere sığmayan varlığımı, iskelelere bırakıyorum. Seni beklemenin kıyısında vapurlar yüzdürüyorum, ismimden çalıntı sularda.
En sevdiğin rengi duymak istiyorum, rüzgârın utanmadan üflediği etek uçlarımdan saçılsın diye. Tek bildiğim, ölümümün ve aşkımın rengi, mora dokunan hayat yanın...
Biraz çay buharı, çokça akdeniz tutkusu.
Şarkılara emanet ömrünü dinliyorum, listeye ek yapmaktan sakınmadan.
Ve sokaklar. Sokaklar hep denize çıkıyor senin ikliminde. Ben deniz olmayı severken, böyle meyilleniyorum gelişlere, dönüşü olmayan biletlerle...
Hayallerini okuyup, dünyalar boyayabiliyorum, elimdeki acemi fırça darbeleriyle. Kalbim barışa susamış topraklarda mevsim kovalıyor, hayallerinin kucaklamasını dilediğim, uykularımda..
Birkaç an var kuytularımda kök salan; gizlisi saklısı olmayan, masum kelimelerin harmonisiyle dökülen ve hatıralaşan.
Biliyorum, defterlerin var; ismini bilmediğin yeşilliklere uzanan rüyalarını yazdığın..
Gün batımından aşırılmış bir ağustos şimdi başucunda, her gece artan sözcükler... Lavanta kokusunda sabahlayan masal.
Ve sessizlikte adım adım gölgeni takip eden bir ışık; sokaklarına kollarını açmış bekleyen bir mavilik.
Sahi, en sevdiğin renk ne çocuk?

18 Ağustos 2010

Buhurumeryem


iki paralel çizgi çekiliyor gökyüzüne
ve yeryüzüne
biri kaba davranınca
camlar bile sarsılıyor
seni sevmeyi öğreneceğim
daha önceki zamanlarda yaptığım gibi
ruhlarımız 7. göğün 7. katına çıkınca
seni unutacağım...
daha önce nasıl oluyordu bilmiyorum
şimdi ceketini bile düşününce
o kadar uzaklara gidiyorum ki senden
diyorlar ki ikimiz yapamayız
arada çok engel var diyorlar
ama ben biliyorum ki
sen 'gidelim' deyince
seni takip etmek için hazır olacağım
ikimiz yan yana gelince çok güçlü oluyoruz
onların korktuğu aşkımız değil gücümüz
çünkü aşk baştan çıkarıcı ve
tehlikeli bir oyundur
boş ver şimdi ben L&M sigaraları içiyorum
bir fotoğrafın içinde donup kalan
bir fotoğrafın içinde donup kalan bir bebekti
beni memnun etmek için herşeyi yapan
oturduğum şezlongun mavi demir bacakları
çimlerin üzerine lazer bir hac gibi yansıyor
bir kadınım ben ve insan kadın olunca
her şeyi unutur yüreğinin içindekinden başka...


Lale Müldür

15 Ağustos 2010

sokakta, yaralı.


Ardında giyindiğim perdeler ardına kadar açık, güneşi görmek, ağaç yapraklarının birbirlerine meylettiğini izlemek için, mevsime varıp, mevsimden doğmak için. O inanmazken, mevsime sarılıp, tenimden akıtmak için yeşili ve yıkamak için saçlarımı maviyle.. İsmimi doyurmak, ismimden taşmak için.
Hayal kırıklığı yaratan tüm yüklerimi bırakmak istiyorum terk edilmiş garlara, umut vermek, umut olmak. Tapılacak kadın ya da nefret imgesi olmaktan çok, olduğum gibi, sorulardan uzakta, sorgulardan vazgeçerek, öyle sen, öyle ben yaşamak istiyorum..
Bir yerlerde unuttuğum, bir zamanlar herkesin yakasına iliştirdiğim güven broşunu arıyorum nicedir. Durmuyor kimsenin tebessümünde, parlamıyor kıyafetlerde. Oysa ben parkalarında hayat nefesinin ne de ılıklıkla verirdim kalbimden oluk oluk. Nerede yarıda bıraktık biz bu hikâyeyi, niye böyle yalnızlaşıyoruz günden güne, neden bir yanımız hep ayazlarda nöbetçi... Kavuşmuyor akşamlar, dudaklarımızın susamışlığını martı kanadından damlayan deniz suyu geçirmiyor. Denizken, denizleri özlüyor kıyılarım. Kıyılarımda beklediğim düşleri, cebinde dizeler arasında taşıyanlara özlemim.
İçimin yaprak kımıldamayan günleri mi sıyırıyor tenimi, bu acı niye. Kan oturan dizlerim çocukluğumun oyun parkı gecelerinden miras.
O, ilk odayı hatırlıyorum biraz. Koşarak çıktığım, ilk küpemi giyinerek. Ben küpesiz güzel olmuyorum çocuk. Ve son odayı da; asla çıkmak istemediğim... Orada şimdi kim uyuyor bilmiyorum, artık ismi D ile başlayan kadınları sevemiyorum. Hayata her gün kendinden vazgeçme diyerek uyanıyorum. Ben şehrime küsüp de bavullara yalnızlığımı doldururken, sen hep çalıyorsun. İsmi İ ile başlayan şehirleri, D ile başlayan kadınları ve saatleri; dört haneli sayılarla, belki üç. Ama üç benim çocuk, çünkü dengeyi kuramadığım ömrüme lazım, sen zaten çifter çifter yaşıyorsun, çifter çifter çalıyorsun, benim hep bir yanım eksik.
Kaç sınav, kaç mevsim dönümü, kaç özel gün geçirdik bilmiyorum. Her şeyi temizlemek istiyorum kalbimin temmuz yanından, ancak bazalar ardında bir çantaya doldurabiliyorum uykulu düşlerimizden kalma pijamayı, merak ettiğim bir şehrin gecesinden getirdiğin o rengi boynuma karışan taşları, ve geriye kalıp hiçbir şey olmaya yüz tutan her şeyi.
Soracak sorum yok, sadece bileklerim ağrıyor, belki de bir tokat atarak akıtmalıyım bu sızıyı siyah gözlerine, hayatın seviştiğim odalarda varlığıma attığına benzer.
Bu caddelerde kimlerle yürüdüğümü düşününce, önünden koşmam ve zaten yürüyemeyen insanların küfürlerine yapışarak düşmem daha iyiydi belki. Ne için, kimin için bunca kan. İnandığım her barışı, bütün ütopyalarımı yaktığın kibritlerle bir bir yok ederken ben hala inanıyordum temiz yerlerinin kaldığına. Oysa dünya sana dokunmuyordu benim düşlerimde, barışımı da çaldın, ve inancımı yarına, başka türlü, sevebilen insanlara.
Beni böyle yalnız, böyle imlâmı bile bozamıyorken, dudaklarıma küfür bile değdiremez halde nasıl bıraktın. Nasıl şehirsiz. Ve nasıl kadın yanımı acıtarak. Çocuk yanımı inançsız bırakarak. Bir tek mevsimler var ceplerimde, gücünün yetmediği. Başka da hiç kimsem, hiçbir şeyim yok işte, mucizem bile yok artık. Bütün sevgilerimi çürüten bir suskunlukla kaldım.
Kaç ay oldu saymadım, iki mi üç mü bu şehirde başlayalı günlere.. Sahiplik eklerinden kurtaramadığım hayatımı örümcek ağı gibi sardı benim dediklerin, nefes aldığım şehir senin, kaçtığım şehirde sesin. Unuttun mu her gece lanetler yağdırdığın özgürlük tutkumu. Niye öldürdün beni bu esaretle, niye her şeyi ucuz bir politikacı edasıyla sürdürmeye çalışıyorsun. Yak artık yazdıklarımı, en çok onları yok et, bırak, küllerini de olsa..; rüzgâr getirir, belki yarın yeniden inanarak uyanırım güne..
Ne de güçsüzüm, ne yenik ve kelimesiz. Harcayamadığım her şey için özür dilerim, harcayamadığın her şey için üzgünüm, bir şey bulabiliyorsan, cebinde boşluklar... Sokakları aşmam için bir şey vermiştin, bir onunla aştım sonra da yok ettim, gerisi için ölümünü beklemek istemiyorum, en azından her gün iyi olduğunu düşünerek avuturken hayatı, beni bundan kurtarabilirsin, lütfen zihnimden varlığını yok et, yalvarıyorum.

12 Ağustos 2010

Buluşmak Üzere


Diyelim yağmura tutuldun bir gün
Bardaktan boşanırcasına yağıyor mübarek

Öbür yanda güneş kendi keyfinde
Ne de olsa yaz yağmuru

Pırıl pırıl düşüyor damlalar

Eteklerin uça uça bir koşudur kopardın

Dar attın kendini karşı evin sundurmasına

İşte o evin kapısında bulacaksın beni


Diyelim için çekti bir sabah vakti

Erkenceden denize gireyim dedin

Kulaç attıkça sen
Patiska çarşaflar gibi yırtılıyor su ortadan

Ege denizi bu efendi deniz
Seslenmiyor
Derken bi de dibe dalayım diyorsun

İçine doğdu belki de

İşte çil çil koşuşan balıklar
Lâpinalar gümüşler var ya

Eylim eylim salınan yosunlar

Onların arasında bulacaksın beni


Diyelim ki sapına kadar şair bir herif çıkmış ortaya

Çakmak çakmak gözleri

Meydan ya Taksim ya Beyazıt Meydanı

Herkes orda sen de ordasın

Herif bizden söz ediyor bu ülkenin çocuklarından

Yürüyelim arkadaşlar diyor yürüyelim

Özgürlüğe mutluluğa doğru
Her işin başında sevgi diyor
Gözlerin yağmurdan sonra yaprakların yeşili

Bi de başını çeviriyorsun ki
Yanında ben varım


Can Yücel

10 Ağustos 2010

bisiklet. çocuk. yaz.


