4 Eylül 2010
artık melek değilim.*
Beş aydır ellerimi ağrıtan gidişinin, avuçlarımda biriken yalanlarının sızısını yüzüne bırakmak istiyorum. Kalabalıklar ortasında, senin ya da benim veya artık sizin olan şehirde, bu şehrin insanının şahitliğinde akıtmak istiyorum öfkemi yüzüne. Aslına bakarsan öfkem sana değil, baştan beri herkesi, başta kendimi inandırdığım sana olan sapkın bağlılığıma. Hastalıklı yanımı sana bu kadar her şeyiyle teslim edişime. Belki de şimdi kuramadığım tüm cümlelerin nesnelerini senelerce sana harcamama.
Söylemek istediğim çok şey olmasa buraya ayağımı basar basmaz neye saldıracağımı bilmez bir halde duvarları deşmezdim sanırım gözlerimle, ama yine de konuşmayacağım o gün geldiğinde kalabalık cümlelerle. Her şey çok basit gibi görünüyor buradan bakıldığında. Bir kadın bir erkek. Olası sonuçlar. Oysa benim yazdığım pek çok şeyin ucu açıktır, renkleri birbiriyle karıştırıp matematiksel bir kesinliğe varmam, sana zorla anlattırdığım masallardan kahramanları çalıp da kumar masasında onların ardına saklanmam. Cebimdeki bozuk para, bozuktur, döndürür dolaştırır sokak kenarındaki oyuncağı bana kazanmanı beklerken avucumda ısıtırım, fazlası için birikmez kumbaralarda.
Artık az insanla konuşuyorum, bunu duymak seni şaşırtacaktır. Eskiden olsa kendimi insanlara verir ve sürekli gülerdim. Hiçbir şey eskiye benzemiyor. Her şey fazla yeni hayatımda. Ne kadar hayatsa. Konuşmakla ve yazmakla ifadesiz kalıyorum artık çoğu zaman, dinlemeyi tercih ediyorum, sonsuz iletişiminde dünyanın; dinleyici kalmayı, görünmez olmayı. Kendimden utanmayı sen öğretmiştin. Ömrümde kendimden hiç bu kadar utanmamıştım. Hiç bu kadar saklamaya çalışmamıştım çıplaklığını gözlerimden akanın.
Artık şubatları ya da mayısları beklemiyorum, temmuzlara gelmesek diyorum, hiç gelmesek. Hiç başlamasa o ay. Hiç karşılaşmasak; olmuyor. İnsan acısıyla kalıyor biliyor musun, soluğunun sızlattığı göğüs kafesiyle, öylece bir akşam vakti. "Seni sevmiyorum." dan ötesi kalmıyor varlığında.
Belki de sevilmemenin getirdiği bir çaresizlikle fotoğraflara, mektuplara, deniz kenarlarında, otel odalarında, belediye otobüslerinde verilen hediyelere yaslanıp, inançsızlığını hatırlatıyorum kendime. Kutsal olan hiçbir şeye inanmadığım gibi, sana da inanmamın zaten mümkün olmadığını. Olmuyor. Belki de insan hayatta tek bir şeye güveniyor. O ölünce başka bir tek şeye.
Söz vermiştin, demek istiyorum ama ne ironi. Kimin sözü, kime verilen söz. Çığlık çığlığa bir gecede hiçliğimin bağırdığı bir yakarışın susturuculu silahı gibiydi sözlerin. Gördüklerim, duyduklarım bir mezar taşının ardındaki kabustu muhtemel bir olasılıkla senin için. Kimbilir kaç ay, kaç hafta, kaç gün...
Yok olduğum kaç gecenin sabahında...
Söylecek hiçbir şeyim yok aslında. Gökyüzünde kutupyıldızı da. Yok. Hiç olmadı belki de.
Sen kırmızı, ben Aşiyan sırtlarında ölü erguvan.
"Seninleyken dinlediğim şarkıları hâlâ dinleyemiyorum..."
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder