14 Haziran 2010

kıyılara çarparak...






















Unutmamalıydım sözcüklerimi, kelimelerde sancılanan düşlerimi zihnimin kulisinde tozlanmaya bırakmamalıydım.
Gelmeni istiyorum, biraz da kalmanı. Tutuklu bir bekleyiş bu. Geldiğinde gözünden tenine inen yağmur olmak istemiyorum. Korkuyorum. Zihnim, kalbim, tenim korkuyor. Rüyalarım uçurumlardan ayaklarını sallıyor. Hangi kırmızı balon kalbime bıraktığın ılıklığın rengi olur...
Gel diyorum kelimelerin sessizliğinde, gel diyorum da, korkuyorum çocuk. Omuzlarımın ağrıdığı gecelerde sığınacağım dizeleri sevmemenden, tenimde yürüyen mevsimleri içememenden...
Benim hiçbir şeyim yok; inandığım renklerden ve kitaplarda altı çizili cümlelerden başka. Karalamalardan başka neyi miras bırakabilirim gönlünün meydanına, bilmiyorum. Ben iyi bir okuyucuyum çocuk, fazlası değil. Yaralarım hâlâ açık, acıyor hâlâ uykularım... Gelecek günlere yolladığım mektuplardan ne zaman cevap alırım bilmiyorum, sararmış kartpostallar arasında öylece bekliyorum, kimsenin dilinden anlamayan zamanı. Benim zamanım hangi garda yolcu onu da bilmiyorum. Geçmişin tüm valizlerini ezber ettiğim gecelerden, baş harfini bile bilmediğim geleceğe giderken, şimdiki zamanda yorgunum.
Elimi tutan kurşun kalem izlerinden başka bir şey yok. Düşlerime attığım halatla şehri uyutuyorum her gece...
Niye 'gel' diyorum, niye sana bahçe arıyorum bisikletimi unutmak için, bilmiyorum.
Sadece sözcüklerim var hayatta, daha fazlası değil...
Ellerimin taşıdığı gökyüzünün ağırlığı mı, kalem çığlığı mı...
Sadece ismim var, gönlüne yürüyen mevsimlerin...
Öyle yalınayak, öyle düşüncesiz, öyle kılıksız sokaklara dokunuyorum.
Yorgunluğum boşaltıyor labirentlerime dolanları... Bense kıyısında bekliyorum martı çığlıklarının... Sana ılınan kalbim soğumuyor, olmuyor bu mevsimde...
Güneşten başka inanacak bir şey bulamıyorum iklimde.
Anahtarlarını yuttuğum kapıların ahşapları çürüyor, aralanana kadar. Vakur bekleyişlerime çarpınca körfezde meneviş, dalgalanıyor saçlarım, bana seslendikleri sular...
Aslında duymuyorum pek çok şeyi, görmüyorum. Çamurlarda çok oynadım, sağanakta yürümeli. Arındırır mı ruhumu yitik güncelerin, dağılmış mürekkep lekelerinden yağmur?...
Ben bir şey bilmiyorum güzel çocuk. Yeni bırakılmış gibi dünyaya, ve asırların yaşlandırdığı bir ruh gibi... Bir şekilde benziyor birbirine ve bir şekilde çelişiyor...
Düşlerimden ve dizelerden başka bir şeyim yok.
Sana hazırladığım, uzaklardan, yanıbaşından getirdiğim valiz bileklerimdeki ağrının karalamalarıyla dolu.
Bu uçurum kenarı uykusuzluk gecelerinde saçlarıma gelincik değsin istiyorum, ama...

"bu ham dünyada zoraki bir söz gibi sevgim,
sevsem sana yazık, sevmesem incinirsin..."

13 Haziran 2010

mevsimin gecesine...*


Düşsüz yürünmüyor güvercin kanadında. Yaralarından doğan uyuşuk gün batımlarına eklemlenmiyor sehersiz saatler. İçinde çürüyen tarihler altına imza, düşsüz geçmiş olamıyor.., rüyasız yarın yok. Sevdiğin şairin dediği gibi, "Güneş her sabah verilmiş bir söz gibi doğuyor..."
Yollara adadığımız kimliksiz soluğumuz yorgun mu, başlangıç heyecanının durgunluğu mu bilmiyorum... Mevsiminde kirazların, geceyi yalayan rüzgâra emanet uykusuz öpüşler çiziyoruz. Bir her yaz, aynı erguvanî köşede...
Bileklerini ayçiçekleri öpüyor şimdi bozkırlar ortasında. Ve yelkenlenen hayaline saydığın adımlar, toprağın gebeliği ortancalara. Sulara gidiyorsun. Su, denize varacak. Deniz de... Gidiyorsun... Ve gidiyoruz belki de farklı kentlerde, aynı göğün altında uyumaya. Sevdiğin kitapları al yanına ve haritasız yürü kalbinin coğrafyasında.
Bavullardan taşan dizeleri bırak sokak lambalarını bile sevdiğin aşka ve tütün kokusunun iliştiği gamzelerinde girizgâhını yap bir eski düşten düşen kahve çekirdiğinin...
Kahvaltılarına, mimar ellerinden reçeller dök, kızıl yanaşsın sofralarına, dudaklarından sonra...
Masalsız kalmadığımız her gece için bir renk söyle ve gözlerimin her sabah uyandığı fotoğraflar gibi deklanşörünü bırak mevsimlere...
Ojelerini süreceğin fransız balkonlarında manolyalar yetiştir. Edith Piaf ve Jacques Brel 'le sula çiçeklerini aşkın.
Gittiğin yollar ellerinden dökülen müziğe ev olsun, rüzgâr yolunu kolay bulsun...
Güzelsin. Gecesin.. İçtiğin her kadeh düşlerine akmış. Düşlerine inan, ben ellerine...
Güzel kız, kuytumda yapraklanan güneş renginle yürü sokaklarında sarhoş renklerin.
Ve ben... Gideceğim yollara, yuvam yapacağım kentlere dizeler bırakacağım, yolunu bulup müziğine varması için...
Sağanaklarda yürüyeceğim ve içimin denizleri mevsimlere teslim, dalgalanacak sokaklarda...
Ve bir gün, "..Paris yanıp yıkılmadan..."

