29 Ekim 2010


İçimin de dışımında olmadığı, ya da içimi de dışımı da bilmediğim bir dünya zamanıydı;
sanırım 8-9 yaşlarındaydım.
Acıyı, kederi, neşeyi henüz ayrıştırmamıştım.
Hayattı, yekpâreydi. Her şeydi, bir şeydi.

Sokağın sonuna doğru uzayıp giden bir tepenin ağzına oturmuştu.
Yüzünde yaz esmerliği, ağzını rüzgâra karşı açmış; mırıldanıyor muydu yoksa rüzgârı mı yalamaya çalışıyordu? Anlamamıştım.
Beyaz bir yaz günüydü. İlk o gün görmüştüm onu.

Mevsimler birinden öbürüne devrilirken, elimizi arı sokarken, bisikletten düşüp
dizlerimizi kanatırken canımıza bir şey olurdu; hissederdim. Ama acıya dahil değildi yine de bunlar.
Hayattı, yekpâreydi işte.
Zaman, hayatı parçalara ayırıp "parça parça" görmeye başladığımızda, acı, o yekpâreliği yitirdiğimizde oluşacaktı.
Şimdilik dünya geniş ve ılıktı. Biz kendi ılık dünyamızın içinde salınan, uçuşan perilerdik.

Gün ortasında yazlık sinemanın arka duvarından atlar, orada kurardım hışırtılı sessizliğimi. Sayamayacağım kadar çok sayıda, yeşilli mavili tahta sandalyelerin
arasında, geceden kalmış ve öğle güneşiyle gevremiş milyonlarca çekirdek kabuğunun ortasına yayılır, ılık güneşin ensemi yalamasına göz yumardım. Nereden
geldiğimin, niye geldiğimin sorusunun olmadığı zamanlardı.
Biz periler o zamanlar en çok ılık, beyaz yaz günlerini severdik.
Kış mart demekti; ve mart hakkında hiç de iç acıcı olmayan bilgilerim vardı.
Mecaz bilmezdim. Annem mart dokuz donludur derdi.
Yazın ilk günleri benim "öylesine oluş"um gibiydi. Ilık ve uçucu, yekpâre ve sonsuz ve doya doya beyaz gün.

Periliğimin yeşil vadisindeydim, uçuşmaktaydım ama sanki vadi bitmekteydi.
Gözüm kendi içime ve dışıma bakmaya ayrılmaktaydı.
Sanki dünyaya "yayılma hali" çatlamaya başlayacaktı.

Bacak boyumun yetmediği bir bisikletle bisiklete binmeyi öğreniyordum.
Bir öğretenim yoktu, karar vermiş kalkmıştım, o kadar...
Boyumdan büyük heyulayı sürüyerek dışarı çıkartır, bahçe duvarına yaslar, ayağımın altına yerleştirdiğim yüksekçe bir taş yardımıyla atlardım bisikletin tepesine. Pedallara bastığımda, duyduğum tek kuralı uygular, önüme değil ileriye bakardım. Sokağın sonundaki bayıra dek giderdim böylece. Ama sokağın sonunda, her seferinde düşerek inerdim durdurmayı bilemediğim o koca tekerlerin üstünden.
Kaş, kafa, diz filan yarardım. Kaşım, kafam, dizim filan acırdı, ve bunların hiçbiri acı değildi.

O günlerden biriydi. Öğlenin ıssızlığı vardı sokakta. Ve ben birazdan düşeceğim noktaya doğru hızla pedal çeviriyordum. Onu tepenin ağzında oturmuş gördüm. Eve, evlere, bahçelere ve hatta ağaçlara olan küsmüşlüğüyle, öylece oturmuş, anneannesi hariç her şeyden istifa etmeyi düşünen yüzüyle karşılaştım. O rüzgârı yalamaya çalışıyordu.
Benimse durdurmayı da döndürmeyi de bilemediğim bisikletten düşerek inme vaktim gelmişti.
Toparlanmaya, bacaklarım ve avuç içlerimdeki tozlu acıyı silkelemeye çalışırken beni seyrettiğini ve bana güldüğünü gördüm. Bir de mahcup oluşu; insanın rengi değişiyor, ısısı artıyordu.

Bu ânı böylesine net hatıra etmiş olan zihnim, sonrasını hatırlamıyor. Nasıl oldu da tanışmıştık, ben mi onun yanına gitmiştim, o mu benim yanıma gelmişti, bilmiyorum. Bildiğim bir yabancıya, ötekine yakınlık duymuştum.
Esmer tenli, beyaz
gülüşlü bir öteki "peri".
En az benim kadar sessizdi. Benden de sessizdi. Kendi sessizliğimi bir kenara koyup, onun bana dokunan sessizliğini kırmaya çalıştım.
Bir şey hoşuna gittiğinde gülümserdi.
Gülümsediğinde dünyada bir beyaz delik açılırdı.
Ben o yaz o beyaz delikten içeri atladım.

Kış (tekrar) gelmişti. İçerilere, yaza benzeyen sıcak odalara, camlarından damlalar süzülen pencere arkalarına geri çağrılmıştık.
Kıştı; büyük sessizliğiydi dünyanın.
Neden, sebep, özlem, isyan tanımazdık. Ve tabii böylece alınganlık ve kırgınlık da. Ne ben onu aradım ne de o beni. Kış gelmişti işte, ve biz çeriye çağrılmıştık o kadar.
Yaz beni kendi vadimden çıkarmış, onun beyaz gülüşüyle tanıştırmış, onunla doyurmuştu.
Ne kıştan yakınacak ne yazı özleyecek sebebim vardı.
Yazlık sinemanın tahta sandalyeleri büyük alanın bir köşesinde üst üste istif edilmiş,
üstleri geniş bir naylonla örtülmüştü.
Hayattı; hâlâ yekpâreydi.
Kış gelmişti işte ve biz içeriye çağrılmıştık.

Birhan Keskin

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder