18 Kasım 2010

düşler sokağı*


Olmayan bir yerdeydik. Yer sanki göktü, ve gök sanki deniz. Kalemin peşinden sürüklediği zamanlarda her soluk bir günceydi. Sonra ciltleri kayıp bir orman gördüm aynada. Ebatsız düşlerin enginliğinde sen saçlarıma üflerken, gün dalga oldu, dalga yol, yollar renk.
Sana koyduğum nice adın hepsini yastığımın altına koymuştum, geldiğinde gözlerine yansıyan maviye eklensin diye. Bu şehirde sen yankısını duymasan da, seni bekleyen banklar var ismime nazır, ve yeşillikler.., en sana yakışan tonuyla. Şehrin küskün elbisesine boncuklar diktim mevsim damlalarından, geldiğinde gamzene dokunacaklar beklemede..
Sen gel, kalem bileklerimi sıkar o zaman ellerin gibi.., güncelere doldururum, birbirine geçmiş zamanını solukların, yastığımın altından dökülür yediverenler, rüyalarımı tutmak için gel; vapurlar da gelip geçerken...

16 Kasım 2010

.. gülü ... *


Önümden çekilirsen İstanbul gözükecek
Nerede olduğumu bileceğim
Sisler utanacak eğilecek
Ağzının ucundan öpeceğim
Saçına kalbimi takacağım
Avcunda bir şiir büyüyecek
Nerede olduğumu bileceğim

Bu çıplak geceler yok mu
Bu plak böyle ağlamıyor mu
Camları kırmak işten değil
Delirecek miyim neyim
Kirpiklerimden mısra dökülüyor
Kenya'da simsiyah yalnızım
Yoksul bir şilepte gemiciyim
Malezya'da yük bekliyorum
Önümden çekilirsen İstanbul gözükecek
Nerede olduğumu bileceğim

Gözlerini söndürme muhtacım
Ben senin aydınlığına muhtacım
Yepyeni bir ilkbahar harcayıp
Bir yaz boğup sonbahar harcayıp
Rüzgâr gülümü arayacağım
Oran'da Pernabouc'da Tombuktu'da
Vinçler yine akşamları indirecekler
Yine karanlığa bulaşacağım
Gözlerin rüzgârda savrulacak

İkimiz iki sap buğday olsak
Sen benim olsan ben senin olsam
Bir gece vakti aklına gelsem
Uykunu tutsam bırakmasam
Seni kucaklasam kucaklasam
Birbirimizin kalbini dinlesek
Büyük ateşler yaksalar
İki güvercin uçursalar
Nerede olduğumuzu bilsek

Attila İlhan

*tasarım: Eva Menz

13 Kasım 2010

kuşlar vardır...*


Ateşler içinde kıvranıyor bekleyiş, renkler düşürüyorum sevdiğim çiçek isimlerinin üzerine.. Sen neredesin? Bak mevsim değişiyor bu topraklarda ve tomurcuklar başka patlıyor ayaz gölgesinde. Saçlarıma değen körfez yansımasıyla dalgalanıyorum, gece yakın, ellerine hasret, kirpiklerin yıldız kayması... Masal anlatmayı özledim sana ve kelimelerin zincirlenerek yataklara düşmesini.. Şimdi boğazımda ağrıyan tatlarla seni bekliyorum, belki limon belki karanfil..; gel...

9 Kasım 2010

çocukluk parkları.


Rüzgârların savurduğu yer, halısı turuncu yaprak sokak. Basmaya kıyamadığım taşın ılıklığına karışan kedi dokunuşları; çıtırtılarla yürüdüğümüz mevsim.
Sorgu odalarında esir dostluklar var, unuttuğumuz zaman ve gülümsediğimiz dalyalar. Vaktinden önce büyüyen kadınların ihmal ve pişmanlık tümceleri arasında uçuşan mevsim, söz verdirtir gibi kasım işte. Kırgınlıklar var soru işaretleri herkeste, faili meçhul demek istediğimiz ağırlıklar kalbimizde, isimleri dünden yazılı yatağın dayandığı duvar diplerine.
Sana küsüm; uzun, kara saçlı kız. Gözlerine küsüm, kaçıp kaçıp giden bakışlarına, kalbine..; kardeşsiz çocukları özlemeyen... Artık tahmin bile edemediğim gidişlerine bir de beni eklemene.. Issız kıyılarımdan ürkmene, başka şehirlerdeki korkularımı büyütmene... Panzehri var mı bu ıraklaşmaların, yoksa üstü çizilen bir alınacaklar listesinden arta kalan mıyım?
Yaşıyorum, son gördüğün sokakta, hiç görmediğin geceyle...
Sen günsüz, sen başka.
Ara(ma)san..; kayıp lunapark saatlerimi...

7 Kasım 2010

..günlüğü*


Pazartesi

benim adımı bağışla
........

"sabah uyandırıldığında pazartesiydi
bunu iyice bildi, ağzı çirişli
yersiz, ürkek, yeni yaratılmış gibi
....

yenilmenin tohumunu taşır her pazartesi
çünkü yoktur dağların ve yaratılışın öncesi
insan uzatır ellerini bir perdeyi çeker

ve pazarsızlık kişiyi şaşkın eder
siner buğular gibi düşüncemize
her şeyin en haklısı en incesi

beklemek bir tepenin mutluluğunu
bir acının yakıp geçmesini beklemek..."

benim adımı bağışla
ben iklimler coğrafyasının ta kendisi
sanırım suyum başkalarınca ısıtılır
pazartesi
(...)

aldım pazartesi akşamı bir okka sucuk
öncesiz ve beceriksiz geldim odama.

Salı

birden karışmış gördüm
- karışmış olduğunu gördüm-
otobüs duraklarıyla reklam levhalarının
tutunduğum bir sarmaşık değildi
bir kayıştı otobüste
(...)

vakit akşamdı. ikinci gün
vakit akşamdı.
birden bazı yerlerde ışıklar yandı
ayrıldım.
eve döndüm
evi buldum.

Çarşamba

...
hiçbir şeye hazırlıklı değildik
oyunlar oynandı, gökler kapandı, yenildik
...

O zaman şehre çıktım bir elimde fırça
...
kim varsa gelsin artık yeniden oynayalım
hızım bir araba dolusu aşk gibidir
gölün rengiyle asfaltı karıştırıp
kızım, ne varsa yeniden boyayalım.
...

üçüncü gün. yorgun
ev aklımda. gitmeyi unuttum.

Perşembe

...
yersiz bir hamaratlı, bir görev duygusu
bir sarı lale kadar makbulse
akşamüstü bir kadına sunulan
...

çaresizlik değil yenilgi. (sonradan övülecek)
herkesin içinde yürekle buluştuğu bir yerdi
...

durduk ve yenilgiden umutlandık
başkaları başka şeyleri seçtiler
seçsinler

...
çarşamba günü sanki her şeyimiz tamdı
motorlar sirenler gidip gelişler
koyduğunu koyduğun yerde buluşlar
belki güzel bir takım şeyler
ama artık vakit akşamdı.


...
perşembe.
bir uzun ses bekledim. oturmadım

...
sabahı bekledim. cumayı

Cuma

ne söylenebilir! tam çağıydı, olağandık
sabahlarda süzgündük, ancak akşamlarda vardık
...

ne söylenebilir! her şey düzeliyor sandık
odalarda çok geniş alanlarda dardık
...

ne söylenebilir! tam çağıydı. belki aldandık
otlarla yeşerdik, güllerle sarardık

gücüm tazelenmedi, suratım eski. yırtık.
her şeyleri bıraktım, geniş kıyılara dadandım.
aik diye geçen geceleri çözümledim. aldandım.
...

Cumartesi

yarın pazar
yarınki pazarların sessizliği

Pazartesi
...

kanatır akışını akarsuların çıplak şimdiki
başarılmamış bir geçmişten arta kadar şaşkınlık
şimdiki çıplak. yarı aydınlanmış bir duvardaki.
bir yenilgiden çıkarılmış bir deney. bir yaşlılık
soluğunu ağartırdı bir altın damlanın
...

seven, saygı duyan, yaslanan sana
mermerden yanılan, pelikülden, insan onurundan
mermere yenilen, peliküle, insan onuruna
seçim sandıklarından otuzüç dönülü plaklara
yenile yenile şaşkın, şimdiki çıplak
bir yaşlılık
ağartır soluğunu bir altın damarının
yenile yenile şaşkın
arta arta kendi diline aktardığı
sıkıntısına
...

"kutsal yenilgi!.. şimdiki.
o'na bağımsızlığını hatırlatıyorsun şimdi
her şeye yeniden başlamanın
kanattıkça"

Turgut Uyar

peride..*


Dönüşsüz biletlerin rüzgâra karıştığı, ayazın tenimi yaktığı mevsimden üflüyorum yüzüne. Yüzün asırların mektuplarını taşıyan bir zümrütlükte yuvarlanıyor gözlerine. Gözlerinden döndüğüm bir yolculuk sabahında, kuşlar arıyorum pencerede. Soğuklara az kaldığını seslenen masallar düştü çantandan bej, tozu lacivert halının üzerine. Müzikleri kanatlarına takan çocuğun adem elmasında sabahlayan bir yutkunma şimdi adın.
Çağırıyor gece, saçıyor peri ışıltısını gökyüzüne avuç avuç. Bulutların nü olup öpüştüğü saatte ıslanıyor sokak sokak güzellikler. Bu şehre bekliyorum ben seni, söyleyemediğim her şey için, her sözcüğümün sessizliğine saklanarak. Kendimden bile kaçırarak tutkularımı, yalnızlığımı senin bavullarına katarak. Renklerini merak edip de, ellerini tutana kadar dişlerimi geçirerek her tonuna kırmızının. Kuşlar göç mevsiminde uğruyorlar, dalga boylarından dökülen manzum hikâyelerin kavuşmayan sağlı sollu boşluklarına lambalar dikiyorum kanat çırpışlarında. Sen, gece rengine yansıyan, uykusuz turna...
Ahşap kutularımı kaybolduğum bir zamanda açmaya yeminli olduğum saatlerdeyim şimdi, biraz sonra omuzlarımdan ip kadar ince çizikler geçecek, parmak uçlarının rüyasında. Sen beklediğim bir trenin en art vagonundan seslenen ebediyet, son bulmayacak uçuşlara doğru ilerleyen su; söyleyip de anlatamadığım bütün şiirlerin gizli öznesi, gün dönümüm, susup da yutkunamadığım, beklediğim, şehre, şehrimin rengine, beşinci mevsimi boyamaya...
Kuşlar var, penceremde kış, renklerden deniz ötesi...

6 Kasım 2010

piyale


Sıra hep son kadehe geliyordu
Dudakların başkalarının masasında lâle
Ben boynumdaki ipe bir düğüm daha atıyordum
Peşinden başka gidecek yer yoktu
Seni artık hiç sevmediğim halde

Senin o eskisi olmamana imkân yoktu
Ama inadından yapıyordun bunu Cemile
İnattandı hep o içip içip gitmeler
Bense boşalttığın kadehleri satın alıyordum
Enayilik ettiğimi bile bile

Hele o çıkışın yok mu kapıdan
O Allahın belâsı herifle
Başkasının olmayı bir türlü beceremiyordun
Millet arkandan gülüyordu
Düştüğün hale...

Cemal Süreya

5 Kasım 2010

dalayaz..*


Kalemin lâl olduğu saatler geçmiyor. Varlığımın sonsuz esinde, atladığım ipler kesik, avuçlarımı kanatıyor. Ege'de kasımın kendine güvenmeyen iklimi ismimi heceliyor. Kalabalık sözcükler ve cevabı olmadığından emin olduğum sorular arasında, reçetede oksijen tedavisi yazıyor. Bileklerim saat metaline bile bırakamıyor kendini. Kırmızı geçmişimin soluksuz evrelerine isim verilemiyor. O, başkasının çocuğu. Ben kağıttan gemilere kalp ağrılarımı doldurup içimin sularına bırakıyorum. Çizgisiz ve imlâsız bir metin gibi akışıksız ve hastalıklı bir aşkın, enkazının tozuyla gürültüye teslim ediliyorum, yarım yamalak öykümle. Harfler biçimsiz ve rüyalar imgelerden uzak sürüyor. Sık sık uyanıyorum, soluk soluğa ve kan ter içinde bir korku değil bu, ayazda yürek ağrısı...
Teslim etmek istediğim ellerime dayanan sızı, kansız bir yara. Dayanağı olmayan yaşanmışlıklarım var, tanıksız aşklarım ve güncesiz uyanışlarım... Ölümler faili meçhul olalı asırlar geçti.
Çocuklar var, kimin bahçelerinde oynayan. Salıncaksız parklar kurulu belleğimin, temizlenemeyen büyük adımları, tahminsiz yarınları. Çocukları, benden daha çok sevmesin. Benden daha çok renge değmesin. Gözlerine mi inanıyorsun, düşlerine mi o yokluğuna inandığımın? Ben düşüyorum çocuk; senin ağlamanı beklemeden. Kutup yıldızından ayağım kayıyor ve "Denize yakın oturalım" dediğin günlerimiz katmıyor beni içine, sen o kareyle tarihe atılmış sahte bir imzayken..
Avuçlarımda mavisiz dünya, zinciri ayaklarıma dolanmış. Şehirleri düşünmüyorum artık senin atlasında. Işıklarına katılamadığım nicesi renklerini üzerime savururken, korumaya çalıştığım mercanlar kırılmaya yüz tutuyor. Eski anılar var çağıran, yeni korkular, kabuk bağlamayan aylar... Geçecek diyor dünya, monologdan diyaloga geçemediği sahnesinden, ben uyumak istiyorum. Yoksunum çocuk, bir masalın hiç köşesinde, kimsenin görmediği; kederi üzerine rüzgârın yazdığı şifon elbisemle, ayakkabısız oturuyorum. Desensiz kumaşlara sarınan bedenim yaprak yaprak dökülüyor. Güze ilişmeyen bir mücevher gibi kadifesinde bekleyen zaman, benim dışımda; dünyaya çok yakın bir yerde uyuyor.
Ayın giyinişini ve soyunuşunu merak etmeyen insanlar arasında senfoni yazmaya çalışıyorum. Belki de tek perdelik bir oyunun, başrolü yitik figüranını oynuyorum...

4 Kasım 2010

armut ağacı*


Siz ne iyisiniz, ben sizi bir şeylere benzetiyorum
Bilmem bir testi, bir bakır sahan kolay mı sizinle
Çok rahat bir gökyüzü mü var sizinle
Güneş bir pazartesi olarak mı duruyor burnunuzda
Yoksa bükülmüş bir nehir gibi mi küpelerinizde
Siz küçük adıyla mı çağırırsınız sessizliği
Öyle mi, ya kim uyandırır sizde
Bu sevişme dalgalarını, aşk seslerini
Bak'ları, duy'ları, okşa'ları, evet'leri
Hele bu elleri, ayakları bu
Gözleri gözleri.

...

Siz yok mu, sizin her yeriniz şaşırıp kalmaya istekli
Bir bakın, uyanıp kalkınca çocuk olmalarım var benim...

Edip Cansever

31 Ekim 2010

29 Ekim 2010


İçimin de dışımında olmadığı, ya da içimi de dışımı da bilmediğim bir dünya zamanıydı;
sanırım 8-9 yaşlarındaydım.
Acıyı, kederi, neşeyi henüz ayrıştırmamıştım.
Hayattı, yekpâreydi. Her şeydi, bir şeydi.

Sokağın sonuna doğru uzayıp giden bir tepenin ağzına oturmuştu.
Yüzünde yaz esmerliği, ağzını rüzgâra karşı açmış; mırıldanıyor muydu yoksa rüzgârı mı yalamaya çalışıyordu? Anlamamıştım.
Beyaz bir yaz günüydü. İlk o gün görmüştüm onu.

Mevsimler birinden öbürüne devrilirken, elimizi arı sokarken, bisikletten düşüp
dizlerimizi kanatırken canımıza bir şey olurdu; hissederdim. Ama acıya dahil değildi yine de bunlar.
Hayattı, yekpâreydi işte.
Zaman, hayatı parçalara ayırıp "parça parça" görmeye başladığımızda, acı, o yekpâreliği yitirdiğimizde oluşacaktı.
Şimdilik dünya geniş ve ılıktı. Biz kendi ılık dünyamızın içinde salınan, uçuşan perilerdik.

Gün ortasında yazlık sinemanın arka duvarından atlar, orada kurardım hışırtılı sessizliğimi. Sayamayacağım kadar çok sayıda, yeşilli mavili tahta sandalyelerin
arasında, geceden kalmış ve öğle güneşiyle gevremiş milyonlarca çekirdek kabuğunun ortasına yayılır, ılık güneşin ensemi yalamasına göz yumardım. Nereden
geldiğimin, niye geldiğimin sorusunun olmadığı zamanlardı.
Biz periler o zamanlar en çok ılık, beyaz yaz günlerini severdik.
Kış mart demekti; ve mart hakkında hiç de iç acıcı olmayan bilgilerim vardı.
Mecaz bilmezdim. Annem mart dokuz donludur derdi.
Yazın ilk günleri benim "öylesine oluş"um gibiydi. Ilık ve uçucu, yekpâre ve sonsuz ve doya doya beyaz gün.

Periliğimin yeşil vadisindeydim, uçuşmaktaydım ama sanki vadi bitmekteydi.
Gözüm kendi içime ve dışıma bakmaya ayrılmaktaydı.
Sanki dünyaya "yayılma hali" çatlamaya başlayacaktı.

Bacak boyumun yetmediği bir bisikletle bisiklete binmeyi öğreniyordum.
Bir öğretenim yoktu, karar vermiş kalkmıştım, o kadar...
Boyumdan büyük heyulayı sürüyerek dışarı çıkartır, bahçe duvarına yaslar, ayağımın altına yerleştirdiğim yüksekçe bir taş yardımıyla atlardım bisikletin tepesine. Pedallara bastığımda, duyduğum tek kuralı uygular, önüme değil ileriye bakardım. Sokağın sonundaki bayıra dek giderdim böylece. Ama sokağın sonunda, her seferinde düşerek inerdim durdurmayı bilemediğim o koca tekerlerin üstünden.
Kaş, kafa, diz filan yarardım. Kaşım, kafam, dizim filan acırdı, ve bunların hiçbiri acı değildi.

O günlerden biriydi. Öğlenin ıssızlığı vardı sokakta. Ve ben birazdan düşeceğim noktaya doğru hızla pedal çeviriyordum. Onu tepenin ağzında oturmuş gördüm. Eve, evlere, bahçelere ve hatta ağaçlara olan küsmüşlüğüyle, öylece oturmuş, anneannesi hariç her şeyden istifa etmeyi düşünen yüzüyle karşılaştım. O rüzgârı yalamaya çalışıyordu.
Benimse durdurmayı da döndürmeyi de bilemediğim bisikletten düşerek inme vaktim gelmişti.
Toparlanmaya, bacaklarım ve avuç içlerimdeki tozlu acıyı silkelemeye çalışırken beni seyrettiğini ve bana güldüğünü gördüm. Bir de mahcup oluşu; insanın rengi değişiyor, ısısı artıyordu.

Bu ânı böylesine net hatıra etmiş olan zihnim, sonrasını hatırlamıyor. Nasıl oldu da tanışmıştık, ben mi onun yanına gitmiştim, o mu benim yanıma gelmişti, bilmiyorum. Bildiğim bir yabancıya, ötekine yakınlık duymuştum.
Esmer tenli, beyaz
gülüşlü bir öteki "peri".
En az benim kadar sessizdi. Benden de sessizdi. Kendi sessizliğimi bir kenara koyup, onun bana dokunan sessizliğini kırmaya çalıştım.
Bir şey hoşuna gittiğinde gülümserdi.
Gülümsediğinde dünyada bir beyaz delik açılırdı.
Ben o yaz o beyaz delikten içeri atladım.

Kış (tekrar) gelmişti. İçerilere, yaza benzeyen sıcak odalara, camlarından damlalar süzülen pencere arkalarına geri çağrılmıştık.
Kıştı; büyük sessizliğiydi dünyanın.
Neden, sebep, özlem, isyan tanımazdık. Ve tabii böylece alınganlık ve kırgınlık da. Ne ben onu aradım ne de o beni. Kış gelmişti işte, ve biz çeriye çağrılmıştık o kadar.
Yaz beni kendi vadimden çıkarmış, onun beyaz gülüşüyle tanıştırmış, onunla doyurmuştu.
Ne kıştan yakınacak ne yazı özleyecek sebebim vardı.
Yazlık sinemanın tahta sandalyeleri büyük alanın bir köşesinde üst üste istif edilmiş,
üstleri geniş bir naylonla örtülmüştü.
Hayattı; hâlâ yekpâreydi.
Kış gelmişti işte ve biz içeriye çağrılmıştık.

Birhan Keskin

24 Ekim 2010

..


bir martıyı ağlattın işte
bir çocuk garanti intihar eder artık
kütür kütür küfrediyor gece imanıma
bir yaprak kırılıp suya düşüyor
su yaralanıyor su kanıyor şelale!

ah nasıl titredim tensiz
bir piyanist büküldü sanki
kesişen ayrışık doğrular gibi
çarpışıverdim yüzünle. Yüzün
öyle düzgün suna bir elyazısı
yüzün yüzüme aksedince
yüzün ayna alnımda
yüzün uzun hüzünlü bir alınyazısı!

bitmemiş bir ömrün yalanısın
sen: kâbuslarımın tabiri
çocukluğumun arta kalanısın!
öldüreceğim kendimi dudaklarınla
dudakların etle, şehvetle seferber
sen! bana inen son kutsal kitap
son fakir yatır
son aciz peygamber!

bir martıyı ağlattın işte
bir çocuk garanti intihar eder artık

Küçük İskender

23 Ekim 2010

terk..


Artık cümlelerim yok. Yitik bir sessizlikte ölüyorum. Suskunluğum yankılanıyor tarih çizgilerinde. Tarihi kayıp bir kadın olmayı diliyorum sık sık. Tenim üşüyor mecalsiz anlar arasında. Varlığıma tokat gibi inen gözyaşlarını silemiyorum. Mürekkepli yalnızlığımı çoğaltamıyorum, odamı hep kırık notalar dolduruyor ve ben bir sebep bulamıyorum artık sonbahar yapraklarını toplamak için. Avuçlarım kanıyor benim, suların tuzunda kavruluyorum. Terk edemediğim bu bedenin içinde çürüyorum, aynalar kırık dökük, sırlarından birkaç kirli sözcük dökülüyor parmak uçlarıma. Her gören yüzümden çalınan pembeliği soruyor, hastayım çocuk. Yıldızlar birer birer kayıyor benim gökyüzümden, mucizeler birer birer bileğime saplanıp , kanıma karışıp, akıyor dışarı. Benimle kalmıyor hiçbir hayat. Nicedir ellerimi kimse sıkmıyor. Bütün güzelliklerim, çirkinliğimi gözlerime bırakıp gidiyorlar, denizlere, aşklara... Ben öyle kendi kıyımda, kendi dalgalarımda, kendi güzüme yenik... Korkularım dinmiyor, kapımı hayat çalmıyor.
Aşksız çok kirliyim, kendime bile dayanamazken;
belki buralardan gitme vaktidir...