12 Haziran 2010

sen, düş(me) çocuk.


"..Gene de... Keşke yan yana gelebilseydik. Aynı gecede, aynı kanda, aynı çığlıkta... Belki harfleri birleştirebilir, olup biteni dile getirebilirdik. Labirenti, labirentin bomboş, deşilmiş yüreğini ve orada, bulanık bir aynada beliren meleği... Anlatabilir ve anlatarak gerçek kılabilirdik. Gerçek ve ölümsüz. Darmadağınık imgelerini bir araya toparlayabilir, şu senden bu benden diyerek ete kemiğe büründürebilirdik. Yarıda kesilen öyküsünü, kendimizinkinden birer cümleyle tamamlayabilir, onu kurtarabilirdik. Birer tutam saç, kocaman bir gece gülüşü, kolayca yaralanan birer gövdeydi her birimizden. Ağırlaşmışçasına öne devrilen bir baş. Mırıldanan bir şarkı, çiçeklenen bir anı, birkaç damla yağmur, hep uzak gökyüzü... Bir avuç dolusu yıldızlı boşluk, susulmuş hikâye. Ona yeni bir sözcük, bir isim, kendiliğinden kanatlanan bir yazgı bulabilirdik. Bambaşka bir son, yepyeni başlangıçlar... Onda en sessiz çığlıklarımız yankılanabilir, en görkemli ezgimize bürünebilirdik. İnsanların kurulu dünyasını kayalıklara doğru çağıran sirenlerin ezgisine... Belki de yapamazdık. Çoktan yitirdiğimiz her şeydi o belki de, ta kendisi olduğumuz uçurumda, belki en baştan her şeyi yitirmiştik..."

Aslı Erdoğan

11 Haziran 2010

"... , birilerinin hayalinde yaşamak demektir."


Çok zaman oldu bir şeyler izlemeyeli. Film izlemek de unutmaya çalıştığım şeylerden biri, kazıdığın diğer tüm güzel olan şeyler gibi.

Ben her film izleyişimde, kalbimin bir yarısını dağınık çarşaflara bırakırım. Ben her sevdiğim filmi, onu en az benim kadar seveceğine inandıklarımla izlemek isterim. Hatırladığım sahnelerin renklerini, o aklında tutsun diye beklerim.
Sessizliğin hakim olduğu filmler daha çok yakışır düşünü kurmak istediğim biz' den ibaret günlere, gecelere, mevsimlere.. Ve ben hep o filmler sonrasında Fransızca şarkılar dinlemek isterim.
Bilmiyorum, sever misin. Seni tanımıyorum, sevdiğin öykülerin sonları sana mı bırakılıyor, yazar kendi sonlarından taviz vermiyor mu, bilmiyorum.
Hangi kelimeleri her gün duymak istersin ve filmleri kiminle izlemeyi seversin.., bilmiyorum.

Tek başına gittiğin sinema salonları sende de kanadı kırık, göçemeyen kuş hissi bırakır mı...
Gittiğim şehirlerde sevdiğim salonlar var, ve gitmediğim yüzlerce şehir..

Bugün bir film izledim, en mutlu olduğum yerde, kulağımda tanımadığım ellerin piyano tuşlarına vuruşuyla..

Ne güzel kentler, nasıl biz'liği çağıran sokaklar var düşlerin imgelerinde.
Mevsimlere sinen sessizliği sana adadım, o sokakları, bir gün beraber en sevdiğimiz yerde izleyip, bavulsuz ve biletsiz gideriz belki..

Severdin biliyorum. Seni tanımasam da hissediyorum.. Sen, asmaları seven çocuk.

Bugün bir film izledim, tenimden göç mevsimi geçti.

Seni tanımıyorum.

John Malkovich seviyor olmalısın, ve belki Fransız şarkılarını da...

Bir gün şarabî bir mevsimde, en sevdiğimiz yerde, yanmış tren biletleriyle, söz ver...

*sokak: Ferrara


6 Haziran 2010

geceye yakışanla...


Pencereleri açalım geceye; biraz şiir, biraz yağmur, biraz 'gitmek' essin kalbimizdeki sızıya...
Dudağımın yanında gamze varmış, öyle söylüyor gece kız. Ben köprücük kemiklerine dokunmak isterim aşkların.
Şehirler geçiyor, geçmiş zaman eklerinden. Ben sadece bir kaç yitik kelimeyle doğuruyorum haziran soluklarını, oysa şimdi yağmur bastıran kır düğünleri vardır, yaz gülleriyle kaplı...
Ben bu aralar sadece gitmeyi düşünüyorum ve bir o kadar da kalmayı. Hangi sokağa baksam stockholm sendromlu bir çocuk olarak buluyorum kendimi. Bu şehrin neresindeyim, sen ne kadarsın içimde... Kestiremiyorum kendi uçurumlarımı. Kalbimdeki deliğe, varlığımdaki sızıya kelimeler kesip, elbiseler dikemiyorum.
İnançsızlığım aldatmasın, fazla tutkulu, fazla tutuklu bir kadınım, ondan bu dağınıklığım..
Mazide içtiğim hüznü hâlâ sığdıramıyorum kadehlere. Mürekkebine gözyaşı karışmış hatıralarımı sararttığım defterleri çıkaramıyorum bakışımdan..
Ben hiç mevsimini bulmuş bir kadın olamadım. Ne yağmurlar, ne rüzgârlar... Hepsini makyajıma iliştirmek istedim, şimdi korkuyorum kar tanelerinden, içimize damlayan güneşten... Yine de bu tenhalığım, kılıksızlığımla pencereleri açtım, dinliyorum yol şarkılarına değen ihtimalini düşlerin...
Yorgunum senelerin adanmışlığından. Çiçek mevsimlerini kaçırışım bu yüzden..
Yitik bir nisan akşamından miras baş dönmem ve korkusu akşam renklerinin.
Avuçlarıma bırakılıp kaçılmış yıldızları asamıyorum ay dilimin etrafına, boyum yetişmiyor üflediğin gökyüzüne.
Korkuyorum..; Gitmekten. Kalmandan. Gitmenden. Kalmaktan.
İhtimalsiz emanetlerinden yalnızlığının.
Bu şehir nereye savurur kalbi delikleri..? Ben yirmi yıldır denize koşuyorum. Ait olduğum parklar bile gülüyor bu kirli büyüyüşüme ve utanıyorum tarihleri doldurduğum oyunlardaki rollerimden.
"Sokağındaki elektrik direğinden, kaldırım taşına kadar seviyorsun burayı, sahipleniyorsun..." demişti güzel bir kız. Çaresizliğimin ortaoyunu muydu bu, teslimiyetim mi, bu kalabalıktaki tenhalığım mı...
Acıtan ayrıntılarım var ve ağır küpelerim. Saatsiz sokağa çıkamazken, şimdi günlere taş sektiriyorum. Gidersem, başka şehirlerin saatlerini takacağım bileklerime, oraların mevsimlerine değecek sırtım ve o toprağın rüzgârı dağıtacak saçlarımı. Ve göç okşayacak bakışlarımızı.
Aitlik eklerini sevemiyorum nicedir.., gel ki alışayım 'biz'lere, 'bizim'lere... Şehirlere beraber açalım kalplerimizi, sonra acıtacaksa da iklimler, kalbimizin coğrafyasında ölürüz.
Bir kez inansak ortancaların renklerine, vapurların misafir olduğu sulara, ait olmayı düşlediğimiz şehirlere, yeşeren sessizliğin tomurcuklarına, filizlenen geceye...
Göç yollarındaki kuşların kanadına takılmış masal.., inanabilsek...

"..Birlikte gideceğimiz şehirler yuvamız olsun mu..."

5 Haziran 2010

"..öznesiz, zamansız, zarfsız..."


Biraz 'Sevda Sözleri' biraz 'Çiçek Senfonisi' bu gece salınmaları. Üşümeyen tenimde pervasızca kol gezen ilkyaz rüzgârına teslimim bu aralar. Son birkaç gecedir ellerimdeki ağrı mısralar giyiniyor, kalbini hayatın öptükleriyle..
Zamansız gözyaşlarıma, yuvasız sızılar ekleniyor bu haftasonu doğumlarında. Bugün cumartesi. Ben "..geveze susuşlarını bile özledim..."
En çok tanımadıklarımı özlüyorum, tanışmadıklarımı, yaşamadıklarımı, ertelediklerimi ve geç kaldıklarımı, öylesine sokak köşesi kesişmelerini...
Ben en çok mevsimlerin dokunamadığım renklerini özlerim zaten, gelincik kadifesi, papatya öpüşü...
İsmine 'Dize' verdiğim hayallerimi harcamayı bitiremedim yaralarımla. Kanayan kalemim, korkak, adasız, yuvasız, kıyısız... Seni bulmayı, seninle olmayı belki de ölmeyi.., bekliyorum.
İsmimin dokunmadığı şehirler ekleniyor iklimime ve gün doğumları, kokusunu bilmediğim toprağın, kimliğime.

Sözleri yuttuğuma bakma, bir yanım hep eksiktir benim. Uykulardan kaçtığım gecelerin infazında biraz, vurgunum.

Köprücük kemiğinin çukuruna yuva yapmak istiyorum, dizelere inanan düşlerin.
Oysa yenilgilerimle kan revan içindeyim. Beni böyle yaralı, beni öyle sessiz, "..öznesiz, zamansız, zarfsız..."...Öyle sev... Dudağımın kıyısındaki gülüş ol, biraz dizelere borçlu, biraz alacaklı. Bileğinden sımsıkı yakalayıp, kendimize çektiğimiz saatlere çalınan sarhoşluk eklemlensin gidişlerimize.
Terk edilmiş, boynu ay ışığında tutulmuş müsveddeleri masalların, mum kokulu. Ay gitmiyor batmaya, yıldızıyla yatmaya...
Ne zaman sandıklara kilitlediğimi hatırlamadığım kelimeleri arıyorum bu haziran menevişlerinde.
Zordayım kuraklığında sahillerimin. Ürktüğüm, sokaklarda boy veren deniz kokusuna karışamamak belki..
Biraz da 'Sonrası Kalır' ...

Biliyorum, sen de...;

Yaralısın.

2 Haziran 2010

sana geldim, artık gidebiliriz.


Sevdiğim boyalarla resim yapmam için bana boya aşıran bir çocuk vardı. Ve kahvaltıda yemek istemediğim salamı masanın altından alan bir kız çocuğu. Sonra beni güzel bir latin kadınına benzeten bir esmer çocuk. O benimle hep resim yapardı. Ve sürekli şeker yerdi. Şimdi denizci oldu. Sonra her gün benimle okula gelen başka bir çocuk tanıdım. O bana kırk beş dakikalık okul yolunda yazılar yazardı. Sonra onun en yakın arkadaşı benim kollarımı açtığım çizgiler, şifreler koyduğum sessiz duygular oldu. O bana hep rüyalarını anlatırdı. Ben rüya göremediğim için her sabah gelip rüyalarını ikiye böler benimle paylaşırdı. Benimle yıllar boyu hiç sıkılmadan Sting dinledi. O beni kendinden koruyan çocuktu. Mimar olmasına çok az kaldı. Bir kız tanıdım sonra bana verdiği ismi hiç sevmediğim. Zaman geçtikçe, duygularını sevdim insanların, onun verdiği ismi de, kalbini de. Başka bir gün bir çocuk geldi. Her akşamüstü Neruda şiirleri okurdu. "Niobe'sin" derdi. O zamanlar hayatı karmaşıktı. Daha çok, zor. Bana telefon edebildiği tek yer dava arası, mahkeme tuvaletleriydi. Bilirdim, belki sadece ismimi severdi. Bir yaz günü unuttum her şeyi, bir çocuk tanıdım, sanki ilk onu tanımışım gibi. İlk onu tanımıştım. Hayattı. Ondan hiç geçemedim; bir bahar sonrasına kadar. O beni severdi. Bir o severdi, bir gün sevmediğini söylerken bile...O başkalarını severken bile.., ben onu severdim. İleride avukat olacak. Sonra okuyan çocuklar tanıdım, pencereleri açıp dünyaya parmak uçlarıyla dokunan. Şiir seven çocuklar, müziği daha çok. Renkleri sevmeyenlere inat mevsim mevsim renk sevenleri. Sessizliğin aramıza rüya duvarları ördüğü ve denizin sesiyle, kokusuyla, varlığına inanan. Uzakları seven, şehirlerin elmacık kemiklerine dokunan çocuklar. İki kadehle hayatı öpen, kayboluşlara mısralar diken. Hayalleri olan çocuklar. Uykusuz gecelerin iliğinde baharı bekleyen çocuklar. Notalarını ilmek ilmek işledikleri şarkıları vardı, meydanlarda söylenecek. Günler geçti, aylar, en çok mevsimler... Büyüdüğümüz şehirler küstü bazılarımıza, yitirdik aşklarımızı, hiç istemediğimiz sokaklara kendimizi sevdirmeye çalıştık, bileklerimizdeki ağrı kalplerimizdeki sızı oldu, yorulduğumuz geceler, aynı göğün altındaki sabahlara uyandık. Geçti renkler, değişti rüzgârların yönü. Kelimeleriyle ve sessizliğinde kıyılarımızın, en çok ve sadece düşlerimizi anlattık. Büyümedik, büyüyemedik. Kanatlarımız bulutlara çarptıkça, gitmek istiyoruz şimdi. Uzağa. En yakınımızdaki en uzağa. En uzaktaki en yakınımıza. Birbirimize... Yol almak birbirimizin yaralarına, düşlerimizi öperek...

1 Haziran 2010

bileğimde yaz*


Kibrit kutularını, geldiğinde düşlerimizdeki evi yapalım diye bazaya sakladım.
Gece olup saat üçü geçince yastığımdan kanatlanan kelebekler saçlarına dolansın diye, bütün nevresimleri turuncuya boyadım.
Haziran doğar doğmaz kış resimlerinden portakallar çaldım ki, önümüzdeki ocak çilek koksun odalarımız.
Pencereleri öpen dolunay sevmedi sensizliği...
Unutmadım tarihsiz boy veren zeytinleri, şehrindeki kızılcıkları, toprağı... Gözlerimi örten kar tanelerini hiç yırtmadım defterinden düşlerin....
Tenimde kırılan cam parçalarını sevdiğin meyvelerin renklerine boyadım, vitray sever bakışlarınla avuçların dokunur belki, bileklerime çizersin yine.. 3 yazıp yıldız attım sadece, gerisi senin olsun... Mor ojelerle yazıyorum haziran başlangıcını, günbatımı söylediğim gibi olmalı, "hoş"...
Belki hayaller kurdum, kıyılarında göremediğim rüyaları yüzdürdüm.
Bu yaz, gel istedim. Eski yazlardan güzel, yarınkilerden genç olsun. Şehirleri dudaklarımızdaki şarkı yapıp, yine sabaha karşı, yine çay buharıyla... Güneş doğudan doğarken, batıdaki gevrek alış saatimi bekle yine.. Sonra mevsim uyutsun bizi bir rüya başkentinde...
Bu Gece Ben Ay*...

27 Mayıs 2010

Orsa.





















Yol şarkıları aradığım mitoloji; sırtımda acı gravür.
Kanım şarabî bitiş, kadehi kır hayatın eskizindeki çizgiler üzerinde...
Tekilliğime söz verdim, ölü denizler nefesimle sevişerek damlayacak kış arifesi, çalınmış bahara.
Dudağımın kıyısına bıraktığın mektupta kalan harabe.. Gökyüzü bitti, sokaklar cesedime aşina..
Götür beni kiraz ağaçlarının hükümdar, gelinciklerin yuva olduğu renklere. Mor salkımlar kıskansın, tenimde yürüyen erguvanı..,
Sonbahara varmadan suyu öpelim, ölelim sonra.

22 Mayıs 2010

elli sekiz ayda ilk ve belki de son kez..; tüm 'Dize'lerle...

Cevabı ömür süren bir soru bıraktım sana
Mendili kan kokan sevgili arkadaşım
Usta bakışların keşfettiği rahatlıkla arkama yaslandım
elimde şah mat yüzüğümde tek taş siyanür
adınla bulanan bir aşkın, bir maceranın
mecrasında
yolun sonunu söylüyordu
günahkâr iki melek olan sağdıçlarım

Al birkaç bulutlu sözcük
atlasını sırtında taşıyan çalınmış bir zaman
mekik, taflan, kar kesatı bir iklim
aşk mı, macera mı dersin bu uzun seferberlik
bu ilişkinin topografyasını
mezhepler tarihinden bulup çıkardım
adanan boynunda o gümüş zincir
bilmiyorsun arması sallanıyor ucunda
işte yazgının kara zırhlısı!
Kork! kutsal kitaplardaki kadar kork!
Çünkü hiçtir bütün duygular
Korkunun verimi yanında

Benim ruhum nehirler kadar derin!
Kızıl kısraklar gibi üstümden geçeceksin!

Arı bir sessizlik duruyor
şiddetimizin armaları arasındaki uzaklıkta
gövdenin demir çekirdeği
kalkan teninin altında
sana okunaksız bana saydam giz
içindeki uğultunun izini sürüyorum
bir açıklığa taşıyorum ele vermez yerlerini
harabeler diriliyor
heykeller tamamlanıyor
kendi kehanetinden büyülenmiş gözlerimin önünde
başka çağlara gidip geliyoruz
aşk tanrısı için
seviştiğimiz ve uyuduğumuz sahillerde
aşkın kaplan ve yılan düğümüyle

Öpüyorum seni boynundaki yaradan
iniyorum kaynağına
aydınlanmamış yanların ışığa çıkıyor
dokunuşlarımın parıltısında
düğümlü mendilin, gümüş zincirin
sımsıkı mühürlendiğin bütün kilitler
çözülüyor avuçlarımda

Tılsım tamamlanıyor
ortaçağ kentlerinden geçiyoruz dönüşte
indiğim kaynakların mezhep değiştiriyor
zamanın ve uzamın kilitlendiği kara kutuda benim kelimelerim
tılsım tamamlanıyor
dudaklarımdan sızan erkek sütünün kara büyüsüyle
sevgilim oluyorsun
uyuyor ve yıkanıyoruz ay ışığında
bakıyorum güneş iniyor yüzünün alacakaranlığına

Adın yoktu tanıştığımızda
eksiğini de duymadık
bazen bir rüzgârı, bazen bir kaç zeytini
adının yerine kullandık

Adın yoktu tanıştığımızda
sonra da olmadı
çünkü başka biri oldun zamanla

Şimdi adın var
şimdi ruhumun sislere sarılı derinlikleri
yükseliyor ve tehdit ediyor
kıstırılmış varlığımın bütün cephelerini
yüzümün pususunda geziyor
sularda bilenmiş bıçaklar
uyandırılmış acılarım, bulanmış sarnıcım
etimle ruhum arasında çelişen ilke
geri döndü bana
kendi ellerimle kurduğum kara büyüden
içimdeki tarih bitti
siliyorum bir aşkı var eden her ayrıntıdaki parmak izlerini
ve şimdi adın var
ve şimdi
ikimizin vaktinde
intikam saati geldi

Omayra, bu adı verdim sana
ve mevsimleri bütün anlamlarıyla
iki çakılına bir deniz vereyim
hayallerine mavi buğday
dokuz yaşamın olsun tek tek öldüreyim
esmer ve çırılçıplak bir gecede
bütün düşmanların gelecek
koynumdaki cenazene

Seni saran efsane çürüyüp toprağa karışırken
kucağımda başın
gümüş bir tarakla tarayacağım saçlarını
kendi enkazımın üstünde
kurtlar, çakallar gibi uluyarak ağlayacağım acıdan
öldürerek yaşatacağım seni kendimde

Ocağın parıltısıyla aydınlanan yüzün
gücünden habersiz sakin gülüşün
kamçılıyor içimdeki bütün köleleri
ben ki hileli bir oyun,
birkaç kırık zar
ve kara muskalı tılsımlarla
almışken seni kaderinden, kıyasıya bağlamışken kendime
asıl sen tutsak etmişsin beni
dünyaya kapalı kapılar ardındaki
içi boş sessizliğine

sığlığın, sevgisizliğin
o sonsuz kendiliğindenliğin
dünyanın sana değmeyen yerleri
nasıl da çekici yapıyor seni
o kadar bağlandım ki
tutkusuz bedenine
ya öldüreceğim seni
ya tunç çağından heykeller indireceğim dökümüne

Sayıklayan bir ağaç gibiyim Omayra
uğultusu geliyor ta derinden
gövdemin geçtiği masalların
içimdeki deprem ayakta tutuyor beni
geri dönüp vuruyor çalınmış zaman
bak sana korkaklığımı veriyorum
var olmanın bütün varoşlarından
ben yenildim, işte silahlarım
tılsım tamamlandı
sonuna geldim çizgilerini sildiğim
bir büyük haritanın
aşkım ölümün sınırında Omayra
olduğun yerde kal kımıldama!

Murathan MUNGAN

21 Mayıs 2010

kurdeleli yaz yağmuru..;






















Hayalim ol desem, geceye çiy düşer mi.. Gece 3'te ya bir şeyler için çok erken ya da çok geç.. Ben, beni bu kadar özlerken, sen bana mektup yazma intihar gecelerinde.. Ya da gel bana rüya görmeyi öğret.. İçinde mavi olan sadece deniz ve gökyüzü olsun, geriye kalan bütün renkler bir sevda masalının orgazm anında.. Neyi yitirdiğimi bilmeden, sadece kanatlarına takıyorum kuşların göç mevsimlerini, gitmek, gitmek, gitmek istiyorum en uzağından, en yakınına.. Mayısıma haziran çalarken sen yine şarkılar söyle, gelincik mevsimi öperken dudaklarını...
Devrik ve eksik cümlelerimin redaksiyonu adından ibaret olsun.

16 Mayıs 2010


' elleriniz gibi ihtiyar ve dalgınsınız,.
elleriniz gibi meraklı, hayran ve gençsiniz'

Nâzım Hikmet

3 Mayıs 2010

düş kırgınları*


Üç şeyden asla kurtulamayız: gölgemizden, ölüm korkusundan ve aşktan.

M.Eroğlu

30 Nisan 2010

ölüme güzelleme...


Kurak iklimlerden geçmeyeli çok olmuş, varlığım. Bu nisan, susuz kaldım. Boynuma dolanan imbat, nefesimi zorladı. Her kırmızı, karanfil bu mevsim.. Soluğumun çarptığı kent, gözleri yaşlı kız çocuğu. Savunmasız ve yitik yürüyoruz, büyütemediğimiz masalların acı sonlarında...
Artık bu kent nisanlar boyunca düşman; sürmeli, çapkın bakışlarına deniz kokulu kızların...
Zaman zor geçiyor, mevsimler bir o kadar kolay... Teni yakan güneş balkon altında gizli... Balkonlar, çiçek açan kaktüslere yuva... Fuşyalığını damarlarımda gezdirdiğimin dikenleri, aralıksız bileklerimi öper.. Akşamüstleri, sahile nazır, palmiye altı lise üniformalarıyla süslenir bu aylar, derinden varır karpuz kokusu ve vapurlar yorgun..., vapurlar denizin saçları; dalgaları tarar...
Kediler gebe bu mevsim ve güvercinler tembel. Eski aşkların birbirlerine göz kırptığı arka sokaklarda esnaf lokantalarından yankılanan çatal, bıçak sesleri... Okul dağılış saatlerinin arifesinde oyuncak zaman... Omuzları çıplak kadınların, varlıklarının fallarını duymayı bekledikleri taş sokaklarda şimdi arzu. Ve mahallesinden overlokçu eksilmeyen gün telâşı üç oda bir salonlarda...
Ben her erik mevsimde, boynum ağrıyarak bırakırım gözlerimi bu kente... Her nisan çekip gitme duygusuyla...
Yarın mayıs... Ve bu nisan, ölüm kokuyor kuş seslerinin doldurduğu sokaklar.. Yarın bir kez daha direneceğiz ve mevsim dönecek hiç beklemeden.
Teninde deniz kokusu, kalbinde mayıs heyecanıyla uğurladık, kirpiklerinden rüya dökülen kızı.. Bu bahar yokluğunla..., bize mezar...

13 Nisan 2010

on üç dalga..

Vanilya demiştin, kokundandır belki, ya da deli bahar karmaşası...
Sırdın, sır kaldın, sıra bulandın. Turuncudan mora deniz yıldızları, mercan koynunda.. Sualtı düşlerini bize bıraktım. Issız orman renklerinden gecendeki müziği damlattım..; tende ay ışığı kaldı...
Sormadım, sorgusuz gün doğumlarında gözyaşlarımı kavanozlara doldurup, valizlerini balkonlardan attım şiir kokulu geceliklerin.. Şimdi tırnaklarında sedefi çalınmış inci rengi, çizgine susar... Adımdan dökülen narlar vardı geçmiş zaman eklerinde, ellerinde yeşerip büyüyen...
Duvarlarım salı yorgunu, çarşamba çaresizliği.. Perşembe umutsuzluğu, cuma terk edilmişliği.. Cumartesiden pazara uzayan saatler bekleyiş tedirginliği, pazartesi dağınığım.
Bu gölgeler canımı yakarken senin ellerin nerede... Engin sulara bakamaz artık suretim bile.. Yol yorgunu sevinçlerim, uykuda öldü. Çok oldu geleli, gideli... Dakikalardan aylara..., o bankta... Ahşaplara kazıdığım lise aşkları şimdi gönül yarası..
Yaralarımın kabukları her gece yastığıma dağılır. Dağlanır kalbim, sevdam oynar yerinden deprem seslerine çarparak... Gözlerim sana kör, bu akşam saatlerinde.. Yıldızlar ayaklar altında.. Tozlu gerdanıma yetmiyor hiçbir öpüş. Özlemlerini silmiyor kahve kokusu. Ağlıyor varlığım... Dini yitik ibadetleri karalıyorum, günahlarım başımda papatyadan taç.. Sahi.., saçlarım.. O kıyamadığın, dokunmaya ürktüğün.. Kestim bir mesai sonrası, kimse duymadı..,
nazar boncuklarını mermerler arasında kırdım.., mavi cam kana karıştı.
İzmirliyim doğuştan.. Ankara yanımdır bu hırs. Kara toprak en derinimde.. Suyum oluk oluk, mezarlar etrafında...
Görünmeyen, okunmayan destanlar yazıyorum.. Kahramanları arka sokakta ölü.
İzmirliyim, Kadifekale'yi görmedim hiç.. Korku mu dersin, yüzleşme mi.. Belki de 'şehirsiz su' benim adım... Gökdelenler kadar zavallıyım bahar renklerinde.. İçime sinmiyor yol, haritamda yol alan bulantı inkâr ediyor soğuk odalarını çocukluğun... Tel kadayıfları ve menekşeli sabahları...
Kimse sevmiyor artık temmuzları. Karakalem kurudu bu gece. Duydun mu, yeraltı saraylarından kaçırılan kızlar hiç aşık olmazlarmış. Sus, kimse duymasın, ... aramızda yitip giden sularda..., kelimesiz, çıplağım...,...


"..Su çürüdü...
Adımdan gayrısını bilmiyorum."

11 Nisan 2010

af..


Soramadım soğuk odaların yalnızlığında... Bileklerimden ittim, güçsüz kalmaya bıraktım bütün iklimlerini denizlerin... Ağlasam da boş kaldı akan suların renkleri, boyayamadım, makyajım yetmedi...
Baharları peşinden sürükleyen kışlarında nöbet tutuyorum fahişe hayatların.
İslere bulaşan saçlarımı tutup çekmiyor artık yazamadığım masallar, nefes borumda taş taş üstüne. Dudaklarımdan kanlar akıyor. Bu mevsim, çağla yeşile boyalı duvarlardan kireçe bulanmış kirli sözcükler akıyor, sıvası atan tavanlardan akan senin öptüğün, gözbebeklerim...
Bastırıyorum dünü, yarına kulaklarımı tıkadım. Dakikaları sayıyorum elektronik sesler arasından. Beynimde çekiç, bileklerimde jilet öpüşü. İkindilerde çocukları yiyen sokaklardayım. Artık kâbus görebiliyorum.
Mideme inen yumruk, harfleri eksik tarih, yer... Buluşmamızı ertele sevgilim, kirli sulara batan bacaklarım sevdiğin renk nasıl olsa... Delinmeyen elbiseler diktiriyorum üzerime, onları açıkta bırakan... Tenimde neyin kokusu kalıyor metalden başka...
Boynumu kıran gidişin, kimseye ucuz tarife olmadı.
Sevişmedi kimse gül dikenleri arasında, burada mevsim herkese ölüm bu nisan gecelerinde..
Yağmursuz gün doğumlarından paslı varlığımla sesleniyorum, geç olmasaydı keşke...
Ömrümü tüketiyorum, herkes kendi cinayetinin katili...
Bırak ellerimiz aynı kana bulansın,
ona bile tamam bu gece..

6 Nisan 2010

ayraç'

"...

Ve ben bütün yapraklarımı döküyorken şimdi
Eylül, diyorsun...
Üşüyünce ağlıyorsun yalnızım dememek için
Uçaklar gemiler trenler çiziyorsun duvarlara
...
Kendine bir deniz bul artık bir de rüzgâr

Parçalanacağın bir uçurum bul bu dünyada
..
Tek tutkun o kenti bırakıp gelmek olmalı

...
"

20 Mart 2010

miş.


İçimde kendini yiyip bitiren bir boşluk var. Ağzından lavlar akan bir boşluk... Soru işaretlerimi eteklerimin altına süpürüyorum, dizlerimi ısırıyorlar. Gözlerimi oyuyor gün ışığı.
En doğru zamandan en doğru soruya varan iki ucu açık yolculukta sabahlıyorum. Gecelerim kâbus birikintisi.
Tenim acıyor sık sık, sağ bileğim daha çok.
Yazdıklarım çamurlarda yıllanıyor.
Adam görmüyor. Kör olan aşkından beni doğuruyor.
Gayri meşru bulantılarıma gülüp geçiyor, çoğu zaman bağırıp. Sesi katil yürekli. Onun sırtından kırmızı tırnakları geçiyor kadınların. Ben neyi bekliyorum. Ruhumdan ayıralı olmuştu epey bedenimi. Becereme-mişim. Miş-li geçmiş zamanda kaybolmuşum.
İlk buluştuğumuz yerden yazıyorum sana, ellerim kan. Göğsümde biten zambakları göremeyeceksin, hayat koşuşturmacanda.
İçinde yıkandığın ölü toprağı, değmesin gözlerine.. Bu cinayet için 'dize'lere yanaşamadım.

Nasıl olsa, benim adım Omayra...

15 Mart 2010


düştüğüm yerde ölü kelebekler vardı,..., canım yandı.
aynı kalmıyor hiçbir şey.

7 Mart 2010

ritimsiz.

İçim bulanıyor bu yelpazesiz sıcaklarda.
Haritamda rota tek.
Denizin suyunu içmiş martılar.
Ben bavulsuz.
Sadece tek renk kaldı geriye.
Can verenden ötesi yok.

Sormadan, durmadan en çok da kalmadan, sabrını cinayetine kurban vererek...



4 Mart 2010

faili meçhul -


Sehersiz sabahların İzmir durağı serin bu gün doğumunda...
Ardışık geçen takvimlere işaretlediğim ismin, her mevsim aynı renk.. Tonuna karışan ritmini yakaladım, rüzgârlarının saçlarından tutup, yarını bugüne getirdim.
Şahit olmadığın rüyalardan bileklerine ulak saldım..
Coğrafyanda kök salan gece bitkilerinin suyunu içtim, ömrüne panzehir..
Derinliği olan sularda adım adım yeşil avı...
Gecenin moruna kök salan sarmaşık, ölümcül gidiş..
Bilet erken kesilir yolculuklarına ve cellat zamandan aşıramadığın kanda boğulursun..
Sessiz pırlantasından taş dökülür gölgelerine, ve sen ismi yitik kahraman...
Buruşmamış çarşaflar arasında doğurduğun mutsuzluk resimlerinin boyalarını kazırken, dünya bulaştı elime yüzüme. Dizlerimi kanattı.
Sesten yorgun düşen ılıklığım soğudu.. Kıştan bahara geçemedi erguvanîlik..
Menevişlerde kayık yüzdüren çocuğa borçluyum şimdi; şaha kalkmış masal diyarı, hayat çığlığını...

16 Şubat 2010


..Şehrinde deniz kokusu, düşümde gerçek, gerçeğinde düş, dudağımın kenarında adın, bizde mucizesi...

Şiirim kal, rüzgârın olduğum kadar...

11 Şubat 2010

kayıp dua.

kızıl kar. kara saplı. kırık, kanlı kelebek kanadı. ölü kelebek.

10 Şubat 2010

'yaralısın' .


"..Sadece bitmeyen kalemlere ve adalete inanırdım. Sense, birimiz için yaratılmış olan yalnızlığa sahip olurdun.
Elveda mürekkep lekem..
Elveda şehrin ışıklarıyla boğulan balık...
Elveda dokunmaya kıyamadığım sabah güneşim. Sırf bu yüzden seni yıllarca yastığımın altında saklayacağım.
Şimdi bulutlanan içki şişemi ve lambayı söndüren rüzgârı düşünüyorum...
.........................................................................................................
...........................................................................Fısıltı eksik kalıyor, aşk daima eksik kalıyor.. Bunu bana niye yaptın, bunu bana niye yaptın. Dur bir nefes alayım.. ve senin sevdiğin kadın olayım...
...
Büyük kentlerin ortasında, bir işaret gibi bırakılan kırık aynaya dön. Ve ona borçlu olduğun güzelliği sor.
O, şimdi nerede.... Unuttuğumuz şarkının içinde mi.. Köşe başlarında mı... Biriktirdiği deniz yıldızlarında mı...
... Bu büyü nereden sarıldı sırtımın ucuna. Neresinden vurdular kırgın sessizliğimi...
Ah o zor veda... Boyun eğiyorum, bir de....
..Ağlama kalbim, ağlama... Hep, masumuz işte kalmadı gözyaşımız diye bağıracağım. Senin için akvaryumlar çalacağım. Sen büyük evler gibi yıkıldığında sanma ki acımı öptüğünü unutacağım. Çünkü, ne mucize, hep güzel bir kadın olacağım. hayatım boyunca yağmura rastladım, hep , yağmura....
BİR, İKİ, ÜÇ, DÖRT, BEŞ,....ALTI değil. Hayat benden gizlediğin ellerini hangi cebine saklıyorsun."

U.U.

*solma, gitme, bırakma, sözünü tutmadan, olmaz.. dayanmaz. kalbim. yapma.

9 Şubat 2010


Henüz vakit varken, gülüm,
Paris yanıp yıkılmadan,
henüz vakit varken, gülüm,
yüreğim dalındayken henüz,
ben bir gece, şu Mayıs gecelerinden biri
Volter Rıhtımı'nda dayayıp seni duvara
öpmeliyim ağzından
sonra dönüp yüzümüzü Notrdam'a
çiçeğini seyretmeliyiz onun,
birden bana sarılmalısın, gülüm,
korkudan, hayretten, sevinçten
ve de sessiz sessiz ağlamalısın,
yıldızlar da çiselemeli
incecikten bir yağmura karışarak.

Henüz vakit varken, gülüm,
Paris yanıp yıkılmadan,
henüz vakit varken, gülüm,
yüreğim dalındayken henüz,
şu Mayıs gecesi rıhtımdan geçmeliyiz
söğütlerin altından, gülüm,
ıslak salkımsöğütlerin.
Paris'in en güzel bir çift sözünü söylemeliyim sana,
en güzel, en yalansız,
sonra da ıslıkla bir şeyler çalarak
gebermeliyim bahtiyarlıktan
ve insanlara inanmalıyız.

Yukarda taştan evler,
girintisiz, çıkıntısız,
birbirine bitişik
ve duvarları ayışığından
ve dimdik pencereleri ayakta uyukluyor
ve karşı yakada Luvr
aydınlanmış ışıldaklarla
aydınlanmış bizim için
billûr sarayımız..

Henüz vakit varken, gülüm,
Paris yanıp yıkılmadan,
henüz vakit varken, gülüm,
yüreğim dalındayken henüz,
şu Mayıs gecesi rıhtımda, depolarda
kırmızı varillere oturmalıyız.
Karşıda karanlığa giren kanal.
Bir şat geçiyor,
selâmlayalım, gülüm,
geçen sarı kamaralı şat'ı selâmlayalım.
Belçika'ya mı yolu, Hollanda'ya mı?
Kamaranın kapısında ak önlüklü bir kadın
tatlı tatlı gülümsüyor.

Henüz vakit varken, gülüm,
Paris yanıp yıkılmadan,
henüz vakit varken, gülüm...
Parisliler, Parisliler,
Paris yanıp yıkılmasın....

13 Mayıs 1958, Paris

Nâzım Hikmet

sor - ***

"..çinekoplar lüfer olmuyor artık
bir sigara yak oğlan bana ver
en dolusu coşkum ateşim bitmiş
sor beni sor
geceye sor denize sor
sor beni sor ya da
bırak geçsin zaman sen hayra yor
uçamasam da bir çift kanat
bana uçmayı anlat
üşüyorum kapat kapıları kapat
önümüz kış bana göçmeyi anlat
bir sigara yak oğlan bana ver..."




7 Şubat 2010

*...*


"..Seni o kadar yakından görünce,
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni..."

şubat kokusu..

Şehirsiz kalmanın başucunda sabahlıyorum. Yollara artık yalnızca uyuyarak dayanabiliyorum. Tutunmak? Gözlerine sadece...
Göz-lerinde büyüyen de-nizlere...
Ellerimi titreten serinliğinde aynasının şehrin, öylece bekliyorum...
Yanıyor, tutuşuyor karlar altında kaldırımlar.
Boynuma dolanan sarmaşığın zehrine ismini veriyorum. Dokunamadığım akşam üzerlerini ceplerime doldurup, parmak uçlarımla yakıyorum gerdanını gecenin.
Kulağının ardından boynuna inen ihtişamlı mevsim çiçeklerini koparıp, gözlerime sürüyorum..
Gözlerim;...senin olsun...
Gözlerim; coğrafyana çakılı, bakamaz oldum haritalara...
Kalp ağrısı zamanlara kattığım mavi yüzümle çıkamıyorum, sokak çığlık çığlığa.. Evim, ıslak şubat.
Yağmurla orgazm olan şehrin çocuğuyum. Şehir kendini yeniden doğuruyor, ben ahududulu çayla ısınıyorum. Kapımın önü, yanık ot.
Üçe kadar sayıyorum gelincikleri, fısıltıları üçte çığlık oluyor ama bu kış, şubat yirmi sekize koşuyor...
Tenimde yosma bahar bekleyişi, gurursuz ve terk edilmiş sevişme sahneleri.. Şehre açamıyorum pencerelerini maviliğin. Kızıl anı, mavi ojeli tırnaklarıma yanaşmıyor.
Karlı şehirde, güneş beni bekliyor.
Eğreti yalnızlıklarımı üst üste dizdim bu sabah, valizlerime sığmadı, kırık ayna, dağınık ruj.
Zaten her yağmurda makyajım akar benim, dizlerimi örtmeyen eteklerim yırtık, ve göğsüm açıktır göğe.
Bileklerim.. Nefesimi veremiyorum, ağrılı mart bekleyişlerine. Rengi çalınmış kadın değilim. Değilim. Değil. Mavi denize, güneş turuncu öpüşünü bırakır. Ben eflâtun gün batımı, yeşerik seher, deniz, deniz, deniz..
Sen.. Düş.. Karla yıkanan sokakların öpüşü. Şubat mücevheri..
Gerdanından akan esintiye bırakıp rengini gözlerimin, kahve içmeli...