Güne çiçek düşsün istiyorum ve bisiklet tekerinde dönsün yaz.
Sahi kaç kişiyiz bisikletlerden ve müziklerden ibaret düşlerle yaşayan, benim matematiğim hiç iyi olmadı. Kaçı bırakıp da gözlerimi her kimse ona bırakmayı beceremedim.
Biraz kırık, biraz ağlamaklı uyanılıyor bu şehirde günlere, belki eski ve kırık bir aynanın dökülen sırlarına bu hüzün. Ağıt yaktığımız gecikmişliği aşkların, belki de korkusu ılıklığa kapılmanın.
Yaz güllerine bezemek istediğim dizelerin yorgan altı sevdalarında bekliyorum seni, saati yok otobüslerin, mevsimi beklemede notalar.
Kaç sene önceydi bilmiyorum, belki iki belki üç, o caddede yürüyen yalnızlığıma seslenmiştim, burada başka kimseyle yürümezsin... Kaç yıl geçti üzerinden bilmiyorum, şimdi iki haneli rakamlara geçtim o caddede yürüdüklerimle. Hayat değişiyor, hayat yoksunlaşırken çoğalıyor. Hayat inançsızlaştırırken, acabalara düşüyor. Kavrulurken sokaklar, ayazlarından kaçıyorum kalbimin. Kalbim, kimin.
Her gün bileklerime takılıyor gözlerim ve sözlerin ve gözlerin ve yırtık davetlerin cüzdanımda solan. Kimden kalkıp, nereyede duraklayan vagonları var anlarımın, ve anlar yaşandıkça tebessümü kalan ve anlar gözyaşlarımın ırmak boylarında.
Bisikletler var şimdi, yeşil, çok yeşil ve yeşerikliğe aniden düşen kiraz taneleri. Ve sevişme mevsimindeyiz işte. Bir sonrakinden habersiz ve şimdikine tutunamadan. Bundan ibaretim bu yaz sonunda. Biraz şiir okumak, biraz şarkı söylemek, biraz aşkla yıkanmak... Basit yaşamak, yalın ve yalnız, bizlikten ibaret evlerde...
Buradayız, birbirimizle, köprüden önce son çıkış.

Sevdiğim şarkılarla seslen bana, sokak sokak, beklediğimiz yazlarda, denize yakın, yalınayak...

5 Ağustos 2010

"..soyuna soyuna, koşmayı seviyorum ben..."

Bir ölüm özlemi değil bu. Özlemlerim kalmadı. Ben aslında sürekli özlüyor ve bir özlem durumunda yaşıyorum.. Bu yüzden özlemlerim yok. Yalnız bir kavrama bu. Bütünselliğin kavranması. Bitirilmişliğin. Bir yolculuğun sonu. Başlangıcı olmayan yatay bir yolculuğun sonu. Kendi yuvarladığım çevresinde dönen bir yolculuğun... Şimdi okunmuş kitapları yeniden okuyorum. Şimdi bildik müzikleri yeniden dinliyorum. Yenmiş yemekleri yeniden yiyiyorum. Sevip yitirdiklerimi yeniden seviyorum. Şimdi uykusuzluğumu yeniden uyuyorum. Şimdi açlığımla yeniden acıkıyorum.Şimdi gittiğim kentlere yeniden gidiyorum.Şimdi havada uçuyor, raylarda, su yüzeylerinde, yaşama ve ölüme karşı duyduğum aynı umarsamazlıkla dolaşıyorum.Tartışmaları biliyorum. Duyguları. Korkuları. Sözcükleri. Her dili anlıyorum. Anlıyor ama kavrayamıyorum.

Tezer Özlü

31 Temmuz 2010

yolculuklar arasında...


...

Boşaltılmış bir deniz feneri misin, yoksa/ vakti göstermekten vazgeçmiş bir saat kulesi mi/ Bunu düşündüm bugün, hem de örtü nedir, onu; / Örtülenden taşacak olanı beklemek madem bazen/ kaldırmamak bile bile örtüyü/ ve / hepimiz örtülmeliyiz belki kısmen, örtülmeli kimi öykü/ İşlenmiş günahlar da mahrem kalmalı zaten/ Sen de iyi biliyorsun/ yosun/ kaplı kayalıklara benziyor ya bakışların,/ ismini tekrarladım bugün içimden yüzlerce kere


...

Küçük İskender

30 Temmuz 2010

"..sayılmasam kaç olsam..."


Yamacında bekliyorum güneş yatağının, kum tanelerini sayıyorum ay tenime yansıyana kadar. Gelmiyor özlediklerim, kalbim gelmiyor.
Nerede unuttuğumu bilmediğim şarkılar var, sözlerini bir çocuğun ceplerine doldurdum, yürüdükçe turuncu dökülür. Şehrine yakın bir yerde sabahlıyorum, haritaya bakmadım, vapur izlerinden gördüm evini. Penceresinden gülibrişimler görünsün isterim, maviliği sonsuzluğun. Onun sonsuzluğunun uyuduğu yeri yeni okşadı kalbim. Üzmeden, penceresindeki hayalim gibi olsun istedim uyku öncesi düşleri, gözlerinden her renkten tuzlar döküldü, benim ellerim ağrıdı. Oysa kıyısındaydım yazın, ortası geçen aylardan ufka yönelmiştik ve belki de gerçekten güneş doğudan doğacaktı biz salıncak üzerinde bulutları öperken. İçimi acıtan detayları yastığımın altına kaldırdım dün gece, yanağımdan uzak kalsın, kirpiklerim de kesmesin diye. Sonra tarçın koktu, ben her tarçın kokusunda göçü düşünürüm. Yine düşündüm, kalbim evine sığmadı. Bakır bir gece aktı oluk oluk, yalnızlığım sırılsıklam kaldı. Kalanlar arasında bileklerim vardı, varlar arasında yok, yoklar sanrılı, sanrılarımdaki dünya başka, başkalık onda saklı. Saklanmış, sarmalanmış dudak ötesi yolculuklardan harfler topladım. Düşeyazdım, düşten yazdım, yazdan düştüm, hem düşte hem yazda öleyazdım. Duymasan da, gazeteleri ölüm ilanı sayfaları olmaksızın sevmeni istedim. Hayat çocuk, ceplerinden nota dökülen çocuk, şair çocuk, canım çocuk.
Kaybolduğum renkler var, yağmurdan sonra nadiren görülen gökkuşaklarının kokusu başımı döndürür benim, ve bahar yeşerikliğinde eteklerim kiraz taşımak ister, kış masallarından buz çalarım, kış şehirlerinde mavi dondururum, tenim suyun katı halinde portakal kokar. Güzlerde dudaklarımın bordoluğu öpülsün , boynumdan mor günbatımları aksın isterim, ve yağmurun okşadığı toprağın kokusunda akşam..
İşte çocuk, ben sabahlayarak, mevsimleri renkleriyle kutlayan kadın. Öyle derin kuyulardan çıktım ki güneşe dokunmak için, orkide nasıl ki koklanıldığında solar, öyle korkuyorum şimdi, korktuğumda üzüntü düşürüyorum, hep beklediğim sevinç tanelerine bile. İnanmak istiyorum yeniden sonsuzluğuna şairlerin, çok istiyorum dizelerden doğmayı, daha çok bir Dize doğurmayı hayata..
Şimdi direndiğim mevsimler var, renkleri isimlerini, isimleri aşkları kıskanır... Ve biliyorum, gelecekler, kalbime taht kuracaklar her gelişlerinde. Güneş damlayacak, kimi zaman usuldan kimi zaman coşkun ırmaklar gibi.. Ve o zaman sanki gerçekten güneş doğudan doğup batıdan batacak ve biz yine bekler olacağız mevsimlerin en güzelini...

29 Temmuz 2010

Gelmiş Bulundum



















Ben mişim -neymiş- su sesiymiş
Oymuş- cam kırıkları gibi gövdemi yakan
Yanağında sardunya kokusuyla yazdan
Kimmiş o gelen ya giden kimmiş
Bir yabancı mı, yoksa bir ermiş
Değilmiş, bir çağrı bile yokmuş uzaktan

Güneş mi batarmış bir özel ismi bitirir gibi
Yanmış bir ağacın yaprakları mıymış kımıldayan
Ne kalmış bir önceden ya da bir sonradan
Kim koparmış dalından bu yabani incirleri
Ya kimmiş kıyıya çeken hayalet gemileri
Ne yazılmış nereye bu garip kargaşadan

Yıldızlar, büyülü ülke adımı unutturan
Bir kaya, bir ot, bir akarsu
Hangi yaz şarkıcılarının ürpertili korosu
Ki bütün ölüleri sığa çıkaran
Ve kenti bir ölüm derinliğine salan
Yani bir gül solarken bir gülün açma korkusu.

Şiirler yazdım, kitaplar okudum
Elimde bir bardak aldım, onu yeniden oydum
Derinlerde kaldım böyle bir zaman
Kim bulmuş ki yerini, kim ne anlamış sanki mutluluktan
Ey yağmur sonraları, loş bahçeler, akşam sefaları
Söyleşin benimle biraz, bir kere gelmiş bulundum.

E. Cansever

25 Temmuz 2010

Asırların Sonu Başı*


Nicedir, ardına dek, boynumda sızlayan baharlara açıyorum pencerelerimi. Yeşerikliği düşlerindeki bayırlardan ödünç, gözlerime değenin. Senin düşlerin, barış rengi, huzur mevsimi...
Sen yol yorgunu, sen yolcu.
Sen benim için; yol başlangıcı.
Mühürsüz mektuplarımın sararan zarflarındaki dağınık mürekkep... Sahi, el yazısını bilmediğim düş.., düşle karışık. Düş-le. Düş müsünüz?
Geçerken uğradığım taş sokak esnafından bir kese dolusu yeşil erik, yaz gecelerinde sana aşk. Aşk, yeşerik.
Ufkundaki maviliğe yakıştırdığın bir isim var mı, belki dağınık defter aralarında saklı birkaç tarih...
En sevdiğin yazarı bilerek ve sevdiğin filmi izleyerek bir başınalığında mevsimin, lavanta eksilmez el değmeyen çarşaflardan.
Ahşap kokusuna kalemlerimi düşürdüm. Rica etsem ellerimi iyileştirir misiniz, yazacağımız yeni ve belki tanıdık, çokça uzak, pek içimizde dizelerin kalemlerini tutmadan..?
Henüz vaktindeyken turnaların ve ağustos henüz dilimlenmişken sofralarımıza, dilimde portakal tadı, kanımda kızarmış erik rengi gezinirken...
Ve sergi salonları seslenirken arkamızdan manzara kuşuyla, şarkılardan en vişneye çalan mevsim dökülürken, gece karışırken rövanşı alınmış kasım çiçeklerine ve düşerken dolunay göğüs kafesime... "..sıran gelir de, bir tesadüf olmak için beklemez misin?..."...

22 Temmuz 2010

yağmur başlangıcı


Siz bir başlangıç bile değilken
yokken denemez çünkü vardınız
geyikler inerdi gözlerinize
ağaçlarınız fındık ve sincap
bu yüzden omuzlarınız
memeleriniz bir kitap gibi okunaklı
oluklara düşen sessiz damlalardı

bin kez yondum sizi bin kez doğurdum
bir keten buruşukluğu her seferinde
yağacak diye düşünürdüm havalara bakarak
bir serinlik bir kıpırtı otta ve ağaçta
akşamın kanından gecemize yaklaşan
bir gemi gibi önce küçük sonra yakın
iri damlaları o seyrek yağmurun
titrerdi ot çakıl kum

siz bir başlangıç bile değilken
sizi yazdım kotardım
bir başucu kitabı olmanızı istedim
tek tek iri o yabanıl kelimeler
onlar işte renkli zarlarının içinde
olukların çinkosunda yuvarlanan
siz daha bir başlangıç bile değilken
yağmur başlamıştı
ama ne ben ne bahçe ne yaz
hiçbirimiz.

O.Rifat

21 Temmuz 2010

yazlarda...


Yaz yağmurlarıyla dalında patlayan tomurcuklar var gecelerde. Müziğin kedi merdiveni büyüsüne kapılıp, gönlünü rüzgâra bırakanlar. Ve hayatı, şah damarından öpen anlar...

Güvercin kanadından dökülen sese, deniz kokusu karışıyor. Burada hafif esen rüzgâr, omzumu çıplak, saçlarımı umarsız, kalbimi savruk bırakıyor. Utangacız, gözlerimin değdiği petrol mavisi sularda salınırken tekneler. Bu şehir yaza henüz dokunuyor. Uzun yağmurlara her gün gebe kalan gökyüzü; temmuz ortasını az geçe. Sarı yayılıyor sulara, koya değen yeşeriklikte bir kaç ayarsız ses, gamsız küfürler.

En çok güvercin kanadındayız. Mevsim uykusunda, ruhumuzun göçünde. Hatırlayamadığım sahil şeritleri var, filmleri yanık, tenimde kavrukluğu süren. Coğrafyasız haritama meyilli sular var, ismini bilmediğim. Denizlerde büyüttüğüm bir aşk, belki tanımsız, belki zamansız. Adresimiz kayıp. Bakışlarımı bıraktığım bu dağınık, sırılsıklam, göğün üzerine çekili olduğu çarşafa ismi yazılan...

Burada olmalıydı, bu bilmediğimiz sahilde, bu deniz kokusunda, tenimin korkusunda...

Yürürken bulduğum kırık kaldırım taşlarını toplayıp sektirmeliydik belki. Dizlerimiz, su dibi mercanlara bakarken kanamalıydı. Öpmeliydik dizeleri, öpüşmeliydik sulu boyalarla renklendirdiğimiz mevsimlerde.

Önsözü olmayan hikâyelerimizi bırakıyoruz kağıttan gemilerin kıvrımlarına. Onlar denize emanet, biz denize...

Boynumdan dökülen şehir saatlerinde sabahlayan bestelerle yürümeliydik düşlerindeki yeşerikliğe, maviye uzanan ufkuna.

Biz burada olmalıydık ve çok uzakta.
Şimdi eteklerimden yağmur damlaları, avuçlarımdan nar taneleri dökülürken, kıyısında uyu şiirlerin, avuçlarında güneş damlası...

Beni sorarsan... 'Tenine yaz seren kadın' yaz zarflarına, sararmış, mürekkep dağınığı öpülü mektupların.

Yaz mevsim, yaz mevsimlerde...


"..Hâlâ kuytularımda seni nazlanır şu gönlüm, mecalsiz itiraflarla, kim bilir kaç defa yakalanır kendime, kaybolurum dehlizlerimde, kimseler duymaz..."

16 Temmuz 2010


"..Ve ağzında binlerce güneşin tadı, dilinin ucunda yalnız kendi adın, çünkü sevdikçe beni, sen kendini tanıdın..."

15 Temmuz 2010

senfoni


Önce sesin gelir aklıma
Çaresiz kaldıkça hep seni düşünürüm
Güzel olan, dolgun başaklardaki sarışın sevinçli
Sonra cumartesi günleri gelir
Sonra gökyüzü gelir hemen kurtulurum
Bir yağmur yağsa da, beraber ıslansak
...
İçim güvercinleri okşamış gibi rahat
Sen yanımdayken ister istemez
Geniş meydanlarda akşam üstleri
Üst üste üç kere deniz, üç kere çınarlar
...
T.Uyar

21.


Sizi özledim, burası soğuk.. Değişik bir hafta başladı.. Düşünüyorum da çocukluğumdan beri neredeyse hiç doğumgünümde yanınızda olamadım, hep tatilde, 2 senedir burada... İnsana dokunmuyor değil böyle şeyler.. Her gördüğün şeye yüklediğin anlam çocukluğunla, evinle biçimleniyor, kalbine anne kokusu, baba şefkatiyle eklemleniyor. Her duyduğum şeyin ardından "Baba" diyorum, o ne derdi.. Her dokunduğum şey anne sıcaklığını anımsatıyor.. Akşam geldiğin yerde duvarlar var, bir kaç masa, bir kaç yatak. Dostlarla olmak çok güzel, belki hep istediğimiz ama ancak şimdi zamanı gelen.. Yine de eksiliyor insan. Şehrini yitirme duygusu, evinin yolunu bulamama endişesi, yarın telaşı... Mevsimler değişirken annenden gelen "Üzerine bir şey al" uyarısı olmaksızın, yağmurlarda kalmak, kendine sarınacak bir battaniye aramak.. Oysa hep annemiz vardı, üzerimizi örten. Büyümek böyle bir şey mi? İnsan her sokakta oluşunda içi yaralı belki de umutlu, sızlar mı, yeşili en çok ne zaman bu kadar sevmiştim..? Oysa benim evimin balkonu hep yeşildi, bakmamış mıyım, başka şehirler sizi getirsin diye mi saklamışım gözlerimi, yanaştırmamışım onlara? İki yaz önceydi, Merve'yle Akçay'da sabahlıyorduk. "Sen öyle bir insansın ki, sokağındaki elektrik direğini bile nasıl sevip sahipleniyorsun..." demişti. Ben öyle bir insanım ki, kıymetini bilemediğim onca şey var, hiç uzun uzun bakmadığım, babamın öğretip sonradan sorduğu, bilemediğim onca bitki, onca kitap, onca kelime, onca ülke... Annemin her sorduğunda hep fikrimin değiştiği onca zevk, renk.. Öyle kararsız, savunmasız belki.. Gamsız belki, ya da çekingen..
Buraya gelirken kendime söz verdim "Döndüğümde başka bir Deniz olacağım." diye. Ben mevsimlerin, ben renklerin kızı. Ben sizin müziğinizden, sizin kaleminizden, sizin tarihinizden doğan.. İsmimle taçlandırdığınız ömrüm, hayata layık olsun çok istedim.Bir şeyler yapmak, bir şeyler başarmak. Ama en çok yaşamak. Kara kışı, kavruk yazı, bahardan damlayan gelincikleri, güz sancısından dökülen gözyaşlarını.. Ben en çok deniz olmak istedim, her mevsim deniz... Sizin 21 sene önce söylediğiniz gibi...
Belki fazla ağırım bu gece, ama biliyorum üzerimden bir tek varlığınız atacak bu 21 yıllık yolların tozunu... Başaramadığım pek çok şey oldu, yaşayamadığım, yaşayıp da tökezlediğim... 20 senede ne, ne kadar öğrenilirdi bilmiyorum, öğrenmeye gayret etmediğim zamanlar da çoktu, öfkelendirdim belki, umutsuzluğa sürükledim sizi. Ama çok istedim, renklerinize bürünmeyi, size denizleri vermeyi...
Şimdi uzak belki de yakın bir şehirde, olmayı sık sık düşlediğim bir şehirde, sokaklarına ve sularına uzun uzun bakmak istediğim, müziğini öğrenmek istediğim bir şehirde, her adımımı evimin kokusuyla, yokluğunuzun korkusuyla atıyorum. Yaşıyorum, yaşamaya çabalamak değil, kalbime en çok işleyen şeylerle yaşıyorum. Biliyorum, en çok deniz olduğumda, kalbim en çok nasıl ısınırsa öyle yaşamamı istediğinizi... Yoksa babam deniz düşlerini, bu öylesine korktuğu, öylesine kızdığı şehire verir miydi...Belki korkuyorum buraya alışmaktan, benim babam benim Ege halimi sever, Karşıyaka'lı kızını, burnumda körfez, kanımda İzmir havasını.
Yaşıyorum, her sokak sizi çağırıyor, her yeşil, her kedi, her sıcaklık.. Yeni Türkü dinliyorum sık sık. Sizi bana getiren şeyler o kadar çok ki aslında. Ömrümün her köşe başı sizin, her kelimem, her kalp atışım, her sevdiğim... Köfte yerken beni gülümseten köftenin tadı olmuyor çoğunlukla, anları hatırlıyorum, annemin tabağıma tereddüt etmeden 9 tane köfte koyuşunu. Burada en çok pazar kahvaltılarını özlüyorum, şu hiç sevmediğim peynirleri, mızmızlandığım yumurtayı, asla bitmeyen domatesleri, tadına sadece mandırada muzurluk diye baktığım zeytinleri, vişneleri yenmiş reçeli, Orada uzaktan görünen national geographic aslanlarını. Aptal türkçe pop şarkılarını size zorla dinletişimi. Sulu sıkıntımı. İtiraf etmesek de biliyoruz hepimiz, ben aslında en çok kahvaltılarını seviyorum ömrün. Hele ki günlerden pazarsa...
İnsan büyüyünce mi özler böyle evini, yoksa sadece büyüdüğünde mi evi özlenecek kadar uzağında olur?
Bugün Seda'yla düşündük, ne zaman 21 oldum.. Ne zaman babamın anahtar şıngırtısını duymayacağım yerlere gelir oldum? Daha birlikte yeni heyecanlanıyorduk çiçek açışına sevdiğim renklerin, daha yeni başlamıştık birlikte kadeh tokuşturmaya. Ne çabuk geçiyor her şey. Hayatı yaşamaya çalışırken unuttuğum çok şey oldu, ertelediğim çok gülüş, yüklendiğim çok öfke. Pişman değilim, keşkelerim yok hayatta, inandığım her şey için Deniz'sin sen diyorum, o harika insanların çocuğusun, bak gökkuşağı bekliyor dokunup renklerine boyamanı, yağmurlar saçlarını bekliyor dalgalanmak için, sokaklar adımların için uzuyor, vapurlar seni bekliyor sularında uyumak için... En çok bunu isterdi annen, en çok bunu beklerdi baban, kalbine dokunan mevsimlerde yaşamanı, onların alıştığı gibi, yalınayak...
21 yıl sonra, ilk defa evimden bu denli uzak, ilk defa bu kadar dostların sofrasında, ilk defa bu kadar kendimle baş başayım. İlk defa temmuzun ortasında yağmur yağdığına şahit oluyorum. Belki büyüyorum. Belki hayat ekleniyor soluğuma. En çok sizi özlüyorum. Bana hayat verdiğiniz anı, her sene sizden esirgemenin burukluğu bu belki..
Daha güçlü, daha renkli, daha hayat kokulu, daha deniz gibi, daha sizinle, sizin olmaya layık bir hayat diliyorum kendime bu yıl. Ve sadece teşekkür edebiliyorum, ruhuma işlenmiş her güzelliğe imzanızı bıraktığınız için. Denizler tükenmez değil mi baba?
Tüm bunlar.. Kalsın özlemlerde, bizlikte.. Uzakta olmak, yolda olmak, yolcu olmak dokunuyor bana biraz. Kuytumda kalmasın diye... Kapayın sayfaları ve gülümseyin hayata şimdi. Ömrünüzün umudunu bana verdiniz, yarın güzel bir gün olacak, her yeni gün gibi... Mevsimler, renkler, hayat ve sizi sevmek varlığımdaki en güzel şeyler.
İyi ki doğduk.
deniz.

14 Temmuz 2010

üçüncü bölüm.

..Bu soğuk havada beni saran şal
Unutana kadar ağlayacağım bir deniz
Pencereli bir ev ve kayıklar olmasa
Umutsuzca sokakların arasından geçerim
Beni çağıran isimlerin hiçbirisi değilim
Sadece ay renkli karanlık bir giysiyim
Bana aşık olunduğunda da üzüntülü bir fado...

Cor de Lua-Misia

13 Temmuz 2010


"..Üzülme, dudaklar sussa da kalbin yüz dili vardır..."

11 Temmuz 2010

düşe yat..*


"..Düşlerine ödünç veriyor kendini üstelik..."

E.Cansever

9 Temmuz 2010

nar..



"Başka bir ismin olsa, nar olurdu.." dedi.

Daha güzelini duymamıştım.

Gittim, pencereden yağmura teslim geceyi izledim.

Onun kıyısında, tütün kokusu...

8 Temmuz 2010

çiy.


Duruma uygun bir kıyafet giydim. Saçlarımı kazıyan ayaza bıraktığım kenarı yırtık gülüş camlarını kırdı plazanın. Dizlerim mor, şah damarımda karanlık yıldız. Kekremsi bir meyve sıktım ağrıyan kemiklerime. Gözlerimi oydu kirpiklerin.

Kış resimlerinden karı çıkarıp, buza battım. Yazlar çıplak bırakıyor varlığımı.

Yalan söylüyorum. Bunu bile beceremeden.

Tatsızım, mevsimlerde nöbet tutuyorum.

Çocuk gelmiyor...; hiç gitmediği gibi...

Hadi bana dudaklarımı öpen bir şarkı çal, sonra bulutlarda uyuyalım, sabaha karşı avucumuzda kırıntılar, düşlerimize kanat takan kuşlar ve.............................

5 Temmuz 2010

şehir. vişne. gece.


Oluk oluk nefes çarpışıyor. Işıklar gözlerimize saplanıp göğüs kafesimize toplanıyor. Kimse düz bir çizgide yürümüyor. Tramvay emekliyor şehri çiğneyen ayaklar arasında. Birbirlerinin bilmedikleri dillerinin coğrafyasında kol geziyor insanlar. İnsanlar yoksun, insanlar ihtişamlı, herkes biraz dev biraz cüce. Gecenin dokunduğu arka sokaklarda imarın mühürlediği bina dipleri, teli eksik keman, gamlı bağlama, biraz idrar biraz yasemin kokusu. Sokak, sokak olduğunun, gece, gece olduğunun farkında. En gösterişli giysileriyle dolanıyorlar kana ve sorgusuz sualsiz sevişiyorlar yeni yetmelerle, iblislerini göz kapaklarının kulisine iten yosmalar taşırıyor renklerini derzlerden. Sokak fasıl kokuyor, sokak ağıt... Küf kokan mahalle paspasları rutubetini bırakıyor ten yarasına. Kalbimiz maziyle sözlü. Yarı baygın genç kızların üzerinde eğreti bir gelinlik gibi duran alkol, günün esmer saatlerine bırakıyor metal ayazını. Sırtımızdan rayların soğukluğu, kanımızdan unutmanın yangını geçiyor. Kimliğimizi yaktığımız kent çöplükleri cesetlerimize yer açıyor; düşsüz bırakmayan, kırık da olsa tarihimizin masum başlangıçlarına işlenen fasülyeden günahlar arasında.
Kendi tanrısının celladı meleklerdik, kan olduk, kanda boğulduk, hayatla öpüşmek için arka sokaklarda yosma olduk.
Zihnimde boy veren ısırgan otlarını şehire tüküren büyük adamlara saldım. Boğazladım sulara teneke çalanları kaktüs zırhımla. Dudaklarımdan Boğaz'a bırakamadığım her bir dize için başka bir cinayet planı hazırladım, eskizinde gözyaşı kabarıklığı, maktul gözlerinden şehrin bekaretine kem akıtan satıcı.
Siyah taşıyan kadınlar ve şarap rengi teninden kayan kadınlar şimdi mücevher bakışlarını erik rengi ormanlardan geceye teslim ediyorlar. Bir rüya için ağıt (*) yakılıyor. Gündüzsüz yakarışlara acele bacı helvaları karıştırılıyor. Bu şehir ayakkabısının tekini metroların yürüyen merdivenlerinde kaybediyor. Her mevsimden baharı koparıp, saçına erguvan damlatıyor, damıtıyor rafine dişiliğini.
Vişne bahçelerindeki diken omuzlarıma giriyor, kan oluk oluk hazza sarılıyor, şehrin binaları sırtıma dayanıyor, mesafesizlikte kayboluyor uyku, derinden uyuşuyor, zihnimin kapıları pasını gıcırtılarla atıyor, bağırıyor kulaklarımda darben, taşıyor tenimden parmaklarının biçimlendirdiği notalar. Ruhum kayıp bir seferde, aya tapınıyor, suya, dişlerinin saplandığı vişne rengine.
Esmer saatlerde çıkıyorum sokağa, dizlerimi örtmeyen mevsimi rüzgâr savuruyor; hayatla öpüşmek için yosma oluyorum Beyoğlu'nun arka sokaklarında...

(*) Requiem for a Dream

3 Temmuz 2010

kanadımda adın...*


Başımı döndüren müzikler, kalbimi boyayan sözcükler var. Şimdi başka bir şehirde kırmızının doğduğu coğrafyada, gönlüme en çok çalınan gökkuşaklarıyla yaşıyorum. Yaşıyorum, yaşamaya çalışmadan... Tenimdeki, kalbimdeki acıyla, her şeyi en derinime işleyerek ve her şeyi en berrak sulara yolcu ederek yaşıyorum. Gün farklı doğuyor ve ben her gün doğumunda yeniden başlıyorum kendi yolculuğuma. Her seferinde. Yeniden. Bunu kimin istediğini bilmeksizin, kalbimde uyuyanlara en güzel rüyaları görmeleri için açıyorum pencerelerini mevsim döngülerinin. Güneşi yeniden renklere boyuyorum.
Bitmeyeceksin, gitmeyeceksin biliyorum.

"..Bir gösteriş sanacaklardır bütün renklerimle etrafta uçuşmamı. Oysa nefes nefeseyim ben. Bir an önce renklerden haberdar etmek niyetindeyim dağı taşı. Kendi rengimin değil, gören gözlere renk dağıtmanın derdindeyim. Ben, dünyaya biraz "kızıl ötesi" sezdirme niyetindeyim. Bu yüzden duramıyorsam hiçbir yerde, dar geliyorsa hava bana, sakın bunu bir gösteri sanmayın. Çünkü ben, kozamda "başka türlü" bir dünyanın rüyasını görmüş idim, koşuşturup onu sezdirmek fikrindeyim. Uyuyan her bir şeyi diriltmek için hareket halinde, hareketin kendisindeyim..."

*alıntı: E. Temelkuran