22 Ekim 2010

hallerarasılık..*


"..bir denizaltı konuşması gibi/ artık kimsenin dinlemediği iki insan arasında/ boğulmamak için denizin dibinde konuşmaya çalışan..."

Lale Müldür

16 Ekim 2010

tavus..*


İçimin sonbaharı demiştim, henüz çiçekler tohumlarını yeni yeni patlatmaya başlamışken... Sonra bahar geçti, erguvan mevsimi İstanbul'a değdi geçti. Aşiyân'ı düşündüm, şiirleri unutan belleğimi sulara koydum. Pek çok şeyi unutmaya çalıştım mevsim döngülerinde, sonra bahar geçti. Ben bu bahar papatya mevsimini kaçırdım. Ellerimin ağrısı duraklarda beklerken, yeşiller beyazlara aktı, güneş damladı içlerine, ben yoktum. Yaz derken, yeni renklere tutunmak istedim, biraz kılıksız biraz gözü yaşlı, sana çokça uzak, sana en yakında geçti yaz. İstanbul mor salkımlar halinde döküldü yollarıma, suların yeşerikliğini bilyeler halinde bıraktım gökyüzünden, duymasan da kalbimden ismin geçti. Sonra şaraplar düşünüldü, güzel müzikler, sıcak mevsimleri buharlaştıran çay kokuları, sevdiğimiz kitaplardan yükselen saman kağıdı kokusu. Küllendiriyordum seni kalbimin coğrafyasında, başka bir iklimin başka bir gökkuşağında valsleri kırıyordum. Kuleleri, köprüleri, eğimi göğüste bir nefeslik sıkışıklık yaratan caddeleri aştım. Renkli boncuklar ve kumaşlarla tebessümler yarattım. En çok çayına şeker atmama izin veren insanlarla olmak istedim. Pek çok şey, İzmir trafiği gibi geçti. Bilirsin; gereksiz bir yavaşlıkla ilerliyor burada hayat, hayatı saçmalarcasına ağır çekime bırakan insanların, oksijensiz altın günleri gibi. Senin ve benim olanları bırakmaya çabalıyorum nicedir. Uzaktan izliyorum pek çok güzel hikâyeyi. İçine dahil olamadığım tüm güzellikler gibi, hikâyeleri de... Güzel insanların sesleri vardı o şehirde, güzel insanlarla paylaşılan çay muhabbetleri, güzel sokaklara yer etmiş kedi sıcaklıkları, sokakların sesi, seslerin sokak sokak birbirine çıkışı. Şaşırdım çok, senelerini verdiğin kentten kendini bunca kovmana. Seneler boyu bana anlattıklarının ötesine bir şekilde geçebilmiş olmama. Bilirsin; benim "öç" kavramım böyledir, mevsimi yaşarım, renklere dokunurum. Senin gözlerinin ve teninin ötesinde bunu yapabildiğimde hırsımı alırım. Hırs demek doğru değil aslında buna, yalnızca bir şeye tutunmak belki. Artık üzüldüğüm şey, başka bir kadının gülüşü değil, senin zamanın dışında oluşun. Niye öylesin ki... Belki sulara gerçekten değebilseydin ve inanarak renklendirebilseydin sevdiğin dizeleri, ve belki gerçekten unutmasaydın sahiplik eklerinden sevgine ördüğün masalı.. O zaman gerçekten minnacık da olsa tebessümle bakardım başkası için çarpan kalbine. Müziklere en çok, aylarını sayamadığım yıllara.. Tarihlere tutukluyum ben biliyorsun, sahi kaç yaşındasın şimdi? Ben epey yaşlandım tüm bu işaretsiz sorular ardında koşarken. Güzel değilim ve her adım attığım masal "kapandık" levhasını çeviriyor yüzüme. Omuzlarım ve ellerim... Belki bir gün, Ege ve Marmara'nın birbirine karıştığı bir suda yıkanır ömrüm, o zaman belki sen başka bir coğrafyanın ayak basılmamış bir köşesinde yeniden şiir okursun, karşındaki kadına ağlarım belki, belki kendi hayallerimin kırık "Dize" sine...

12 Ekim 2010

..Solgun balmumu çiçeğinden o hiç anlatılmayana...


...

 Kimselerden öğrenmediği bir gülüşle
Böylece, insanın en müthiş bir yerinde, insanın
Başkalarınca işitilmedik bir yerinde
Acısızlık açınca ölmemekteki renklerini...

Edip Cansever


*fotoğraf: Henri Cartier Bresson

10 Ekim 2010


Bu vakitsiz giden yaz, erken inen akşamla, 
Kapanmış pancurlara dayıyarak başını,
Dinle solgun bahçenin kalbe anlattığını,
Ağacın yaprak yaprak, havuzun damla damla.

Kuşlar sanki yaralı, benzin sararmış gamla,
Duymak güneşin, rengin bize bıraktığını.
Günler günü vefasız leyleklerin akını
Ah uzak palmiyeler... Kaçmak, seninle, yazla.

Çardak altları bitti, bitti üzümün tadı,
Artık ihtiyar çamlar, selviler saltanatı,
İşte bir kere daha haraboldu bahçeler.

Ürperen vücudunu yavaşça koluma ver.
Gözlerinde okunan bütün hüznü eylülün,
Karanlıktan, geceden, ölümden korkan gönlün.

Ziya Osman Saba

3 Ekim 2010

suların yarısı..


Üzeri üzerine eklenen kumlardan saçılan zerrelere isminin bağlandığı yazlardan artanım. Suların diş geçmez maviliğini oluk oluk akıttığım düşleri, tozdan pembeden rüyalarına saldım. Yol kenarlarında sulanmayı bekleyen hercaî menekşelerin harelerinden yuvarlanan kestanelere, mor duruş ekleyen mevsimde, eylüllerden kumdan kaleler yaptım. 
Beklediğim vapurların şaşmış tarifelerine uyup iskeleler boyunca yürürken, vardığın limon kentlerinden düşen, ruj kokusunun sindiği kartpostal; kalbim.. Onu söken şarkılar var, bildiğin, hissettiğini bildiğim. Gölgesiz uykuların üzerine pike çekilmiş saatlerde... Turnaların hasret, rüzgârın, maziden ellerin sıcaklığını taşıdığı gün doğumları...

27 Eylül 2010

düşen sesten sonra..


Çok ses var. Duvarlara tokat gibi çarpan sesler. Çok gürültülü bir monoloğun en durgun yerinde, silah seslerinin yankılandığı sağırlıktayım. Anahtar kayıp. Sursuz kalelerin rakamlarının yitik tarihlerindeyim. Bekliyorum; gelecekten haber. Mührü bekliyorum mürekkebi dağınık. Çok gürültü var, lâl olmuş susuyorum. İçimin seslerine kurban oluyorum. Sonsuz, karanlık bir boşlukta, hitapsız mektupları yakıyorum. 
Bir ses var, susuş gibi. Şelâle renginde ve bir kibrit. İçimin odalarını aleve boğuyorum. Mavi. Daha çok yeşil. Düşmediğim merdivenlerden mandalinalar yuvarlıyorum. Sobanın üzerinden tüten kabuklarının kokusuna karışıyorum. Güneşte kavrulur gibi turunç döken mevsim. İzini hissediyorum, yarım kalmış bir resimde tonunu arıyorum.
Damarlarımın altında erguvan yürüyor. Kesiyorum, yeşil havuzlara akıttıkça, nilüferler soluk soluğa. Yapraklarıyla örtüyorum mahremi, suya veriyorum.
Akan akşamlara yıldız takıyorum. Gürültü, izansız, davetlâr bir aşkta ölüyor.
Söğütlerin yutkunuşunda yıkanıyorum. Genzimden nefes nefes akıyor renk, bulut ılıklığında bir şeye dokunuyorum; az beyaz çokça buğulu.Var olmanın bütün ayrıntılarında sayıklıyorum. Düşüp yuvarlanıyor gürültü, iç kıyıların ıssızlığında; adım olan adını buluyorum... Uyandırmasın-lar..

23 Eylül 2010

karanfil

Yârin dudağından getirilmiş
Bir katre alevdir bu karanfil.
Rûhum acısından bunu bildi!

Düştükçe vurulmuş gibi yer yer,
Kızgın kokusundan kelebekler,
Gönlüm ona pervane kesildi.

Ahmet Haşim

21 Eylül 2010

..

Biz, aynı göğün altında... Sen, geceden güzel...


18 Eylül 2010

adımda uykun..*


Parmak uçlarımdan uzandım; boynun ayı taşıyordu, gözlerin geceden taşıyordu. Avuçlarımın arasından kayan kumrallığın güneşli ülkelerin yataklarında rüzgârla geriniyor, kokunu peşi sıra sürükleyen eylül sonları, baharat sepetlerinden yediveren bahçelere taşınıyordu. Şehvetengiz latin sularına dağlanan bir mektup gibi katladım kalbimi. Nabzın; zarf, usulca yerleştirdim. Yerleştiğim her yerde göçebe, sana kalandım. İpek yollarında masallardan düşeyazdım. Gök yaşantılarına sahilleri müjdelemek için fışkıran palmiyelerin altında, kanadına hasret dolanan turnaları saydım. Sayarken, güne düştüm. Hesapsız taklalarla uykularını böldüm. Böldüğüm pembelikte, kanatlanan dün oldum, yarına oturdum, destan biçtim.
Gecenin kaftan renklerinden kirpiklerine yaş bıraktım. Sularımda yıkadığım gemileri, dudaklarının biçimlendirdiği öpüşlere bıraktım; sallantılı bir denizin Akdeniz hali...
Leylak sesiyle bölünen zifirilikte yasemin dokunuşu; ürpertisi zamansızlığın.
Kucak kucak vişne mevsimiydi, gecesi uzun, gündüzü gündelik. Gecesi kaplı, yosun renginde zehir tadı, baş dönmesi iz, bileğinden akan güvercin kanadı.
Bölüştüğümüz hayatta, meydan okuyan bir sarılmaydı sarmaşık yansımamız. Çarşafından havalanan cümleleri yalnız şiirlerimizin; gizli benin, sen kırılması.
Yarın başka, bugün tuhaf özlemelerim. Hiç konuşmadığımız bir ağacı izleyerek, ekime valiz toplayan ağustos böceklerinin dile gelmişliğinde, tüm biletlerin varış istasyonlarından sana varan çağrıyım. Çok tanıdık bir başkalıktan seslendiğim sesin..., kapılarını açık bırak, anahtarları fesleğen diplerinde.
Ben senin her mevsiminde, ben senin her uykunda; yarınından taşınan, dününe saçılan nar...
Bir gün, belkisiz, mutlaka sularda...

17 Eylül 2010

Eski Avluda


Bir çiçek açtığında
Bir eski avluda
Diyor ki;
Çalıda sarı bir çiğdemim ben
Ve senin çok eski cümlen.

Sen otursan, gitmemiş ki! olsan
Ben sana bir eski Endülüs avlusu
İstersen serin bir Portofino getirsem
Ya da Yedigöllerin yedisini birden

Bir çiçek açtığında
Bir eski avluda
Diyor ki;

Her şey çok eksik ve neredeyse yok gibiyken
Buldum buluşturdum kendime geldim
Tek eksik sensin! İncecik, çilli bir dille
sen de gelsen.

Ben sana kırmızı kiremitli bir çatı
Begonviller ve bir mavi kapı
Ve illa amansız bir avlu getirsem.

Dünya soğur, akşam serinlerken
Benim sensiz sevinecek bir şeyim yok
Kılı kırk yardım, altını üstüne getirdim,
Ve işte en geniş cümlem:

İçimi açtım sana
İçini açmak için...

Birhan Keskin

16 Eylül 2010

"Her şeyin sonundayım"


"..Öyle anlar oluyor ki yazmaktan utanıyorum.
Yazmadığımda ise iç- denge diye adlandırdığım, o kafamda mı yüreğimde mi olduğunu bilmediğim bir denge bozuluyor ve çevreme karşı kırıcı hatta saldırgan oluyorum.
Bunu da hiç sevmiyorum.
Yazdığımda, bu, bir ölçüde geçiyor.
Belki, yazarken, kendimi kırdığım ve kendime saldırdığım için..."

Ferit Edgü

9 Eylül 2010

dağınık yatak.


Ayna kırılır, surete karışır sır. Muamması düğümlenmiş, dili lâl masallarla yıkanır ten. Nicedir bu gözlere yansıyan renk kırılması, gün batımlarını çağrıştırıyor, kızılı çiğ. Renk karışıyor bulutlara, güneş dileniyor damar üstü örtü. Güneş bir son yaz perdesinde, sarılığın uykusuz bulantısını diretirken, temmuzlar eskir. Kana değer ayçiçeği. Bir alev raksı yürür göğüs üzerinde, ten fısıldar. Fısıltı çığlık olur. Çığlık, mevsim dönümü. Mevsim teni kafesler renklerin eşiğinde. Bedevilerin yağmur özleyen tenlerinde biten çöl rengine karışır uzuneski yaz tadı.
Nicedir tanıyamıyor kadın bedenini, uzun uzun seyreylediği omuzlarına dökülen gürül gürül saçlarının uzamasına inanamıyor. Saçlarının arasından deniz kestanesi sivriliğinde sular akıyor, su göğüs uçlarlarından sızıyor. Gözlerinin takılı kaldığı çenesinde yağmur sonrası gölcük. Nicedir tanıyamıyor kadın tenini. Kaşıdığı kumaşlardan renkler kazıyor, tırnak diplerinden yol veriyor renk kökleri, çiziyor uzun uzun kasıklarını, bedeninde gidip gelen yaşama belirtisi o an boğazında mola veriyor, uzun, sancılı bir bekleyişin eşiğinde kasıklarına kesiyor tırnaklarından akan renkler. Bir eski yaz tırmanıyor hücrelerine, bir Ege kokusu başına buyruk. Şarkılar hatırlıyor, dizleri birbirine çarpıyor, o gece ötesinden kalma iz geliyor aklına midesinin az üzerinde; artık zevk aldığı sızıyı hissetmiyor. Nicedir tanıyamıyor kadın kendini. Şarkıları ve şehirlerin değiştirdiği saçlarını. Bacaklarından akan eflâtun günbatımlarını. Sık sık elleri ağrıyor kadının, mirası; ağır valizlerinden, geçmiş mektup yıllarının. Elleri de değişti kadının, piyano çaldığı yılların tozu değiyor parmak uçlarına, başındaki ağrı metronom gibi işliyor. Artıyor birikintisi aynadaki değişikliğin. Köprücük kemiklerini zorluyor sık sık kadın. Parmaklarını kemik boyu bastırarak nabzını ölçüyor.
Uzun mektupları var kadının henüz olmayan kızlarına yazılı, ayırdığı ve dinlemediği şarkıları, adanmamış renkleri, teni öpmemiş mevsimleri. Korkuları var, kör olmaktan korkuyor kadın en çok ve kokuları yitirmekten. Ekmek kokusu ve mürekkep kokusu. Neye gebe olduğunu bilmediği senaryolarda figüranlığa alışık bedeni titriyor yitirişlerde.
Mezarları geziyor kadın, dilin sınırlarından taşıp hıçkırarak koşuyor taşlar arasından. Konuşamadıkça camdan bilyeler kırıyor, ayakları küçülüyor kadının, tabanları kesiliyor. Nicedir tanıyamıyor kendini kadın. Kararttığı göz pınarlarına gece çalındıkça kadınlığına susuyor. Susadıkça saçlarını çekiyor. Etekleri buruşuk, bacaklarından sokak akıyor; dehlizler sesleniyor, çıkmaz sokaklar ayak bileklerini öpüyor. Saldırganlığa teslim oluyor kadın, ruj renginden cinayetler boyuyor, cinayetlere boyanıyor kanıyla.
Sırtına metali değdikçe ayazın, dişleri dudaklarına geçiyor. Dudakları mercan, kurban ettiği kuvars. Allığından suretler akıyor kadının. Nicedir tanıyamıyor kendini kadın. Uykuların rüyasız kısmını içerken, kadehlerle kâbuslar dökülüyor gözlerinin ardına. Hayat tükürüyor, saçlarından tutup sürüklüyor, ağlatıyor kadını.
Kadın nicedir gözlerinden dudaklarına varan tuzla seviyor tadını ümitsizliğin. Vurgunda isimsiz bırakılan sureti, aynada muamma oluyor. Nicedir tanıyamıyor kadın kendini; kadın olduğu yatakların kokusundan sıyrılamıyor. Korkuyor kör olmaktan ve koku alamamaktan. Deli bir yaz sonu yürüyor belleğine, içinde zeytinler, vapurlar, söylenmeyen şarkılar, dağınık çarşaflar olan. Ağlıyor kadın, nicedir aynalarda ağlayan gözlerini bırakıyor, tanıyamıyor.
Göğüs kafesinde bir kuş ölüyor.

6 Eylül 2010

-sız.


Gidemediğim sokaklarda,
sesimle dolamadığım şehirlerde,
cevap veremediğim erkeklerin ve kadınların parmak uçlarında,
bakamadığım aynaların sırlarında,
yerleşemediğim odalarda,
içinde barınamadığım şarkılarda,
öpemediğim, uğruna şiirler yazılmış sularda,
ellerimdeki sızıyla kaldım.
Gece bitkilerinin yeşil davetinde, ismi yazılmayan omuzu serin kadındım.
Sustum.
Kelimelerden daha çok yazılır oldum sessizliğe; ben zaten aşkın bu felçli haline vurgundum.

