5 Temmuz 2010

şehir. vişne. gece.


Oluk oluk nefes çarpışıyor. Işıklar gözlerimize saplanıp göğüs kafesimize toplanıyor. Kimse düz bir çizgide yürümüyor. Tramvay emekliyor şehri çiğneyen ayaklar arasında. Birbirlerinin bilmedikleri dillerinin coğrafyasında kol geziyor insanlar. İnsanlar yoksun, insanlar ihtişamlı, herkes biraz dev biraz cüce. Gecenin dokunduğu arka sokaklarda imarın mühürlediği bina dipleri, teli eksik keman, gamlı bağlama, biraz idrar biraz yasemin kokusu. Sokak, sokak olduğunun, gece, gece olduğunun farkında. En gösterişli giysileriyle dolanıyorlar kana ve sorgusuz sualsiz sevişiyorlar yeni yetmelerle, iblislerini göz kapaklarının kulisine iten yosmalar taşırıyor renklerini derzlerden. Sokak fasıl kokuyor, sokak ağıt... Küf kokan mahalle paspasları rutubetini bırakıyor ten yarasına. Kalbimiz maziyle sözlü. Yarı baygın genç kızların üzerinde eğreti bir gelinlik gibi duran alkol, günün esmer saatlerine bırakıyor metal ayazını. Sırtımızdan rayların soğukluğu, kanımızdan unutmanın yangını geçiyor. Kimliğimizi yaktığımız kent çöplükleri cesetlerimize yer açıyor; düşsüz bırakmayan, kırık da olsa tarihimizin masum başlangıçlarına işlenen fasülyeden günahlar arasında.
Kendi tanrısının celladı meleklerdik, kan olduk, kanda boğulduk, hayatla öpüşmek için arka sokaklarda yosma olduk.
Zihnimde boy veren ısırgan otlarını şehire tüküren büyük adamlara saldım. Boğazladım sulara teneke çalanları kaktüs zırhımla. Dudaklarımdan Boğaz'a bırakamadığım her bir dize için başka bir cinayet planı hazırladım, eskizinde gözyaşı kabarıklığı, maktul gözlerinden şehrin bekaretine kem akıtan satıcı.
Siyah taşıyan kadınlar ve şarap rengi teninden kayan kadınlar şimdi mücevher bakışlarını erik rengi ormanlardan geceye teslim ediyorlar. Bir rüya için ağıt (*) yakılıyor. Gündüzsüz yakarışlara acele bacı helvaları karıştırılıyor. Bu şehir ayakkabısının tekini metroların yürüyen merdivenlerinde kaybediyor. Her mevsimden baharı koparıp, saçına erguvan damlatıyor, damıtıyor rafine dişiliğini.
Vişne bahçelerindeki diken omuzlarıma giriyor, kan oluk oluk hazza sarılıyor, şehrin binaları sırtıma dayanıyor, mesafesizlikte kayboluyor uyku, derinden uyuşuyor, zihnimin kapıları pasını gıcırtılarla atıyor, bağırıyor kulaklarımda darben, taşıyor tenimden parmaklarının biçimlendirdiği notalar. Ruhum kayıp bir seferde, aya tapınıyor, suya, dişlerinin saplandığı vişne rengine.
Esmer saatlerde çıkıyorum sokağa, dizlerimi örtmeyen mevsimi rüzgâr savuruyor; hayatla öpüşmek için yosma oluyorum Beyoğlu'nun arka sokaklarında...

(*) Requiem for a Dream

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder