15 Temmuz 2010

21.


Sizi özledim, burası soğuk.. Değişik bir hafta başladı.. Düşünüyorum da çocukluğumdan beri neredeyse hiç doğumgünümde yanınızda olamadım, hep tatilde, 2 senedir burada... İnsana dokunmuyor değil böyle şeyler.. Her gördüğün şeye yüklediğin anlam çocukluğunla, evinle biçimleniyor, kalbine anne kokusu, baba şefkatiyle eklemleniyor. Her duyduğum şeyin ardından "Baba" diyorum, o ne derdi.. Her dokunduğum şey anne sıcaklığını anımsatıyor.. Akşam geldiğin yerde duvarlar var, bir kaç masa, bir kaç yatak. Dostlarla olmak çok güzel, belki hep istediğimiz ama ancak şimdi zamanı gelen.. Yine de eksiliyor insan. Şehrini yitirme duygusu, evinin yolunu bulamama endişesi, yarın telaşı... Mevsimler değişirken annenden gelen "Üzerine bir şey al" uyarısı olmaksızın, yağmurlarda kalmak, kendine sarınacak bir battaniye aramak.. Oysa hep annemiz vardı, üzerimizi örten. Büyümek böyle bir şey mi? İnsan her sokakta oluşunda içi yaralı belki de umutlu, sızlar mı, yeşili en çok ne zaman bu kadar sevmiştim..? Oysa benim evimin balkonu hep yeşildi, bakmamış mıyım, başka şehirler sizi getirsin diye mi saklamışım gözlerimi, yanaştırmamışım onlara? İki yaz önceydi, Merve'yle Akçay'da sabahlıyorduk. "Sen öyle bir insansın ki, sokağındaki elektrik direğini bile nasıl sevip sahipleniyorsun..." demişti. Ben öyle bir insanım ki, kıymetini bilemediğim onca şey var, hiç uzun uzun bakmadığım, babamın öğretip sonradan sorduğu, bilemediğim onca bitki, onca kitap, onca kelime, onca ülke... Annemin her sorduğunda hep fikrimin değiştiği onca zevk, renk.. Öyle kararsız, savunmasız belki.. Gamsız belki, ya da çekingen..
Buraya gelirken kendime söz verdim "Döndüğümde başka bir Deniz olacağım." diye. Ben mevsimlerin, ben renklerin kızı. Ben sizin müziğinizden, sizin kaleminizden, sizin tarihinizden doğan.. İsmimle taçlandırdığınız ömrüm, hayata layık olsun çok istedim.Bir şeyler yapmak, bir şeyler başarmak. Ama en çok yaşamak. Kara kışı, kavruk yazı, bahardan damlayan gelincikleri, güz sancısından dökülen gözyaşlarını.. Ben en çok deniz olmak istedim, her mevsim deniz... Sizin 21 sene önce söylediğiniz gibi...
Belki fazla ağırım bu gece, ama biliyorum üzerimden bir tek varlığınız atacak bu 21 yıllık yolların tozunu... Başaramadığım pek çok şey oldu, yaşayamadığım, yaşayıp da tökezlediğim... 20 senede ne, ne kadar öğrenilirdi bilmiyorum, öğrenmeye gayret etmediğim zamanlar da çoktu, öfkelendirdim belki, umutsuzluğa sürükledim sizi. Ama çok istedim, renklerinize bürünmeyi, size denizleri vermeyi...
Şimdi uzak belki de yakın bir şehirde, olmayı sık sık düşlediğim bir şehirde, sokaklarına ve sularına uzun uzun bakmak istediğim, müziğini öğrenmek istediğim bir şehirde, her adımımı evimin kokusuyla, yokluğunuzun korkusuyla atıyorum. Yaşıyorum, yaşamaya çabalamak değil, kalbime en çok işleyen şeylerle yaşıyorum. Biliyorum, en çok deniz olduğumda, kalbim en çok nasıl ısınırsa öyle yaşamamı istediğinizi... Yoksa babam deniz düşlerini, bu öylesine korktuğu, öylesine kızdığı şehire verir miydi...Belki korkuyorum buraya alışmaktan, benim babam benim Ege halimi sever, Karşıyaka'lı kızını, burnumda körfez, kanımda İzmir havasını.
Yaşıyorum, her sokak sizi çağırıyor, her yeşil, her kedi, her sıcaklık.. Yeni Türkü dinliyorum sık sık. Sizi bana getiren şeyler o kadar çok ki aslında. Ömrümün her köşe başı sizin, her kelimem, her kalp atışım, her sevdiğim... Köfte yerken beni gülümseten köftenin tadı olmuyor çoğunlukla, anları hatırlıyorum, annemin tabağıma tereddüt etmeden 9 tane köfte koyuşunu. Burada en çok pazar kahvaltılarını özlüyorum, şu hiç sevmediğim peynirleri, mızmızlandığım yumurtayı, asla bitmeyen domatesleri, tadına sadece mandırada muzurluk diye baktığım zeytinleri, vişneleri yenmiş reçeli, Orada uzaktan görünen national geographic aslanlarını. Aptal türkçe pop şarkılarını size zorla dinletişimi. Sulu sıkıntımı. İtiraf etmesek de biliyoruz hepimiz, ben aslında en çok kahvaltılarını seviyorum ömrün. Hele ki günlerden pazarsa...
İnsan büyüyünce mi özler böyle evini, yoksa sadece büyüdüğünde mi evi özlenecek kadar uzağında olur?
Bugün Seda'yla düşündük, ne zaman 21 oldum.. Ne zaman babamın anahtar şıngırtısını duymayacağım yerlere gelir oldum? Daha birlikte yeni heyecanlanıyorduk çiçek açışına sevdiğim renklerin, daha yeni başlamıştık birlikte kadeh tokuşturmaya. Ne çabuk geçiyor her şey. Hayatı yaşamaya çalışırken unuttuğum çok şey oldu, ertelediğim çok gülüş, yüklendiğim çok öfke. Pişman değilim, keşkelerim yok hayatta, inandığım her şey için Deniz'sin sen diyorum, o harika insanların çocuğusun, bak gökkuşağı bekliyor dokunup renklerine boyamanı, yağmurlar saçlarını bekliyor dalgalanmak için, sokaklar adımların için uzuyor, vapurlar seni bekliyor sularında uyumak için... En çok bunu isterdi annen, en çok bunu beklerdi baban, kalbine dokunan mevsimlerde yaşamanı, onların alıştığı gibi, yalınayak...
21 yıl sonra, ilk defa evimden bu denli uzak, ilk defa bu kadar dostların sofrasında, ilk defa bu kadar kendimle baş başayım. İlk defa temmuzun ortasında yağmur yağdığına şahit oluyorum. Belki büyüyorum. Belki hayat ekleniyor soluğuma. En çok sizi özlüyorum. Bana hayat verdiğiniz anı, her sene sizden esirgemenin burukluğu bu belki..
Daha güçlü, daha renkli, daha hayat kokulu, daha deniz gibi, daha sizinle, sizin olmaya layık bir hayat diliyorum kendime bu yıl. Ve sadece teşekkür edebiliyorum, ruhuma işlenmiş her güzelliğe imzanızı bıraktığınız için. Denizler tükenmez değil mi baba?
Tüm bunlar.. Kalsın özlemlerde, bizlikte.. Uzakta olmak, yolda olmak, yolcu olmak dokunuyor bana biraz. Kuytumda kalmasın diye... Kapayın sayfaları ve gülümseyin hayata şimdi. Ömrünüzün umudunu bana verdiniz, yarın güzel bir gün olacak, her yeni gün gibi... Mevsimler, renkler, hayat ve sizi sevmek varlığımdaki en güzel şeyler.
İyi ki doğduk.
deniz.