5 Eylül 2010

Bir Çay Bahçesinde

bir çay bahçesinde demode
- böyle demek zorundayım çünkü-
çağdaş ve demode
ayağa kaldırdığı duygular gibi
demode çay bahçesi olur mu deme
garsonu üzgün ceketli
ocakçı köşede bir başına kıyıda değil, değil de masalar sanki
kalabalık bir kentin tam ortasında deniz de vardı sözümona çocuklu anneler
biraya isteksizce katılan votka
Edip'le Mefharet sonra geldiler
neler söyler insana bütün bunlar bilmiyorum
yalnızlığı arttırmaktan başka
üstelik bir yaz gü
durup dururken sana seni sevdiğimi söyledim
sonradan uzun uzun düşüneceğim
bunun gülünçlüğünü
ama ayrıldıktan birkaç saat sonra
unuttum yüzünü
"olağan" deme sakın ha
seni yeniden sevmeye hazırım demektir bu
bu dünyada
tek başıma

denizin eski olduğu yerlerde
böyle oluyor işte

Turgut Uyar


4 Eylül 2010

artık melek değilim.*


Beş aydır ellerimi ağrıtan gidişinin, avuçlarımda biriken yalanlarının sızısını yüzüne bırakmak istiyorum. Kalabalıklar ortasında, senin ya da benim veya artık sizin olan şehirde, bu şehrin insanının şahitliğinde akıtmak istiyorum öfkemi yüzüne. Aslına bakarsan öfkem sana değil, baştan beri herkesi, başta kendimi inandırdığım sana olan sapkın bağlılığıma. Hastalıklı yanımı sana bu kadar her şeyiyle teslim edişime. Belki de şimdi kuramadığım tüm cümlelerin nesnelerini senelerce sana harcamama.
Söylemek istediğim çok şey olmasa buraya ayağımı basar basmaz neye saldıracağımı bilmez bir halde duvarları deşmezdim sanırım gözlerimle, ama yine de konuşmayacağım o gün geldiğinde kalabalık cümlelerle. Her şey çok basit gibi görünüyor buradan bakıldığında. Bir kadın bir erkek. Olası sonuçlar. Oysa benim yazdığım pek çok şeyin ucu açıktır, renkleri birbiriyle karıştırıp matematiksel bir kesinliğe varmam, sana zorla anlattırdığım masallardan kahramanları çalıp da kumar masasında onların ardına saklanmam. Cebimdeki bozuk para, bozuktur, döndürür dolaştırır sokak kenarındaki oyuncağı bana kazanmanı beklerken avucumda ısıtırım, fazlası için birikmez kumbaralarda.
Artık az insanla konuşuyorum, bunu duymak seni şaşırtacaktır. Eskiden olsa kendimi insanlara verir ve sürekli gülerdim. Hiçbir şey eskiye benzemiyor. Her şey fazla yeni hayatımda. Ne kadar hayatsa. Konuşmakla ve yazmakla ifadesiz kalıyorum artık çoğu zaman, dinlemeyi tercih ediyorum, sonsuz iletişiminde dünyanın; dinleyici kalmayı, görünmez olmayı. Kendimden utanmayı sen öğretmiştin. Ömrümde kendimden hiç bu kadar utanmamıştım. Hiç bu kadar saklamaya çalışmamıştım çıplaklığını gözlerimden akanın.
Artık şubatları ya da mayısları beklemiyorum, temmuzlara gelmesek diyorum, hiç gelmesek. Hiç başlamasa o ay. Hiç karşılaşmasak; olmuyor. İnsan acısıyla kalıyor biliyor musun, soluğunun sızlattığı göğüs kafesiyle, öylece bir akşam vakti. "Seni sevmiyorum." dan ötesi kalmıyor varlığında.
Belki de sevilmemenin getirdiği bir çaresizlikle fotoğraflara, mektuplara, deniz kenarlarında, otel odalarında, belediye otobüslerinde verilen hediyelere yaslanıp, inançsızlığını hatırlatıyorum kendime. Kutsal olan hiçbir şeye inanmadığım gibi, sana da inanmamın zaten mümkün olmadığını. Olmuyor. Belki de insan hayatta tek bir şeye güveniyor. O ölünce başka bir tek şeye.
Söz vermiştin, demek istiyorum ama ne ironi. Kimin sözü, kime verilen söz. Çığlık çığlığa bir gecede hiçliğimin bağırdığı bir yakarışın susturuculu silahı gibiydi sözlerin. Gördüklerim, duyduklarım bir mezar taşının ardındaki kabustu muhtemel bir olasılıkla senin için. Kimbilir kaç ay, kaç hafta, kaç gün...
Yok olduğum kaç gecenin sabahında...
Söylecek hiçbir şeyim yok aslında. Gökyüzünde kutupyıldızı da. Yok. Hiç olmadı belki de.
Sen kırmızı, ben Aşiyan sırtlarında ölü erguvan.

"Seninleyken dinlediğim şarkıları hâlâ dinleyemiyorum..."

1 Eylül 2010

Yaz Sonu


yaz inceliyor, güz
bizse hiç büyümeyen rus bebekleri
bir düşte karşılaşmıştık, bir düşte kaybolduk
hadi birimiz uyandırsın artık ötekini
birbirinin karanlığına kapatılmış
birbirinin içinde tipiye tutulan
her kozaya ayrı biçilen uzun kışlardan
hadi birimiz uyandırsın artık ötekini
ilkgençliğin yazıları bitti. Şimdi bırakılmış çiftlikler
yağmurlarla boşaltılmış leylek yuvaları
elinizde sorular, gün yeniden dağıtıyor
kalanlar için yazılanları
yaz sonu yaz sonu yaz sonu
Biliyorum
yine haziran yine temmuz yine ağustos

Murathan Mungan