14 Temmuz 2010

üçüncü bölüm.

..Bu soğuk havada beni saran şal
Unutana kadar ağlayacağım bir deniz
Pencereli bir ev ve kayıklar olmasa
Umutsuzca sokakların arasından geçerim
Beni çağıran isimlerin hiçbirisi değilim
Sadece ay renkli karanlık bir giysiyim
Bana aşık olunduğunda da üzüntülü bir fado...

Cor de Lua-Misia

13 Temmuz 2010


"..Üzülme, dudaklar sussa da kalbin yüz dili vardır..."

11 Temmuz 2010

düşe yat..*


"..Düşlerine ödünç veriyor kendini üstelik..."

E.Cansever

9 Temmuz 2010

nar..



"Başka bir ismin olsa, nar olurdu.." dedi.

Daha güzelini duymamıştım.

Gittim, pencereden yağmura teslim geceyi izledim.

Onun kıyısında, tütün kokusu...

8 Temmuz 2010

çiy.


Duruma uygun bir kıyafet giydim. Saçlarımı kazıyan ayaza bıraktığım kenarı yırtık gülüş camlarını kırdı plazanın. Dizlerim mor, şah damarımda karanlık yıldız. Kekremsi bir meyve sıktım ağrıyan kemiklerime. Gözlerimi oydu kirpiklerin.

Kış resimlerinden karı çıkarıp, buza battım. Yazlar çıplak bırakıyor varlığımı.

Yalan söylüyorum. Bunu bile beceremeden.

Tatsızım, mevsimlerde nöbet tutuyorum.

Çocuk gelmiyor...; hiç gitmediği gibi...

Hadi bana dudaklarımı öpen bir şarkı çal, sonra bulutlarda uyuyalım, sabaha karşı avucumuzda kırıntılar, düşlerimize kanat takan kuşlar ve.............................

5 Temmuz 2010

şehir. vişne. gece.


Oluk oluk nefes çarpışıyor. Işıklar gözlerimize saplanıp göğüs kafesimize toplanıyor. Kimse düz bir çizgide yürümüyor. Tramvay emekliyor şehri çiğneyen ayaklar arasında. Birbirlerinin bilmedikleri dillerinin coğrafyasında kol geziyor insanlar. İnsanlar yoksun, insanlar ihtişamlı, herkes biraz dev biraz cüce. Gecenin dokunduğu arka sokaklarda imarın mühürlediği bina dipleri, teli eksik keman, gamlı bağlama, biraz idrar biraz yasemin kokusu. Sokak, sokak olduğunun, gece, gece olduğunun farkında. En gösterişli giysileriyle dolanıyorlar kana ve sorgusuz sualsiz sevişiyorlar yeni yetmelerle, iblislerini göz kapaklarının kulisine iten yosmalar taşırıyor renklerini derzlerden. Sokak fasıl kokuyor, sokak ağıt... Küf kokan mahalle paspasları rutubetini bırakıyor ten yarasına. Kalbimiz maziyle sözlü. Yarı baygın genç kızların üzerinde eğreti bir gelinlik gibi duran alkol, günün esmer saatlerine bırakıyor metal ayazını. Sırtımızdan rayların soğukluğu, kanımızdan unutmanın yangını geçiyor. Kimliğimizi yaktığımız kent çöplükleri cesetlerimize yer açıyor; düşsüz bırakmayan, kırık da olsa tarihimizin masum başlangıçlarına işlenen fasülyeden günahlar arasında.
Kendi tanrısının celladı meleklerdik, kan olduk, kanda boğulduk, hayatla öpüşmek için arka sokaklarda yosma olduk.
Zihnimde boy veren ısırgan otlarını şehire tüküren büyük adamlara saldım. Boğazladım sulara teneke çalanları kaktüs zırhımla. Dudaklarımdan Boğaz'a bırakamadığım her bir dize için başka bir cinayet planı hazırladım, eskizinde gözyaşı kabarıklığı, maktul gözlerinden şehrin bekaretine kem akıtan satıcı.
Siyah taşıyan kadınlar ve şarap rengi teninden kayan kadınlar şimdi mücevher bakışlarını erik rengi ormanlardan geceye teslim ediyorlar. Bir rüya için ağıt (*) yakılıyor. Gündüzsüz yakarışlara acele bacı helvaları karıştırılıyor. Bu şehir ayakkabısının tekini metroların yürüyen merdivenlerinde kaybediyor. Her mevsimden baharı koparıp, saçına erguvan damlatıyor, damıtıyor rafine dişiliğini.
Vişne bahçelerindeki diken omuzlarıma giriyor, kan oluk oluk hazza sarılıyor, şehrin binaları sırtıma dayanıyor, mesafesizlikte kayboluyor uyku, derinden uyuşuyor, zihnimin kapıları pasını gıcırtılarla atıyor, bağırıyor kulaklarımda darben, taşıyor tenimden parmaklarının biçimlendirdiği notalar. Ruhum kayıp bir seferde, aya tapınıyor, suya, dişlerinin saplandığı vişne rengine.
Esmer saatlerde çıkıyorum sokağa, dizlerimi örtmeyen mevsimi rüzgâr savuruyor; hayatla öpüşmek için yosma oluyorum Beyoğlu'nun arka sokaklarında...

(*) Requiem for a Dream

3 Temmuz 2010

kanadımda adın...*


Başımı döndüren müzikler, kalbimi boyayan sözcükler var. Şimdi başka bir şehirde kırmızının doğduğu coğrafyada, gönlüme en çok çalınan gökkuşaklarıyla yaşıyorum. Yaşıyorum, yaşamaya çalışmadan... Tenimdeki, kalbimdeki acıyla, her şeyi en derinime işleyerek ve her şeyi en berrak sulara yolcu ederek yaşıyorum. Gün farklı doğuyor ve ben her gün doğumunda yeniden başlıyorum kendi yolculuğuma. Her seferinde. Yeniden. Bunu kimin istediğini bilmeksizin, kalbimde uyuyanlara en güzel rüyaları görmeleri için açıyorum pencerelerini mevsim döngülerinin. Güneşi yeniden renklere boyuyorum.
Bitmeyeceksin, gitmeyeceksin biliyorum.

"..Bir gösteriş sanacaklardır bütün renklerimle etrafta uçuşmamı. Oysa nefes nefeseyim ben. Bir an önce renklerden haberdar etmek niyetindeyim dağı taşı. Kendi rengimin değil, gören gözlere renk dağıtmanın derdindeyim. Ben, dünyaya biraz "kızıl ötesi" sezdirme niyetindeyim. Bu yüzden duramıyorsam hiçbir yerde, dar geliyorsa hava bana, sakın bunu bir gösteri sanmayın. Çünkü ben, kozamda "başka türlü" bir dünyanın rüyasını görmüş idim, koşuşturup onu sezdirmek fikrindeyim. Uyuyan her bir şeyi diriltmek için hareket halinde, hareketin kendisindeyim..."

*alıntı: E. Temelkuran

27 Haziran 2010

köprüden önce son çıkış*


düş tarlamın,
kuralsız, yasaksız, doğrusuz bahçemin ekini
nerdesin?

f.d

22 Haziran 2010

Miss Helen*


"..Çayın tadıyla kaplı ağzında çok keskin, abartılı bir şeker tadı da var. Bu tadın uyardığı etki, ağızla sınırlı değil. Şeker tadı, Ariadne'nin ipine benziyor; dilden boğaza iniyor, sonra gizemli bir biçimde mideden geçip cinsel duyum merkezine ulaşıyor, cinsel hazzın dalgalarla dışarı yayılmadan önce biriktiği o küçük alana. Hayatı bize ilkin şeker sevdirir..."

J.Berger

21 Haziran 2010

Dalgın Çalgılar *


...dalgın çalgılar gibi duran akşamüzerleri...
...incir kokan gece sokağı...
...sonra yüzündeki sabahın ilk ışıkları...
yağmurlara çıkmazdın
günler gölgelenirdi kendiliğinden
sonra günler üst üste
üst üste düşerdi yeniden


bütün gün güz bahçelerine uğradım


gözlerinde sarmaşık, ıtır, su zambakları
ellerine karacalar inerdi
güneş yanığı perdelerde
eteklerine kuşların konduğu sedir
pamuk akı örtüler
suyu hiç eksilmeyen sürahinin ışığı
asılı kalırdı zaman
ölümsüz sanırdık kendimizi
kızılı erken düşen ikindilerde


bir daha hiç dağılmadı karanlığım


Kalktım gittim ağarmış örtülerin altındaki zamandan
Uzakları denedim. Uzaklıkları ölçtüm kendimle
dudaklarım yakamozlar gibi şaşırırdı
o uzak çalgıların eşliğinde
belleğin zalim uçurumları
her gittiğim haritada yerini alırdı
patlamış serin güller olurdu, ıslak badem, tuz
arasaydılar büyümemiş bir sevinci bulurlardı belki
çok yoklamış yüreğimin bir yerinde
uzun bir yolculuk gibi yaşadıkları
kısacık sokaklardan vazgeçselerdi
ben oradayken
Belki de hâlâ orada olurum ben
Kendime yazdığım hayatları
ayıklamakla geçmezdi ömrümün
yaprak zamanı
bir ben söylerdim kuytu akşamlarda
dalgın çalgıların unuttuğu şarkıları


Sürgüne açık kapıların eşiğinde
çok oyalanmamalı insan
mevsimler kullanıldıkları yerde kalmalı
varlığı kendinden taşan yaz hayvanlarıydık bu bahçede
anlamıştık dağılacağımızı
perdeler artık başka güneşleri saklayamazken
Bu sefer kalan eşyalarımı da topladım
yeni yollara çıkılmazmış sanki
durup geçmiş bir kavşakla ödeşmeden
Bir tek yanıma bu çalgıyı aldım.

M.Mungan

20 Haziran 2010

istiridye. seher.


Bisiklet tekeri, dönmedolap. Zaman akıtıyor karanlık perçemini, hâlâ perdesiz bir sevişme sahnesi yazın güneşe değişi.
Anason kokusunun dolduğu sokaklardayım. Opal bir yanılsama bileğindeki ağrı, yıldız kamaşması. Çarşaflarından dirilen lavanta, rengini sulara katmış mercan. Dümenini kalbindeki yokuşlara bırak, yeni ay renk mabedine gebeyken.
Dallardan beyaz çiçekleri dökülüyor yalnızlığın. Bir başınalığın taçlandırılmış gözlerindeyiz bu sabah. Sen, sabahlarda yenilenen, buğday kadın. Yel değirmenlerine bırak soluğunu. Soluksuzluğunla diril geceye. Geceyi tak kelebek kanadına, saçlarında hanımeli... Ölelim ve doğalım mevsimler boyunca.
İstemezsen gidelim asma bahçelerine, dilinde lâl kalsın, ben ayışığına yıkarım pencereleri.
Sustuğumuz duvarlar vursun kıyılarına, cümle yoksunu huzurların. Erguvan iniltisi, yelkovan atışlarında, kuş yuvalarından bahsedelim ve takvimler yapraksız kalsın bahar şöleninde ağaçların. Meyve kokularını sakladığım defterlerin rengi vursun rüya boşluklarına. Tanımlamayalım, isimsiz kalsın zaman.
Dönüş biletlerini yakalım yaralarda, bir yaz sırtımız ortancalara değerken. İncileri saçılan sabah varışlarında bir kelime söyleyelim ve yeniden çizelim evlerini düşlerin.
Kasımdan önce gitme çiçeksiz sokaklara, dehlizlerini aralama kızılına gece çalmış ağırlıkların.
Yaz doğsun gamzende, sen pencereden güneş içen teninle dokun tellerine hayatın, ben eflâtun köşede belki ölürüm güzelliğinden...

19 Haziran 2010

amber gecede...*

"..Bazen bir sözcük, anafor gibi yakalar insanı, yerle gök, ölümle yaşam arasında savurup durur. Baş aşağı çevirir dünyayı, dünle yarını iç içe geçirir, her şeyi değiştirir çözer, yeniden birleştirir. Sonra ansızın, dışarı, kendisinden dışarı bırakıverir. İşte böyle bir sözcük: gece. Kutsal, ebedi, sır dolu gece. Renkler, imgeler, ışınlar, dalgalar, cam kırıkları gibi parlayan aydınlık.

...


Kıpkızıl bir el açılıyor ufukta, hiçbir gücün kaldıramayacağı kara lahit kapağını bir fiskeyle kenara itiyor, açılıyor açılıyor, alev alev bir yüzüğü çıkarıp atıyor parmaklarından, sanki bir kırbaç izi sonsuzca büyüyor, derinleşiyor, mor ve altın ipliklerden bir ağ gibi denizi örtüyor. Düşlerin dokusundan yeni bir gün örülüyor. Çatılardan havalanan bir güvercin, daireler çiziyor kentin üzerinde, var gücüyle karşı kıyıya, geceyle gündüzün sınırına kanat açıyor, geç kalmışçasına... Gagasında gelecek ülkesinden bir zeytin dalı taşıyor."


Aslı Erdoğan

18 Haziran 2010

Destina '82


...

yakında yaz kırılacak ve ben
kapıların olmadığı bir yere gideceğim .
kendi sürecinde yıkılan bir nehir gibi .
bir tavuskuşu tüyü moryeşil gibi .
fosforlu bir iz bırakır gibi .
çok uzak mektuplar atacağım çok uzak yerlere .
yakında yaz kırılacak
ve sedef bir deniz kabuğu kalacak geriye .

...

bir güzellikten iyileştiremediler beni .
bir sedef adasında yitirdim onu .
o benimdi o yüzden elyazısı yok .
yıldızlar istemiyorum artık . nilüfer çiçeğinin
su üzerindeki yapraklarından biri olmak istiyorum .

L.Müldür

17 Haziran 2010

ölüm, çiçek.siz.


Duvarlar uzanıyor göğe. Acının sur diplerinde sabahlıyorum çoğu zaman. Kaç sene oldu varlığımda erguvanlar bitmeye başlayalı... Kaç savaş verdi soluksuzluğumuz, şehirlerin tozlu yalnızlıkları arasında... Kaç yalana dayanır temmuz yanım benim... Külleniyor gözyaşlarım, dağlanıyor kalbim.. Kalbime dokunma. Daha fazla yanaşma şehrine renklerimin. Sessizliğimi kırma gece bitkileriyle, yanaşma dinginleşmek için, bayırları aşan ruhuma.
Parmaklarının gezindiği tokamın klipsi attığında, dağılıyor; rengini bilmediğim, senin de diğer renkler gibi umurunda olmayan dalgalar, sen dokunma. Şarkılarımı başka vücutlarda gezdirirken, uzak dur cümlesizliğimden. Gideceğim şehirden sürgün et evini, aynı göğün altında bile kapama gözlerini.
Yargısız infaz gecelerinin sorgu lambası altında, titret utanç duvarlarını, katla gidemediklerimizi, ütüsü daha fazla bozulmadan.
Hangi rengi çıkarayım mevsimlere iptilâ bozgunumdan. Kan akıtmamı isteyen bakışların kaçak, saçak altlarında. Çocuk olmayı bile beceremediğin sokaklarda, hırsızlık yaptığın ayışığı, kelepçeleri takmadıkça terk ettiğin masalların başrolüne, nefes borunda kök salan kırmızıdan kaç.
Yaraşmıyor benim atlıkarıncalarıma üfleyen rüzgâra, çocuk düşlere, senden akan iltihaplı acı.
Harabeler arasında ilerlemiyor gelecek zaman, her yerde aynı keder.
Mahkumu olduğum inançsızlık, her gün yoklama alıyor sevmeye meyilli yanımdan.
Gözlerimi kaçırdığım tüm soluklardan, öcünü kelimesiz utangaçlıklarla alıyor, yaran.
Sıyrılamadığım kâbuslara, tebessümlerden filizlenen gözyaşları kenar süsü oluyor.
Şehir elinde bıçağıyla, sırtımda soğukluğunu hissettiriyor amacını bilmediğim varlığının, yokluğunun.
Kırılan oyuncaklarım arasında masal yazmaya çalışıyorum.
Çelmelerden morarmış dizlerimle, kırlara koşmaya çabalıyorum.
Çocukluğumun parklarını kirleten geçmiş zaman eklerinden kaçmaya çalıştığım yerde, gideceğim sokaklarda; senin çocuk yaşın.
Hangi yağmur temizleyecek varlığıma sinen isini, gölgeli adımlarının.
İçimi yıkayacak baharlara gidemiyorum, bütün duraklar "in" dercesine bağırıyorlar, kilometre başlarında.
Ellerime sinen gül kokusu yerini mevsim çiçeklerine bırakamadan yıllanıyor. Nicedir güller çok canımı yakıyor. Üstelik papatya mevsimini kaçırmışken...
Salıncaklarda bekliyorum iyileşmesini, gözlerimin değdiği manzaraların; ağlıyor denizler...
Beni soracak olursan...;
"..gözlerimde boğulma diye, ağlamıyorum..."
...

16 Haziran 2010

Uzak Haziran

İki dudak arası bir zaman
Göz göze geldikse geçerken
Mayısla haziran arasında
Yağmurlu bir saçak altından
Aşktı uçup giden üstümüzden
Aşktı değip geçen yanımızdan

Uyanıp kış uykularından
Şubatla mart arasında
Eylülle ekim arasında
Yaz sularında kıyıya çıkan
İki adım arası bir zaman
Göz göze geldikse geçerken
Günlük güneşlik bir kaldırımdan
Aşktı uçup giden üstümüzden
Aşktı değip geçen yanımızdan

Aşktı görmedik bilmedikse
Kimbilir hangi eylül bir daha
Hangi uzak haziran

N.Cumalı

14 Haziran 2010

kıyılara çarparak...






















Unutmamalıydım sözcüklerimi, kelimelerde sancılanan düşlerimi zihnimin kulisinde tozlanmaya bırakmamalıydım.
Gelmeni istiyorum, biraz da kalmanı. Tutuklu bir bekleyiş bu. Geldiğinde gözünden tenine inen yağmur olmak istemiyorum. Korkuyorum. Zihnim, kalbim, tenim korkuyor. Rüyalarım uçurumlardan ayaklarını sallıyor. Hangi kırmızı balon kalbime bıraktığın ılıklığın rengi olur...
Gel diyorum kelimelerin sessizliğinde, gel diyorum da, korkuyorum çocuk. Omuzlarımın ağrıdığı gecelerde sığınacağım dizeleri sevmemenden, tenimde yürüyen mevsimleri içememenden...
Benim hiçbir şeyim yok; inandığım renklerden ve kitaplarda altı çizili cümlelerden başka. Karalamalardan başka neyi miras bırakabilirim gönlünün meydanına, bilmiyorum. Ben iyi bir okuyucuyum çocuk, fazlası değil. Yaralarım hâlâ açık, acıyor hâlâ uykularım... Gelecek günlere yolladığım mektuplardan ne zaman cevap alırım bilmiyorum, sararmış kartpostallar arasında öylece bekliyorum, kimsenin dilinden anlamayan zamanı. Benim zamanım hangi garda yolcu onu da bilmiyorum. Geçmişin tüm valizlerini ezber ettiğim gecelerden, baş harfini bile bilmediğim geleceğe giderken, şimdiki zamanda yorgunum.
Elimi tutan kurşun kalem izlerinden başka bir şey yok. Düşlerime attığım halatla şehri uyutuyorum her gece...
Niye 'gel' diyorum, niye sana bahçe arıyorum bisikletimi unutmak için, bilmiyorum.
Sadece sözcüklerim var hayatta, daha fazlası değil...
Ellerimin taşıdığı gökyüzünün ağırlığı mı, kalem çığlığı mı...
Sadece ismim var, gönlüne yürüyen mevsimlerin...
Öyle yalınayak, öyle düşüncesiz, öyle kılıksız sokaklara dokunuyorum.
Yorgunluğum boşaltıyor labirentlerime dolanları... Bense kıyısında bekliyorum martı çığlıklarının... Sana ılınan kalbim soğumuyor, olmuyor bu mevsimde...
Güneşten başka inanacak bir şey bulamıyorum iklimde.
Anahtarlarını yuttuğum kapıların ahşapları çürüyor, aralanana kadar. Vakur bekleyişlerime çarpınca körfezde meneviş, dalgalanıyor saçlarım, bana seslendikleri sular...
Aslında duymuyorum pek çok şeyi, görmüyorum. Çamurlarda çok oynadım, sağanakta yürümeli. Arındırır mı ruhumu yitik güncelerin, dağılmış mürekkep lekelerinden yağmur?...
Ben bir şey bilmiyorum güzel çocuk. Yeni bırakılmış gibi dünyaya, ve asırların yaşlandırdığı bir ruh gibi... Bir şekilde benziyor birbirine ve bir şekilde çelişiyor...
Düşlerimden ve dizelerden başka bir şeyim yok.
Sana hazırladığım, uzaklardan, yanıbaşından getirdiğim valiz bileklerimdeki ağrının karalamalarıyla dolu.
Bu uçurum kenarı uykusuzluk gecelerinde saçlarıma gelincik değsin istiyorum, ama...

"bu ham dünyada zoraki bir söz gibi sevgim,
sevsem sana yazık, sevmesem incinirsin..."

13 Haziran 2010

mevsimin gecesine...*


Düşsüz yürünmüyor güvercin kanadında. Yaralarından doğan uyuşuk gün batımlarına eklemlenmiyor sehersiz saatler. İçinde çürüyen tarihler altına imza, düşsüz geçmiş olamıyor.., rüyasız yarın yok. Sevdiğin şairin dediği gibi, "Güneş her sabah verilmiş bir söz gibi doğuyor..."
Yollara adadığımız kimliksiz soluğumuz yorgun mu, başlangıç heyecanının durgunluğu mu bilmiyorum... Mevsiminde kirazların, geceyi yalayan rüzgâra emanet uykusuz öpüşler çiziyoruz. Bir her yaz, aynı erguvanî köşede...
Bileklerini ayçiçekleri öpüyor şimdi bozkırlar ortasında. Ve yelkenlenen hayaline saydığın adımlar, toprağın gebeliği ortancalara. Sulara gidiyorsun. Su, denize varacak. Deniz de... Gidiyorsun... Ve gidiyoruz belki de farklı kentlerde, aynı göğün altında uyumaya. Sevdiğin kitapları al yanına ve haritasız yürü kalbinin coğrafyasında.
Bavullardan taşan dizeleri bırak sokak lambalarını bile sevdiğin aşka ve tütün kokusunun iliştiği gamzelerinde girizgâhını yap bir eski düşten düşen kahve çekirdiğinin...
Kahvaltılarına, mimar ellerinden reçeller dök, kızıl yanaşsın sofralarına, dudaklarından sonra...
Masalsız kalmadığımız her gece için bir renk söyle ve gözlerimin her sabah uyandığı fotoğraflar gibi deklanşörünü bırak mevsimlere...
Ojelerini süreceğin fransız balkonlarında manolyalar yetiştir. Edith Piaf ve Jacques Brel 'le sula çiçeklerini aşkın.
Gittiğin yollar ellerinden dökülen müziğe ev olsun, rüzgâr yolunu kolay bulsun...
Güzelsin. Gecesin.. İçtiğin her kadeh düşlerine akmış. Düşlerine inan, ben ellerine...
Güzel kız, kuytumda yapraklanan güneş renginle yürü sokaklarında sarhoş renklerin.
Ve ben... Gideceğim yollara, yuvam yapacağım kentlere dizeler bırakacağım, yolunu bulup müziğine varması için...
Sağanaklarda yürüyeceğim ve içimin denizleri mevsimlere teslim, dalgalanacak sokaklarda...
Ve bir gün, "..Paris yanıp yıkılmadan..."

12 Haziran 2010

sen, düş(me) çocuk.


"..Gene de... Keşke yan yana gelebilseydik. Aynı gecede, aynı kanda, aynı çığlıkta... Belki harfleri birleştirebilir, olup biteni dile getirebilirdik. Labirenti, labirentin bomboş, deşilmiş yüreğini ve orada, bulanık bir aynada beliren meleği... Anlatabilir ve anlatarak gerçek kılabilirdik. Gerçek ve ölümsüz. Darmadağınık imgelerini bir araya toparlayabilir, şu senden bu benden diyerek ete kemiğe büründürebilirdik. Yarıda kesilen öyküsünü, kendimizinkinden birer cümleyle tamamlayabilir, onu kurtarabilirdik. Birer tutam saç, kocaman bir gece gülüşü, kolayca yaralanan birer gövdeydi her birimizden. Ağırlaşmışçasına öne devrilen bir baş. Mırıldanan bir şarkı, çiçeklenen bir anı, birkaç damla yağmur, hep uzak gökyüzü... Bir avuç dolusu yıldızlı boşluk, susulmuş hikâye. Ona yeni bir sözcük, bir isim, kendiliğinden kanatlanan bir yazgı bulabilirdik. Bambaşka bir son, yepyeni başlangıçlar... Onda en sessiz çığlıklarımız yankılanabilir, en görkemli ezgimize bürünebilirdik. İnsanların kurulu dünyasını kayalıklara doğru çağıran sirenlerin ezgisine... Belki de yapamazdık. Çoktan yitirdiğimiz her şeydi o belki de, ta kendisi olduğumuz uçurumda, belki en baştan her şeyi yitirmiştik..."

Aslı Erdoğan

11 Haziran 2010

"... , birilerinin hayalinde yaşamak demektir."


Çok zaman oldu bir şeyler izlemeyeli. Film izlemek de unutmaya çalıştığım şeylerden biri, kazıdığın diğer tüm güzel olan şeyler gibi.

Ben her film izleyişimde, kalbimin bir yarısını dağınık çarşaflara bırakırım. Ben her sevdiğim filmi, onu en az benim kadar seveceğine inandıklarımla izlemek isterim. Hatırladığım sahnelerin renklerini, o aklında tutsun diye beklerim.
Sessizliğin hakim olduğu filmler daha çok yakışır düşünü kurmak istediğim biz' den ibaret günlere, gecelere, mevsimlere.. Ve ben hep o filmler sonrasında Fransızca şarkılar dinlemek isterim.
Bilmiyorum, sever misin. Seni tanımıyorum, sevdiğin öykülerin sonları sana mı bırakılıyor, yazar kendi sonlarından taviz vermiyor mu, bilmiyorum.
Hangi kelimeleri her gün duymak istersin ve filmleri kiminle izlemeyi seversin.., bilmiyorum.

Tek başına gittiğin sinema salonları sende de kanadı kırık, göçemeyen kuş hissi bırakır mı...
Gittiğim şehirlerde sevdiğim salonlar var, ve gitmediğim yüzlerce şehir..

Bugün bir film izledim, en mutlu olduğum yerde, kulağımda tanımadığım ellerin piyano tuşlarına vuruşuyla..

Ne güzel kentler, nasıl biz'liği çağıran sokaklar var düşlerin imgelerinde.
Mevsimlere sinen sessizliği sana adadım, o sokakları, bir gün beraber en sevdiğimiz yerde izleyip, bavulsuz ve biletsiz gideriz belki..

Severdin biliyorum. Seni tanımasam da hissediyorum.. Sen, asmaları seven çocuk.

Bugün bir film izledim, tenimden göç mevsimi geçti.

Seni tanımıyorum.

John Malkovich seviyor olmalısın, ve belki Fransız şarkılarını da...

Bir gün şarabî bir mevsimde, en sevdiğimiz yerde, yanmış tren biletleriyle, söz ver...

*sokak: Ferrara


6 Haziran 2010

geceye yakışanla...


Pencereleri açalım geceye; biraz şiir, biraz yağmur, biraz 'gitmek' essin kalbimizdeki sızıya...
Dudağımın yanında gamze varmış, öyle söylüyor gece kız. Ben köprücük kemiklerine dokunmak isterim aşkların.
Şehirler geçiyor, geçmiş zaman eklerinden. Ben sadece bir kaç yitik kelimeyle doğuruyorum haziran soluklarını, oysa şimdi yağmur bastıran kır düğünleri vardır, yaz gülleriyle kaplı...
Ben bu aralar sadece gitmeyi düşünüyorum ve bir o kadar da kalmayı. Hangi sokağa baksam stockholm sendromlu bir çocuk olarak buluyorum kendimi. Bu şehrin neresindeyim, sen ne kadarsın içimde... Kestiremiyorum kendi uçurumlarımı. Kalbimdeki deliğe, varlığımdaki sızıya kelimeler kesip, elbiseler dikemiyorum.
İnançsızlığım aldatmasın, fazla tutkulu, fazla tutuklu bir kadınım, ondan bu dağınıklığım..
Mazide içtiğim hüznü hâlâ sığdıramıyorum kadehlere. Mürekkebine gözyaşı karışmış hatıralarımı sararttığım defterleri çıkaramıyorum bakışımdan..
Ben hiç mevsimini bulmuş bir kadın olamadım. Ne yağmurlar, ne rüzgârlar... Hepsini makyajıma iliştirmek istedim, şimdi korkuyorum kar tanelerinden, içimize damlayan güneşten... Yine de bu tenhalığım, kılıksızlığımla pencereleri açtım, dinliyorum yol şarkılarına değen ihtimalini düşlerin...
Yorgunum senelerin adanmışlığından. Çiçek mevsimlerini kaçırışım bu yüzden..
Yitik bir nisan akşamından miras baş dönmem ve korkusu akşam renklerinin.
Avuçlarıma bırakılıp kaçılmış yıldızları asamıyorum ay dilimin etrafına, boyum yetişmiyor üflediğin gökyüzüne.
Korkuyorum..; Gitmekten. Kalmandan. Gitmenden. Kalmaktan.
İhtimalsiz emanetlerinden yalnızlığının.
Bu şehir nereye savurur kalbi delikleri..? Ben yirmi yıldır denize koşuyorum. Ait olduğum parklar bile gülüyor bu kirli büyüyüşüme ve utanıyorum tarihleri doldurduğum oyunlardaki rollerimden.
"Sokağındaki elektrik direğinden, kaldırım taşına kadar seviyorsun burayı, sahipleniyorsun..." demişti güzel bir kız. Çaresizliğimin ortaoyunu muydu bu, teslimiyetim mi, bu kalabalıktaki tenhalığım mı...
Acıtan ayrıntılarım var ve ağır küpelerim. Saatsiz sokağa çıkamazken, şimdi günlere taş sektiriyorum. Gidersem, başka şehirlerin saatlerini takacağım bileklerime, oraların mevsimlerine değecek sırtım ve o toprağın rüzgârı dağıtacak saçlarımı. Ve göç okşayacak bakışlarımızı.
Aitlik eklerini sevemiyorum nicedir.., gel ki alışayım 'biz'lere, 'bizim'lere... Şehirlere beraber açalım kalplerimizi, sonra acıtacaksa da iklimler, kalbimizin coğrafyasında ölürüz.
Bir kez inansak ortancaların renklerine, vapurların misafir olduğu sulara, ait olmayı düşlediğimiz şehirlere, yeşeren sessizliğin tomurcuklarına, filizlenen geceye...
Göç yollarındaki kuşların kanadına takılmış masal.., inanabilsek...

"..Birlikte gideceğimiz şehirler yuvamız olsun mu..."

5 Haziran 2010

"..öznesiz, zamansız, zarfsız..."


Biraz 'Sevda Sözleri' biraz 'Çiçek Senfonisi' bu gece salınmaları. Üşümeyen tenimde pervasızca kol gezen ilkyaz rüzgârına teslimim bu aralar. Son birkaç gecedir ellerimdeki ağrı mısralar giyiniyor, kalbini hayatın öptükleriyle..
Zamansız gözyaşlarıma, yuvasız sızılar ekleniyor bu haftasonu doğumlarında. Bugün cumartesi. Ben "..geveze susuşlarını bile özledim..."
En çok tanımadıklarımı özlüyorum, tanışmadıklarımı, yaşamadıklarımı, ertelediklerimi ve geç kaldıklarımı, öylesine sokak köşesi kesişmelerini...
Ben en çok mevsimlerin dokunamadığım renklerini özlerim zaten, gelincik kadifesi, papatya öpüşü...
İsmine 'Dize' verdiğim hayallerimi harcamayı bitiremedim yaralarımla. Kanayan kalemim, korkak, adasız, yuvasız, kıyısız... Seni bulmayı, seninle olmayı belki de ölmeyi.., bekliyorum.
İsmimin dokunmadığı şehirler ekleniyor iklimime ve gün doğumları, kokusunu bilmediğim toprağın, kimliğime.

Sözleri yuttuğuma bakma, bir yanım hep eksiktir benim. Uykulardan kaçtığım gecelerin infazında biraz, vurgunum.

Köprücük kemiğinin çukuruna yuva yapmak istiyorum, dizelere inanan düşlerin.
Oysa yenilgilerimle kan revan içindeyim. Beni böyle yaralı, beni öyle sessiz, "..öznesiz, zamansız, zarfsız..."...Öyle sev... Dudağımın kıyısındaki gülüş ol, biraz dizelere borçlu, biraz alacaklı. Bileğinden sımsıkı yakalayıp, kendimize çektiğimiz saatlere çalınan sarhoşluk eklemlensin gidişlerimize.
Terk edilmiş, boynu ay ışığında tutulmuş müsveddeleri masalların, mum kokulu. Ay gitmiyor batmaya, yıldızıyla yatmaya...
Ne zaman sandıklara kilitlediğimi hatırlamadığım kelimeleri arıyorum bu haziran menevişlerinde.
Zordayım kuraklığında sahillerimin. Ürktüğüm, sokaklarda boy veren deniz kokusuna karışamamak belki..
Biraz da 'Sonrası Kalır' ...

Biliyorum, sen de...;

Yaralısın.

2 Haziran 2010

sana geldim, artık gidebiliriz.


Sevdiğim boyalarla resim yapmam için bana boya aşıran bir çocuk vardı. Ve kahvaltıda yemek istemediğim salamı masanın altından alan bir kız çocuğu. Sonra beni güzel bir latin kadınına benzeten bir esmer çocuk. O benimle hep resim yapardı. Ve sürekli şeker yerdi. Şimdi denizci oldu. Sonra her gün benimle okula gelen başka bir çocuk tanıdım. O bana kırk beş dakikalık okul yolunda yazılar yazardı. Sonra onun en yakın arkadaşı benim kollarımı açtığım çizgiler, şifreler koyduğum sessiz duygular oldu. O bana hep rüyalarını anlatırdı. Ben rüya göremediğim için her sabah gelip rüyalarını ikiye böler benimle paylaşırdı. Benimle yıllar boyu hiç sıkılmadan Sting dinledi. O beni kendinden koruyan çocuktu. Mimar olmasına çok az kaldı. Bir kız tanıdım sonra bana verdiği ismi hiç sevmediğim. Zaman geçtikçe, duygularını sevdim insanların, onun verdiği ismi de, kalbini de. Başka bir gün bir çocuk geldi. Her akşamüstü Neruda şiirleri okurdu. "Niobe'sin" derdi. O zamanlar hayatı karmaşıktı. Daha çok, zor. Bana telefon edebildiği tek yer dava arası, mahkeme tuvaletleriydi. Bilirdim, belki sadece ismimi severdi. Bir yaz günü unuttum her şeyi, bir çocuk tanıdım, sanki ilk onu tanımışım gibi. İlk onu tanımıştım. Hayattı. Ondan hiç geçemedim; bir bahar sonrasına kadar. O beni severdi. Bir o severdi, bir gün sevmediğini söylerken bile...O başkalarını severken bile.., ben onu severdim. İleride avukat olacak. Sonra okuyan çocuklar tanıdım, pencereleri açıp dünyaya parmak uçlarıyla dokunan. Şiir seven çocuklar, müziği daha çok. Renkleri sevmeyenlere inat mevsim mevsim renk sevenleri. Sessizliğin aramıza rüya duvarları ördüğü ve denizin sesiyle, kokusuyla, varlığına inanan. Uzakları seven, şehirlerin elmacık kemiklerine dokunan çocuklar. İki kadehle hayatı öpen, kayboluşlara mısralar diken. Hayalleri olan çocuklar. Uykusuz gecelerin iliğinde baharı bekleyen çocuklar. Notalarını ilmek ilmek işledikleri şarkıları vardı, meydanlarda söylenecek. Günler geçti, aylar, en çok mevsimler... Büyüdüğümüz şehirler küstü bazılarımıza, yitirdik aşklarımızı, hiç istemediğimiz sokaklara kendimizi sevdirmeye çalıştık, bileklerimizdeki ağrı kalplerimizdeki sızı oldu, yorulduğumuz geceler, aynı göğün altındaki sabahlara uyandık. Geçti renkler, değişti rüzgârların yönü. Kelimeleriyle ve sessizliğinde kıyılarımızın, en çok ve sadece düşlerimizi anlattık. Büyümedik, büyüyemedik. Kanatlarımız bulutlara çarptıkça, gitmek istiyoruz şimdi. Uzağa. En yakınımızdaki en uzağa. En uzaktaki en yakınımıza. Birbirimize... Yol almak birbirimizin yaralarına, düşlerimizi öperek...

1 Haziran 2010

bileğimde yaz*


Kibrit kutularını, geldiğinde düşlerimizdeki evi yapalım diye bazaya sakladım.
Gece olup saat üçü geçince yastığımdan kanatlanan kelebekler saçlarına dolansın diye, bütün nevresimleri turuncuya boyadım.
Haziran doğar doğmaz kış resimlerinden portakallar çaldım ki, önümüzdeki ocak çilek koksun odalarımız.
Pencereleri öpen dolunay sevmedi sensizliği...
Unutmadım tarihsiz boy veren zeytinleri, şehrindeki kızılcıkları, toprağı... Gözlerimi örten kar tanelerini hiç yırtmadım defterinden düşlerin....
Tenimde kırılan cam parçalarını sevdiğin meyvelerin renklerine boyadım, vitray sever bakışlarınla avuçların dokunur belki, bileklerime çizersin yine.. 3 yazıp yıldız attım sadece, gerisi senin olsun... Mor ojelerle yazıyorum haziran başlangıcını, günbatımı söylediğim gibi olmalı, "hoş"...
Belki hayaller kurdum, kıyılarında göremediğim rüyaları yüzdürdüm.
Bu yaz, gel istedim. Eski yazlardan güzel, yarınkilerden genç olsun. Şehirleri dudaklarımızdaki şarkı yapıp, yine sabaha karşı, yine çay buharıyla... Güneş doğudan doğarken, batıdaki gevrek alış saatimi bekle yine.. Sonra mevsim uyutsun bizi bir rüya başkentinde...
Bu Gece Ben Ay*...

27 Mayıs 2010

Orsa.





















Yol şarkıları aradığım mitoloji; sırtımda acı gravür.
Kanım şarabî bitiş, kadehi kır hayatın eskizindeki çizgiler üzerinde...
Tekilliğime söz verdim, ölü denizler nefesimle sevişerek damlayacak kış arifesi, çalınmış bahara.
Dudağımın kıyısına bıraktığın mektupta kalan harabe.. Gökyüzü bitti, sokaklar cesedime aşina..
Götür beni kiraz ağaçlarının hükümdar, gelinciklerin yuva olduğu renklere. Mor salkımlar kıskansın, tenimde yürüyen erguvanı..,
Sonbahara varmadan suyu öpelim, ölelim sonra.

22 Mayıs 2010

elli sekiz ayda ilk ve belki de son kez..; tüm 'Dize'lerle...

Cevabı ömür süren bir soru bıraktım sana
Mendili kan kokan sevgili arkadaşım
Usta bakışların keşfettiği rahatlıkla arkama yaslandım
elimde şah mat yüzüğümde tek taş siyanür
adınla bulanan bir aşkın, bir maceranın
mecrasında
yolun sonunu söylüyordu
günahkâr iki melek olan sağdıçlarım

Al birkaç bulutlu sözcük
atlasını sırtında taşıyan çalınmış bir zaman
mekik, taflan, kar kesatı bir iklim
aşk mı, macera mı dersin bu uzun seferberlik
bu ilişkinin topografyasını
mezhepler tarihinden bulup çıkardım
adanan boynunda o gümüş zincir
bilmiyorsun arması sallanıyor ucunda
işte yazgının kara zırhlısı!
Kork! kutsal kitaplardaki kadar kork!
Çünkü hiçtir bütün duygular
Korkunun verimi yanında

Benim ruhum nehirler kadar derin!
Kızıl kısraklar gibi üstümden geçeceksin!

Arı bir sessizlik duruyor
şiddetimizin armaları arasındaki uzaklıkta
gövdenin demir çekirdeği
kalkan teninin altında
sana okunaksız bana saydam giz
içindeki uğultunun izini sürüyorum
bir açıklığa taşıyorum ele vermez yerlerini
harabeler diriliyor
heykeller tamamlanıyor
kendi kehanetinden büyülenmiş gözlerimin önünde
başka çağlara gidip geliyoruz
aşk tanrısı için
seviştiğimiz ve uyuduğumuz sahillerde
aşkın kaplan ve yılan düğümüyle

Öpüyorum seni boynundaki yaradan
iniyorum kaynağına
aydınlanmamış yanların ışığa çıkıyor
dokunuşlarımın parıltısında
düğümlü mendilin, gümüş zincirin
sımsıkı mühürlendiğin bütün kilitler
çözülüyor avuçlarımda

Tılsım tamamlanıyor
ortaçağ kentlerinden geçiyoruz dönüşte
indiğim kaynakların mezhep değiştiriyor
zamanın ve uzamın kilitlendiği kara kutuda benim kelimelerim
tılsım tamamlanıyor
dudaklarımdan sızan erkek sütünün kara büyüsüyle
sevgilim oluyorsun
uyuyor ve yıkanıyoruz ay ışığında
bakıyorum güneş iniyor yüzünün alacakaranlığına

Adın yoktu tanıştığımızda
eksiğini de duymadık
bazen bir rüzgârı, bazen bir kaç zeytini
adının yerine kullandık

Adın yoktu tanıştığımızda
sonra da olmadı
çünkü başka biri oldun zamanla

Şimdi adın var
şimdi ruhumun sislere sarılı derinlikleri
yükseliyor ve tehdit ediyor
kıstırılmış varlığımın bütün cephelerini
yüzümün pususunda geziyor
sularda bilenmiş bıçaklar
uyandırılmış acılarım, bulanmış sarnıcım
etimle ruhum arasında çelişen ilke
geri döndü bana
kendi ellerimle kurduğum kara büyüden
içimdeki tarih bitti
siliyorum bir aşkı var eden her ayrıntıdaki parmak izlerini
ve şimdi adın var
ve şimdi
ikimizin vaktinde
intikam saati geldi

Omayra, bu adı verdim sana
ve mevsimleri bütün anlamlarıyla
iki çakılına bir deniz vereyim
hayallerine mavi buğday
dokuz yaşamın olsun tek tek öldüreyim
esmer ve çırılçıplak bir gecede
bütün düşmanların gelecek
koynumdaki cenazene

Seni saran efsane çürüyüp toprağa karışırken
kucağımda başın
gümüş bir tarakla tarayacağım saçlarını
kendi enkazımın üstünde
kurtlar, çakallar gibi uluyarak ağlayacağım acıdan
öldürerek yaşatacağım seni kendimde

Ocağın parıltısıyla aydınlanan yüzün
gücünden habersiz sakin gülüşün
kamçılıyor içimdeki bütün köleleri
ben ki hileli bir oyun,
birkaç kırık zar
ve kara muskalı tılsımlarla
almışken seni kaderinden, kıyasıya bağlamışken kendime
asıl sen tutsak etmişsin beni
dünyaya kapalı kapılar ardındaki
içi boş sessizliğine

sığlığın, sevgisizliğin
o sonsuz kendiliğindenliğin
dünyanın sana değmeyen yerleri
nasıl da çekici yapıyor seni
o kadar bağlandım ki
tutkusuz bedenine
ya öldüreceğim seni
ya tunç çağından heykeller indireceğim dökümüne

Sayıklayan bir ağaç gibiyim Omayra
uğultusu geliyor ta derinden
gövdemin geçtiği masalların
içimdeki deprem ayakta tutuyor beni
geri dönüp vuruyor çalınmış zaman
bak sana korkaklığımı veriyorum
var olmanın bütün varoşlarından
ben yenildim, işte silahlarım
tılsım tamamlandı
sonuna geldim çizgilerini sildiğim
bir büyük haritanın
aşkım ölümün sınırında Omayra
olduğun yerde kal kımıldama!

Murathan MUNGAN

21 Mayıs 2010

kurdeleli yaz yağmuru..;






















Hayalim ol desem, geceye çiy düşer mi.. Gece 3'te ya bir şeyler için çok erken ya da çok geç.. Ben, beni bu kadar özlerken, sen bana mektup yazma intihar gecelerinde.. Ya da gel bana rüya görmeyi öğret.. İçinde mavi olan sadece deniz ve gökyüzü olsun, geriye kalan bütün renkler bir sevda masalının orgazm anında.. Neyi yitirdiğimi bilmeden, sadece kanatlarına takıyorum kuşların göç mevsimlerini, gitmek, gitmek, gitmek istiyorum en uzağından, en yakınına.. Mayısıma haziran çalarken sen yine şarkılar söyle, gelincik mevsimi öperken dudaklarını...
Devrik ve eksik cümlelerimin redaksiyonu adından ibaret olsun.

16 Mayıs 2010


' elleriniz gibi ihtiyar ve dalgınsınız,.
elleriniz gibi meraklı, hayran ve gençsiniz'

Nâzım Hikmet

3 Mayıs 2010

düş kırgınları*


Üç şeyden asla kurtulamayız: gölgemizden, ölüm korkusundan ve aşktan.

M.Eroğlu